7 Aralık 2011 Çarşamba

Örgütsüz ve dağınık devrimcilerin örgütlenmesi sorunu aciliyetini koruyor

Biliyoruz ki her dönem kendi sorunlarını yaratır ve bu sorunların çözümünü de devrimcilerin gündemine koyar. Ve elbette sorunların derinliği ve büyüklüğü sorunların daha sonrası sürece taşınmasını da koşullar. Keza dağınık ve örgütsüz devrimcilerin örgütlenmesi sorunu 12 Eylül faşist darbesi ve ardından alınan ağır yenilgi, bu yenilginin bir türlü sağlıklı değerlendirme acilen aşılamaması olgusu, bu sorunu devrimci ve komünistlerin önünü çözümü aciliyet kazanmış bir sorun olarak duruyor. Örgütlü devrimci hareketin birkaç mislinden daha fazla örgütsüz ve dağınık devrimci güç var ve bunların enerjileri ve güçleri atıl halde durmaktadır. Buda haliyle hem devrimci hareketi zayıf düşürmekte ve hem de moralsiz kılmaktadır. Her ne kadar bazı devrimci kesimler sorunu yeterince anlama başarısında olmalar ya da durumu basit bir yaklaşımla “niyetlere” bağlayıp, her şeyi kendilerinden menkul görmeye çalışsalar da, bu görevin gerektirdiği sorumluluğu göstermeseler de sorun, çözümü gündeme gelmiş sorun olmaktan çıkmıyor.

Peki, dağınık ve örgüsüz devrimci güçlerde kavramında kimler anlatılıyor? Bu kavram 12 Eylül faşist darbesiyle, örgütünden kaçmış, örgütünü bulmayan, örgütleri hataları ve zaaflarından dolayı örgütünü bulamayan, örgütsüz kalan kadrolar, devrimci-demokrat ve komünist örgütlerin eski taraftarları ve dahası yeni koşullarda mücadelenin öne çıkardığı ama devrimci ve komünist örgütlere güvensizlikten dolayı kendi başına kalmış mücadeleci öğeler anlatılıyor.


Emperyalizm öncesi ve sonrası Marksizm’de devrim sorununa devrimci bakış

Bilindiği üzere komünistlerin, serbest rekabetçi kapitalizm ve emperyalizm dönemlerinde dünya proletarya devrimine ilişkin görüş ve önermeleri, her iki dönemdeki ekonomik-toplumsal koşulların farklılığı nedeniyle ayrıdır.

Gerek dünya çapında ve gerekse tek tek ülkelerde, Marksizm adına ortaya çıkan sağ revizyonist ve Troçkist akımlar… Bu konuyla ilgili proletaryayı sosyalist iktidar hedefinden uzaklaştıran ve iktidara gelme olanağını kullanmaktan alıkoyan anti-Marksist görüşler geliştirmiş ve uluslararası devrimci ve komünist hareketi bu görüşleriyle etkilemeye çalışmışlardır. Bugünde dünya ve ülkemiz devrimci ve sosyalist hareketi geçmiştekinden daha da çok ölçüde bu anti-marksist görüşlerinden etkilenmekte ve konuya ilişkin bilimsel sosyalist görüşleri kavrama ve yayma gereksinimi içindedir.

Özgüvene sahip olamayanlar kararlı devrimci olamazlar

İçinde geçmekte olduğumuz zorlu süreç, devrimci çalışmada hem istenilen verimin alınmasında hem devrim ve sosyalizmde iddia içinde olmada kendine özgüvenin bilincinde büyük önem taşıyor.. Özgüvenin bireylerin hele de komünist bireylerin yaşamında tuttuğu büyük yeri duyumsamayan ve bunun bilincinde olmayan yok gibidir. Ve hiç şüphesiz komünistler özgüven kazanmak konusunda bir dizi “olanak” ve avantaja sahiptirler. Ancak bu, düzeyi bir yana, özgüvensizlik gibi bir sorunun varlığını ve onunla doğru tarzda mücadele görevlerimizi ortadan kaldırmıyor.

Biliyoruz ki, özgüvenden yoksunluk veya ciddi düzeydeki özgüven zayıflığı bir komünistin yaşamındaki en talihsiz ve kötü durumlardan biridir. Onun gelişimini, güç ve enerjisini kararlıkla sunmasını engelleyen bir çeşit zehirlenmedir. Ve doğru mücadele yöntemleriyle mutlaka sökülüp atılmak, yenilgiye uğratılmak zorundadır.

Peki, özgüven eksikliğinin kaynakları nelerdir?


29 Kasım 2011 Salı

Seyit Rıza kimdir?

Seyit Rıza ne devletin deyimiyle “isyancı”, “derebeyi”, “toprak ağası”, “şaki” ne de Kürtçülerin deyimiyle “Kürdistan Dersim Generali” idi. O Kırmanciye’nin ruhani önderiydi. Dersim 38′in sembolüydü.

Seyit Rıza ne devletin deyimiyle “isyancı”, “derebeyi”, “toprak ağası”, “şaki” ne de Kürtçülerin deyimiyle “Kürdistan Dersim Generali” idi. O Kırmanciye’nin ruhani önderiydi. Dersim 38′in sembolüydü. Düşmanına boyun eğmedi, dar ağacına giderken ipini kendisi çekti. Düşmanı bile ölümü karşısında utandı. Zalimlerin yalanını yüzlerine çaldı asla teslim olmadı. O Evlad-ı Kerbela idi, masumdu…

11 Kasım 2011 Cuma

Çelik aldığı suyu unutmayacak...

90 gün güvenlik görevlilerinin elinde olan biri, bir gün babasına parçalanmış bir beden olarak verildi. Kaypakkaya’nın öldürüldüğü gün Türkiye’nin karanlık sayfalarından biri…

KASKETLİ FOTOĞRAF
Kaypakkaya’ya ait meşhur bir fotoğraf var. Meşhurluğu başka fotoğrafı olmamasından vs değil. Pekâlâ başka fotoğrafları var. Dahası, politik bir figür ile daha bir örtüşen fotoğrafları var. Birinde bir toplantıda konuşma yaparken, bir diğerinde, savcı karşısında umursamaz bir eda ile kollarını bağdaş yapmışken misal… Ama meşhur olan fotoğraf, şu kasketli fotoğrafı işte. Zihinde kalacak politik bir sembol söz konusu olduğunda, bir hayli ilginç de ondan. Politik semboller, kitlelerin usuna muhakkak politik bir mesaj verecek fotoğraflar ile girerler. Bu zaten propagandanın da bir parçasıdır. Kitlelere mal olmuş politik kişiler, kişilikleri ve eylemleri ile örtüşen, ama muhakkak bakışlarına sirayet etmiş fotoğrafları ile saklanır, anılırlar. İbrahim Kaypakkaya’nın o meşhur fotoğrafı ise, pek bu geleneğe uygun bir portre değil. Son iliklerine kadar düğmelenmiş ve fotoğrafa özel bir “mütevazılık” veren o gömlek ve hafifçe sağa yatırılmış o köylü kasketi arasındaki ifadeye bakınca, koca bir devletin, üzerine bilmem kaç bölük kolluk gücünü seferber ettiği bir yüze hiç mi hiç benzemiyor. İfade, masum ve hatta garip bir şekilde biraz muzip ve aslında bununla çelişecek şekilde dingin, rahatlatıcı çünkü. Dahası, o meşhur ifadenin Mona Lisa paradoksunu andırdığı dahi söylenebilir. Öyle ki, gülümsüyor mu, acı mı çekiyor, bir şey mi istiyor, yoksa bir hınzırlık mı planlıyor, anlamak güç. Ama bir şey var ki, o da, benzer konumdaki politik simgelerin toplumsal belleğe yerleşmiş ifadeleri ile ilgisi yok bu ifadenin. Hatta radikal bir politik kahramanın, taraftarlarının belleğine benzer bir yüz ifadesi ile girdiği başka bir örnek var mıdır, bilmiyorum. Bu konuda ezici bir çoğunlukla “sert” ifadeler tercih edilir çünkü.

Anısı mücadelemize rehber olsun!

Mustafa Suphi

Türkiye Komünist Partisi’nin ilk Merkez Komitesi başkanıdır. Suphi 1883 yılında o zamanın Trabzon vilayetine bağlı olan Giresun kazasında doğdu. İlköğrenimini Kudüs ve Şam’da, idadi (lise) öğrenimini Erzurum’da yaptı. 1905 yılında İstanbul Hukuk Mektebi’nden mezun olduktan sonra Paris’te Siyasal Bilgiler Okulu’nu bitirdi.

Fransa’da bulunduğu dönem, Mustafa Suphi’nin Jean Jaures, Celestin Bougle gibi isimler başta olmak üzere burjuva sosyolog olarak nitelendirilebilecek düşünürlerin etkisinde kaldığı yıllardır. Bu yıllarda Suphi’nin İttihatçılar’la yakın ilişki içerisinde olduğu biliniyor. O dönemki hükümetin gazetesi olan Tanin gazetesinin muhabirliğini yapar.


Paris’ten İstanbul’a dönüşü 1908 yılına, İkinci Meşrutiyet’in ilan edildiği günlere rastlar. Tanin, Servet-i Fünun ve Hak gazetelerine yazılar yazar; Ticaret Mekteb-i Alisi’nde, Darülmuallimin-i Aliye ve Mekteb-i Sultani'de hukuk ve iktisat dersleri verir.


İttihat ve Terakki Fırkası’nın 1911 yılındaki genel kongresine Anadolu delegesi olarak katılır. İttihatçılıktan kopuşu bu kongreden sonra başlar ve 1912 Ağustos'unda partiden tamamen ayrılır ve fırkaya muhalefet etmeye başlar. 1912 yılında Ahmet Ferit (Tek)'in başkanlığında kurulan ve kurucuları arasında Yusuf Akçura'nın da bulunduğu Millî Meşrutiyet Fırkası'nın kurucuları arasında yer alır. Suphi, muhaliflere karşı 1913 yılının sonlarında başlayan sürgün furyasından nasibini alır ve Sinop’a sürülür.


1914 yılının başlarında kendisini komünist düşünceyle tanıştıracak olan süreç, bir grup arkadaşı ile birlikte bir tekne ile Rusya’ya kaçmalarıyla başlar. Önce siyasi mülteci olan Mustafa Suphi, Birinci Dünya Savaşı’nın başlaması ile birlikte Osmanlı tebasından olduğu için sürgüne gönderilir. Sürgün yıllarında Türk kökenli çeşitli devrimcilerle ve Bolşevikler’le tanışır. Doğu cephesinde esir düşerek Rusya içlerine sürgüne gönderilen Anadolulu askerler arasında çalışma yürütür. Suphi’nin Bolşevik düşüncelerle tanışıp devrimci bir çalışma yürütmeye başlaması 1914-15 yıllarına denk düşer.


Ekim Devrimi’nden sonra Moskova’ya gider. Halk Komiseri Josef Stalin'in yardımcılarından Mir Seyyit Sultan Galiyev'in sekreterliğini üstlenir. Bu dönemde daha çok Kırım ve Odessa’daki, Rusya kökenli ya da savaş esiri Türkler arasında çalışma yürütür. Kızılordu içinde örgütlenen Türk savaş esirlerinden bir birlik ile Rus İç Savaşı'na katılır.


Gerçek anlamda Anadolu’ya yönelik çalışmaya başlaması Mayıs 1920’de Bakü’ye gelmesi ile olmuştur. Bu dönemin zirvesi 10 Eylül 1920’de 15 bölgeden gelen 75 delege ile Türkiye Komünist Partisi'nin kurulmasıdır.


Mustafa Suphi aynı dönemde hem Komintern’in ikinci kongresinde iki Türk delegeden biri olmuş, hem de Bakü Doğu Halkları Kurultayı’nın başkanlık divanında yer almıştır. Sovyet hükümeti tarafından güvenilen ve Anadolu’daki komünist hareketin gelecekteki lideri olarak görülen Suphi, partinin aldığı karar doğrultusunda Anadolu’ya geçme ve Türkiye'deki komünist harekete yön verme kararını alır. Bu kapsamda işgale karşı Anadolu'da savaşmak üzere Sovyetler Birliği'nde bulunan Türk askerlerden bir Bolşevik Tabur oluşturulur ve Anadolu'dakiKuvayı Milliye hareketi komutanlığının emrine verilir. Ancak bu birliğin beraber savaşması mümkün olmayacak ve askerler değişik birliklere dağıtılacaktır. 1921 yılının Ocak ayında BMM'nin çağrılısı olarak Ankara’ya doğru yola çıkan Suphi ve arkadaşlarının Türkiye'de siyasi kargaşa çıkartmak istediğinden şüphelenen TBMM ve Doğu Cephesi Komutanlığı kendilerine koruma vermeyerek, Kars ve Erzurum’da linç girişimlerine uğramalarına lakayt kalırlar. Bazı iddialara göre 1921 yılının 28 Ocağı'nı 29'a bağlayan gecesi 14 yoldaşı ile birlikte Trabzon'dan Sovyetler'e geri gönderilmek için bindirildikleri teknede Kayıkçılar Kahyası Yahya Kahya tarafından öldürüldüler.


Başka kaynaklara göre Mustafa Suphi Enver Paşa'nın Moskova'daki siyasi aktivitelerinden haberdardı ve Enver Paşa'nın Türk Ulusal Hareketi'nin yenilgiye uğramasından sonra Bolşeviklerikullanarak Türkiye'deki otoriteyi ele geçirme planını biliyordu. Enver Paşa Suphi'nin bu gizli planını ifşa etmesinden endişe ettiği için Trabzon uyruklu Enver Paşa taraftarları tarafından öldürüldü.

26 Ekim 2011 Çarşamba

Ekim Şehitleri yolumuzu aydınlatıyor

Ekim ayı, dünya proletarya devriminin ilk olarak pratikleştiği ve Rusya'da proletarya ve emekçilerin iktidarı alarak, dünya burjuvazisine karşı komünizmin sancağını daha da yukarı çektiği ay olduğu gibi aynı zamanda Ekim ayı, örgütümüz için de, kavga ve devrimci direnişin iç içe yaşandığı ve mücadelenin daha da ileri taşındığı ay olmuştur. Devrim ve sosyalizm yürüyüşümüzün hızlandırılması savaşımında, Kilis'te altı kızıl gülümüzü toprağa verdiğimiz aydır. İsviçre'nin Neuchetel şehrinde, Aydınlıkçı hainlerce yiğit yoldaşımız Mehmet Türk'ün katledildiği aydır. Yine Ekim ayı, gençlik önderlerinden Hüseyin Toraman yoldaşımızın katiller sürüsü sivil polislerce kaçırılarak, kaybedildiği aydır. Yine büyük Ölüm Orucu direnişinde feda eylemcisi Ali Ekber Barış yoldaşı ölümsüzlüğe uğurladığımız aydır Ekim ayı. Ondandır ki, Ekim ayı, örgütümüz için faşizm ve sermayeye karşı daha bir kinle dolup, kavgayı ileri taşımak için, görevlerimize sıkıca sarılıp, faşizmi devrimle ezme savaşımımızı daha güçlü körüklediğimiz ve görevlerimize sıkıca sarıldığımız ay olmuştur.

Ekim şehitlerimiz, her şeyleriyle kavganın engin denizine kendilerini attılar, devrim ve komünizm savaşımımızın zaferi için, örgütümüz KP-İÖ’nün önceli komünist öncü TKP/ML Hareketi’nin komünist programına yaşam buldurmak için, kanlarını güzelim ülkemizin toprağına kattılar.

Devrim ve sosyalizm mücadelesin yürekten bağlı, canlı, atılgan, militan özellikleri kendisinde toplamış. KP-İÖ’nün önceli TKP/ML Hareketi’nin komünist çizgisine yürekten inanmış bir kavga eri olan Mehmet Türk 14 Ekim 1989'da İsviçre'de karşıdevrimci İP – Aydınlık’a bağlı katiller çetesince pusuda katledildi. Gerçekleşen saldırı ve işlenen cinayet, İP – Aydınlık revizyonizminin uzantıları tarafından önceden planlanmış ve uygulamaya sokulmuş siyasal bir cinayetti. Açıktan yoldaşlarımız hedef alınmış ve Mehmet Türk yoldaşımız bu siyasal saldırı sonucu hunharca katledilmişti.

Mehmet Türk yoldaş, 1959 yılında, Kahramanmaraş'ın Elbistan ilçesi Kantarma köyünde yoksul bir Kürt ailesinin 3. çocuğu olarak dünyaya geldi. Yoldaşın yaşamı yoksulluk ve sefalet içinde geçti. Yaşamını kazanmak ve ailesine destek sağlamak için daha küçük yaşlarda inşaatlarda çalıştı. Ekmeğini taştan çıkarmaya çalıştı.

Hem çevresinin devrimci olması, hem de ailesinin devrimci yapısından ötürü, küçük yaşlarda devrimci fikirlerle yüz yüze geldi. 1976-77'den itibaren örgütümüze sempati duydu. '78-'79'da Elbistan'da gecekondularda ve Termik'te gücü oranında çalışmalara katıldı.1980’de Termik Santralin’deki bir direnişten ötürü gözaltına alındı. Ağır işkencelere uğratıldı. Ama inancını asla yitirmedi. Daha sonra, 5 yıl cezaya çarptırıldı. 3 yıl cezaevinde kaldı. Cezaevlerindeki kötü yaşam koşullarından dolayı verem hastalığına yakalandı. Ancak yaşamını kazanmak zorundaydı.

Yaşam koşullarının çekilmez olması yoldaşı yurtdışına çıkmaya zorladı. 1987 yılında İsviçre'ye geldi. İsviçre'ye gelmesiyle birlikte ilk işi örgütle ilişki kurmak oldu. Yoldaş İsviçre’ye geldiğinden itibaren, örgüt çalışmalarına katılarak, tüm yeteneklerini sınıf mücadelesinin hizmetine sundu. İP – Aydınlık çetelerince hain bir pusuda katledildiği 14 Ekim 1989 tarihine kadar, örgütün ileri bir sempatizanı olarak faaliyetlerini sürdürdü. Zürih'te örgüt faaliyetlerinin ileri çekilmesinde önemli çalışmaları oldu. Çalışkanlığı, fedakârlığı, örgüte ve yoldaşlarına bağlılığıyla örnek bir yoldaştı. O, devrim ve sosyalizm, yüce komünizm ülküsü uğruna şehit düştü.

Mehmet Türk yoldaş, yoldaşlığın en güzel örneğini vererek, aydınlık hainlerinin saldırısına karşı en öne fırlayarak, bedenini yoldaşlarına siper edip, ortak utkumuz komünizm için nasıl da yoldaşça birbirimize kenetlenmemizin gerektiğini ölümü hiçe sayarak gösterdi. Hainlerin saldırısına ve pususuna, yoldaşlarını korumak güdüsüyle davranarak, hiç tanımadığı hainlerin saldırısına karşı durmak için, yoldaşça sahiplenme ve tek bir yumruk, tek bir yürek olarak davranmanın en ileri pratiğini göstererek, yoldaşlarına, örgütüne ve davasına ne kadar yürekten bağlı olduğunu gösterdi Mehmet Türk yoldaş. Bunun yanında, diğer devrimci erdemleriyle de kavgamızda yaşatacak ve hunharca katledilmesinin 19.yıl dönümünde hep bizimle, yoldaşça savaşımımızın içerisinde olacaktır.

10 Ekim 2011 Pazartesi

Ekim Devrimi’nin ilkeleriyle donanma zamanı

Büyük Ekim Sosyalist Devrimi'nin 94. yıldönümünü kutluyoruz. Ekim Sosyalist Devrimi'nin yaşayan ilkeleri, kazanımları proleter devrimleri çağını pratikleştiren önderliğiyle Ekimin ruhu, ekim'in coşkusuyla kutlamalıyız bugünü. 1917 Ekim’inden bugüne Ekim Büyük Sosyalist Devrimi’nin 94 yıllık birikimi, bize yol gösteren, ışık tutan yanıyla kutlamalı, M-L 'in eylem kılavuzluğuyla ülkemiz devriminin görevlerine sıkı sıkıya sarılarak, Rusya'da Ekim'e giden yolun, yolumuz olduğunu bilmeliyiz.

Sınıfımızın ölümsüz öğretmeni Lenin 'in işaretiyle Stalin ve diğer yoldaşların komutasındaki ayaklanmayla o büyük kıvılcımın dünyayı sarstığı günden bu yana 94 yıl geçti. Geçen 94 yıllık süreçte, Ekim Sosyalist Devrimi'nin ilke ve kazanımları başta Troçki, Buharin, Kamenev'in olmak üzere, M-L 'e düşmanca saldırıları, Stalin yoldaşın ölümünden sonra, Lenin ve Stalin'in şanlı SBKP (B)’nin başına sinsice çöreklenen Kruşçev-Brejnev revizyonizmiyle sürdü ve Gorbaçov'la da doruğa ulaştı ve sosyalizmin sembolleri bile yok edilerek, ekim sosyalist devrimine haçlı seferleri açıldı. Ama devrim, sosyalizm öldü, M-L artık bir ütopya olmaktan öteye gitmez diyenler fena halde yanıldılar. Ezen ve ezilen, sömüren ve sömürülen var olduğu sürece sınıflar savaşımını süreceği ve kurtuluşun sosyalizmin dışında başka bir yolda olmayacağı bir gerçekti. Sosyalizm yenildi ve bir dönem geriye çekili. Ama dipten gelen sınıflar savaşımı emperyalist kapitalizmin emekçilerin sorunlarına ve dertlerine çözüm bir yana daha vahşi ve acımasız bir savaş, yıkım, sömürü ve zulüm sistemi olduğunu yakıcı olarak açığa serdi ve son 20. yıllık sosyalizm öldü, devrimler dönemi kapandı yalanı tuzla buz oldu. Latin Amerika da yükselip diğer kıtalara yayılan ve Arap baharıyla Asya kıtasını etkisi altına alıp buradan dünyanın süper gücü ABD’ deyi etkisi altına alarak emekçilerin “artık yeter diyerek” ayağa kalkarak mücadeleye atıldığı yeni devrimlerin yolunu açan sınıflar savaşımı, Ekim sosyalist devriminin önemini bir kat daha artırdığı gibi, işçi ve emekçilerin, devrimci ve sosyalistlerin kendilerine olan güvenlerini güçlendirici olmuş ve tüm dünyada Ekim sosyalist devriminin ayak seslerini yükseltmiştir.

Yenilgi ruh hali aşılıyor ve yığınlar yeni devrim şiarlarıyla haklarını alma ve koruma savaşımına atılıyor. Burjuvazi ve kalemşorlarının “artık sosyalizm, devrimler öldü” yönlü uğursuz öngörüleri tuzla buz oluyor ve devrimin ayak sesleri her kıtada yeniden yükseliyor. Hem de yenilgiden dersler çıkararak ve daha ilerisi kurma iddiasıyla ileri atılarak.

30 Eylül 2011 Cuma

Ernesto'ya...

“Bizim her eylemimiz emperyalizme karşı bir savaş çağrısı ve insanlığın düşmanı ABD’ye karşı halkların birliği için savaş narasıdır…” (Che Guevara)
İrlanda ve Bask asıllı Arjantinli devrimci, lider ve doktor. Gerçek adı Ernesto Guevara de la Serna'dır. İnsanlık tarihine adını altın harflerle yazdırmış, hayatı boyunca sömürü, adaletsizlik, eşitsizlik ve yoksullukla mücadele etmiş ve devrimleriyle tüm dünyayı derinden etkilemiştir. Fidel Castro'yla birlikte bugünün Küba'sını kurmuş, insani değerleriyle dünya barışını taçlandırmıştır. Cesareti, bilgeliği, geniş vizyonuyla her zaman örnek alınmış, kapitalizm ve sömürü düzeniyle verdiği savaşta büyük başarı kazanmış olan Guevara, hiç kuşkusuz dünya tarihinin en önemli kişilerinden biridir. "Gerçekçi ol imkânsızı iste" sözüyle de kült olan liderin dünya görüşünün oluştuğu Latin Amerika gezisi sırasında yaşadıkları Motorcycle Diaries adıyla film olmuş, ünlü lideri oyuncu Gael Garcia Bernal canlandırmıştır. Ünlü yazar ve 1968 Hareketleri’nin önde gelen isimlerinden Jean-Paul Sartre, Guevara’yı "Çağımızın en olgun insanı" olarak tanımlamıştır.
14 Haziran 1928'de Rosario, Arjantin'de dünyaya geldi. Doğum tarihi bazı kaynaklarda 14 Mayıs şeklinde geçmekteydi. Yüksek mühendis olan babası Ernesto Guevara Lynch, İrlanda asıllıydı, annesi Clia dela Serna'nın ailesi ise İrlanda ve İspanya kökenliydi. Henüz iki yaşındayken astım krizi geçiren Che, hayatı boyunca bu hastalıkla yaşayacaktı. Guevara ailesi, Che 3 yaşındayken, Buenos Aires'e yerleşmişler, ancak astım krizlerinden dolayı Che'nin durumu daha da kötüleşince doktorların tavsiyesiyle Cordoba'ya taşınmaya karar vermişlerdi. Çünkü tedavisi güç olan hastalığının iklim koşullarıyla yakın ilişkisi vardı. Politik eğilimleri itibariyle sola açık liberal olarak tanınan Guevara'nın ailesi, İspanya iç savaşında açıkça Cumhuriyetçileri desteklemişlerdi. Ekonomik anlamda durumu iyi olan aile zaman içinde maddi sıkıntılar yaşamaya başladı.

Eğitim bakanlığına bağlı Dean Funes Lisesi'ne devam eden Guevara, hastalığına rağmen hareketli bir çocukluk geçirdi. Zira oldukça başarılı bir atlet ve dinamik bir rugby oyuncusuydu. Agresif bir oyun tarzı olduğu için azgın anlamına gelen "El Furibundo" sözcüğüyle annesinin soyadından oluşan "Fuser" lakabıyla anılan Che, o dönem babasından satranç oynamayı da öğrendi. 12 yaşından itibaren yerel turnuvalara katılmaya başlayan Che, ergenlik yıllarında da şiir ve edebiyatla ilgilendi. Özellikle Pablo Neruda’nın şiirlerini çok seven Che'nin kelimelerle ilişkisi hayatı boyunca iyi olacak, kendisi de şiirler yazacaktı. Kendini geliştirmek için Jack London'dan Jules Verne'e, Sigismund Schlomo Freud 'dan Bertrand Russell’e kadar kendi alanında başarılı birçok önemli ismin eserlerini okuyan Che, fotoğrafçılıkla da ilgileniyordu. Kamerasını yanından ayırmıyor, insanları, gördüğü yerleri ve arkeolojik alanları fotoğraflıyordu. Okulda İngilizce eğitim yapılırken, annesinden de Fransızca öğrenen Che, Neruda kadar Baudelaire’i de çok seviyordu. 

23 Eylül 2011 Cuma

Partiye, devrime, sosyalizme güç ver...

inancın yüceliğinde buldum seni
bir kavganın güzelliğinde sevdim seni
bin kez budadılar körpe dallarımızı
bin kez kırdılar, budadılar
daha sürüyor o kavga ve sürecek
yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek
bitmedi sürüyor o kavga
yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek...
bir bir çekilirken teslim bayrakları
göçmenlerle tozarken avrupa yolları
durdu bir avuç yiğit
bir tutam kır çiçeği
girdiler zulum tufanına
daha sürüyor o kavga ve sürecek
yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek.
Adnan Yücel

22 Eylül 2011 Perşembe

Taylan Özgür yaşıyor...

Mustafa Taylan Özgür, 23 Eylül 1969′da Beyazıt’ta vurularak öldürülür. Bir gün sonra ODTÜ’de Taylan Özgür adına bir anma düzenlenir. 9 aydan beri polis tarafından aranan Sinan Cemgil törende özetle şu konuşmayı yapar:
“Devrimci şehitlerin matemini tutacak zamanımız yoktur. Zira bu tür olaylar milli kurtuluş savaşı içinde olağandır. Gün gelecek Türkiye’nin bağımsızlığı ve kurtuluşu için gerekirse hepimiz vurulacağız. Bunlar bizi korkutmuyor, üzmüyor ancak kinimiz bileniyor. Taylan Özgür’ün ardından matem tutmayacağız, mersiyeler düzmeyeceğiz. O 24 saatini devrime adamış bir kişiydi. O bu yolda öleceğini biliyordu ama emperyalizmle savaş uğruna ölmek şerefli bir ölümdür. İkinci kurtuluş savaşının ilk kurşunlanan devrimcilerinden sonra bizler de düşebiliriz, bunu korku değil varacağımız şerefli bir nokta olarak kabul ediyoruz. Yılmıyoruz, korkmuyoruz!”

13 Eylül 2011 Salı

Katledilişinin 31. yıldönümünde düşünce ile eylemi birleştiren önder İrfan Çelik

İrfan Çelik yoldaşı Davutpaşa zindanında kaybettiğimizin 31. yıldönümü. 31. yıl önce 12 Eylül 1980’de faşist generalleri darbe yaparak yönetime el koydular ve ülkemiz emekçileri üzerine bir karabulut olarak çöktüler.

Kuşku yoktu ki faşist darbenin baş hedefinde devrimci ve komünistler duruyordu. Daha faşist darbenin ikinci gününde faşist generaller çetesi zindanları teslim almayı ve buralarda mücadelenin başında yürüyen öncü devrimcileri katlederek hem içeride ve hem de dışarıda emekçilere ve devrimcilere gözdağı vermeyi hedefliyordu. Onun içindir ki faşist darbeciler intikam almak ve devrimci sesi boğmak için zindanlara görülmemiş düzeyde saldırı başlattılar. Nazilerden almış oldukları yöntemleri birer birer uygulamaya sokarak devrimci muhalefeti ezip dağıtmayı ve böylece dikensiz gül bahçesi yaratmayı düşleyen generaller çetesi zindanlarda önder konumda olan devrimcileri özel sorgulamaya alıp ihaneti dayatarak, devrimci hareketi kötürüm bırakma ve buradan giderek zindanları ihanet yuvaları haline getirme, devrimci akımların örgütsel konumlarını çözerek kısa yoldan darbeler vurmayı amaçlıyordu. İşte bunun içindir ki 12 Martı'da yaşamış olan ve Haziran 1980’de yakalanmasına ve en ağır işkenceler uygulanmasına rağmen tek bir kelime alamadıkları İrfan çelik yoldaşı Davutpaşa zindanında özel sorguya aldılar ve 14 Eylül’de yoldaşı kaybettik. İrfan yoldaşın erken kaybı hareketimiz açısından yeri doldurulması zor bir kayıptı. Nasıl ki İbrahim yoldaşın kaybı hareketi önderliksiz ve pusulasını bulmada zorlanan ve sağa sola yalpalar bir konuma ittiyse aynı şekilde irfan yoldaşın kaybı da hareketin önderliği ve yöneliminde aşılması zor sorunlar yaratmış ve sağa sola gelgitler yaşamasını koşullamıştır.

9 Eylül 2011 Cuma

31. yılında 12 Eylülcü faşist darbesi tüm kurumları ve anlayışıyla devam ediyor

Darbeyi desteklemişlerdi 
12 Eylül 1980 faşist darbesinin üzerinden 31 yıl geçti. Hala faşist darbenin anayasası ve yasaları hüküm sürüyor ve 12 Eylül faşist darbesinin devamcıları, bugünde işçi, emekçi ve Kürtlere karşı zulüm kusmaya devam ediyorlar. 12 Eylül faşist darbesi toplumu her bakımdan yeniden şekillendirmek ve örgütsüz, köle konumuna getirmek için yapılmıştı. Keza bu amaç her bakımdan gerçekleştirilmiş ve 31 yıldır hala yığınların üzerinde bir karabasan olmaya devam ediyor. 12 Eylül faşist darbesi birlerce devrimciyi terörist olarak yargılayıp mahkûm ederken, bugünde darbenin ayak izlerinden yürüyen AKP hükümeti binlerce devrimci ve emekçiyi “terörist” olarak yargılayıp zindanlara kapatıyorsa, sokaklarda polis terörü dur durak bilmeden sürüyorsa, Kürtler zulümden ve kırımdan geçiriliyorsa, 12 Eylül faşist darbesi devam ediyor demektir. Bir dönem ANAP, DYP, RP’nin sürdürdüğü darbenin devamını bugün demokratik palavra ve çarpıtmaların gölgesinden AKP hükümeti devam ettiriyor.

Bilindiği üzere İşçi Sınıfı ve emekçi yığınların devrim ve özgürlük mücadelelerini kan ve barutla ezip dağıtmak amacıyla 1970-80 yılları döneminde ABD'nin de desteğiyle gerçekleştirilen faşist darbele
r, halkların tarihinde unutulmaz kara günler olarak yer aldı. Ama yapılanlar asla halkların belleğinden kaybolmadı. Uzun yılların ardında Yunanistan'dan Arjantin'e, Şili'den Brezilya'ya, El Salvador'dan Peru'ya kadar uzanan birçok ülkede faşist darbecilerden hesap soruldu, soruluyor ve bir dönemler halka baskı ve zulüm kusan faşist generaller, polis şefleri ve işkenceci çeteler sanık sandalyesine oturtularak yapmış oldukları kötülüklerin ve işlemiş oldukları suçlar ve cinayetlerden dolayı yargılanıyorlar. Halkların mücadelesi Türkiye gibi faşist darbeleri ağır biçimde yaşamış olan ülke halklarına darbecilerden hesap sorma bilincini, taze tutmalarının yolunu açıyor.

Hatırlanacağı gibi 12 Eylül 1980 faşist generaller darbesinin üzerinde 31. yıl geçti. Ama hale darbenin etkileri ve izleri bütün heybetiyle güncelliğini koruyor ki, bu bir yönüyle darbeyle oluşturulan halk düşmanı politikaların sitemli hale getirilerek devam ettiğini gösteriyor. 12 Eylül faşist darbesinin sonuçlarının oldukça ağır ve yıkıcı olmasıyla bağlıdır. 12 Eylül askeri faşist darbesi ülkemiz tarihine kara bir gün olarak geçmiştir; hangi sıfatla anılırsa anılsın halkların bilincinde bu gerçek asla değişmeyecektir.

7 Eylül 2011 Çarşamba

91. yılında Mustafa Suphi TKP’sinin mirasına sahip çıkalım!

10 Eylül 1920 tarihi, Türkiye proletaryasının komünist partisinin kurulduğu gündür. TKP’nin kuruluşunun 91. yılını kutluyoruz. TKP’nin tarihinde öğrenmek ve dünü bugüne bağlamak büyük önem taşıyor.

Bilindiği gibi tüm dünyayı sarsan şanlı Ekim Devrimi’nin etkileri ülkemiz de derinden sarsmıştı. Ekim devrimi Türkiye de Marksizm-Leninizm’in yayılmasında büyük bir atılım kazandırdı. Türkiyeli komünistler proletaryanın bağımsız siyasetini sürdürecek öncü komünist partisinin kuruluşu için harekete geçmelerini koşulladı. Kararlı, yoğun çalışmalar sonucu 10 Eylül 1920’de TKP kuruldu. Kemalistlerin izin vermediği için TKP Kongresi, Sovyetler Birliği'nin Bakü kentin de toplandı. Kuruluş Kongresi 'ne 51’i İstanbul ve Anadolu’dan gelmek üzere toplam 72 delege katıldı. Bu delegeler 15 komünist örgütü temsil ediyorlardı. Mustafa Suphi başkanlığında büyük bir coşku ile başlayan Kongre, bütün komünist grupları birleştirdi; partinin Tüzük ve programını onaylayarak TKP’ni kurdu. Parti Başkanlığına Mustafa Suphi, Genel Sekreterliğe Ethem Nejat yoldaşlar getirildiler.

Böylece proletarya kendi bağımsız öz örgütüne kavuşmuş oldu. TKP'nin kurulması ile komünist grup, çevre ve hücreler tek bir örgüt içinde birleştirildi. Komünist parti programı oluşturuldu. Böylece geniş yığınları kucaklama safhasına geçildi. Mustafa Suphi önderliğinde Marksizm-Leninizm'i yol gösteren düşünce olarak benimsedi. Lenin'in önderliğindeki III. Enternasyonal'e bağlı olarak çalıştı. İşçi ve köylülerin, emperyalizmin, feodalizmin ve gericiliğin boyunduruğundan kurtuluşunun ancak devrimle mümkün olabileceğini kararlılıkla savundu. Proletaryanın kurtuluşunun kendi sınıf egemenliği ve sosyalizmde olduğunu ortaya koydu ve 3. Enternasyonal'deki diğer komünist partileriyle birlikte, emperyalizme ve her türden gericiliğe karşı kararlılıkla mücadele etti, TKP, ülkemiz proletaryası ve emekçi halklarının emperyalizme ve gericiliğe karşı aktif mücadelesini, örgütlemeye çalıştı.

21 Ağustos 2011 Pazar

21 Ağustos’tan öğrenerek ilerlemek

Biliyoruz ki tüm politik hareketlerin her zaman bir toplumsal ve siyasal ihtiyacın ürünü olarak ortaya çıkarlar. Koşullar bir araya geldiğinde, her dönemin kendi ihtiyaçlarına uygun devrimci ve Komünist Hareketler tarih sahnesinde yerlerini alırlar. Görecekleri işlevler olduğu müddetçe bunların varlıkları devam eder. Yaşam sürekli değiştiği için, bu ideolojik ve politik hareketler kendilerini dönem, dönem yenileme ihtiyacını duyarlar. İşlevleri çeşitli yönleriyle değişse bile, kendilerini yeniledikleri, gelişmelere ve sürece yanıt oldukları sürece varlıklarını sürdürürler. Yani kendisini yenilemeyi başaramayan ve sürecin ihtiyaçlarına yanıt vermeyen, veremeyen ve geride kalan hiç bir politik hareketin uzun vadede ayakta kalması ve varlığını yığınlar içinde sevgi, sempati ve maddi güç haline getirerek sürdürmesi beklenemez. 

Nitekim bu kural 16 yıl önce 21 Ağustos 1995lında çok zor koşullarda, olanaksızlıklar içinde, yetkin kadro yetmezliği ve kuşatılmışlıklar içinde MLKP’den koparak
 komünist hareketi yeniden ayakları üzerine dikmek için ortaya çıkan KP-İÖ
 içinde geçerlidir. Bugüne kadar hem dışta ve içte saldırılar, hem de ihanetler ve kuşatmalar içinde ilerleme ve kendisini var etmeye çalışan İnşamız, bir dönemler var olanla yetinme ve statükocu hataları nedeniyle sorunlu ve problemli hale düşmüş ve artık mücadelenin önünde takoz rolü oynar duruma gelmiş kişilerle yollarını zamanından ayırarak kendini yeniden inşa etmede tutuk ve uzlaşmacı davranması nedeniyle, ideolojik-teorik atılımını örgütsel pratik atılımla birleştirmemişti. Haliyle bu durum İnşanın gelişip güçlenmesi ve kendi devrimci ilkelerine uygun bir örgüsel-pratik hat tutturmasını zaafa uğratıcı olumsuz bir durum yarattı.

Gelinen durumda gelişmeler ve süreç, devrim ve sosyalizm mücadelesinin gereksinimleri her alanda İnşayı silkinme, yenilenme ve kendisini aşarak, tasfiyeciliğe, reformizme ve lagalizme karşı M-L çizgiyi sağlamlaştırarak, öncü örgüte layık örgütçü ve militan kadroların yetiştirilmesini dayatıyor. Aksi halde, doğru devrimci politikaların pratiğe sürülerek ete kemiğe bürünmesi sağlanamaz.

16 Ağustos 2011 Salı

Kavganın yiğit oğluna

Kemal Yazar yoldaş, Erzurum’un Tekman ilçesinde yoksul bir aile çocuğu olarak dünyaya geldi. Küçüklüğü Tekman’da geçti. Yoksulluk ailesini İstanbul’a göç ettirmesinin ardından Kemal Yazar’ da İstanbul’un varoşlarında yaşama tutunmaya çalıştı. Hem çalıştı ve hem de devrimci mücadeleyi kavga içinde öğrendi ve öğreti.

Kavganın yiğit savaşçısı Kemal Yazar yoldaşın katledilişinin 16. yılında önünde saygı ile eğiliyoruz. Hain bir pusuda 27 Ağustos 1996 Dusiburg’da katledildi Kemal Yazar. O mücadelenin yılmaz savaşçısı, bulunduğu bölge de halkın sevgisini kazanmış bir devrimciydi. O zindanda, mahkemede, işkencede direnişin adıydı. O faşizmi kendi ininde yenen düşmana korku salan bir komünistti. Onu eleştiri de cesur ve korkusuzluğa kendi gücüne güvene, davaya yüksek bağlılığı, şaşılacak düzeyde sabrı, ilkelere sıkıca bağlı kalarak en zor anlarda dahi yolunu şaşırmadan yürüyebilme başarısına iten şey mücadele ye yüksek bağlılığı ve Devrimin zaferine olan tam inancıydı. Kemal Yazar TKP/ML Hareketi’nin önder savaşçısı ve aynı zamanda Mayıs 18 (M18) Askeri Örgütün kurulması ve bu görevin başına kendisinin getirilmesini önermiştir.

Tabanın ve kadroların zorlanması ve askeri alanda sorumluluk yoldaşlarının çabasıyla 1990 yılında M18 kurulmuş ve örgütün başındaydı Kemal Yazar. Kısa zamanda M 18 birçok eylem gerçekleştirmiş ve örgütün önünü açıcı olmuştur. Kemal Yazar cesaretiyle kendine özgüveniyle ve düşmanı kendi ininde yenmesiyle her zaman örnek bir komünist olmuştur. Başı her zaman dikti. Kemal Yazar’ı yok ettiklerini sananlar anladılar ki yok ettikleri sadece Onun bedeniydi. Oysa Kemali Kemal yapan şey onun, devrim ve sosyalizme olan bağlılığı ve inancıydı, komünist duruşu ve zorluluklara karşı inatla savaşarak ulaşması için verilmesi ideallerini bayraklaştırmasıydı. Yazar’ı katledilişinin 16. yıl dönümünde saygıyla anıyoruz
.

MLKP önderliğinin talimatıyla Almanya’nın - Dusiburg kentinde katledilen  Kemal Yazar yoldaşı  16. yılında saygıyla anıyoruz!

12 Ağustos 2011 Cuma

Türkiye hapishanelerinde yitirilen ilk kadın devrimciye…

Anmak istiyoruz… Adı Hatice Alankuş… Hatice ne bir önder ne de bir militandır. Ancak, 1972 dönemlerinde Mahir’i, Ulaş’ı, Ömer’i, Cihan’ı ve Ziya’yı az bulunur bir cesaret ve fedakârlıkla evinde saklamayı kabul etmiş ama hapishanede yitirilmiştir. Daha doğrusu ihmal sonucu öldürülmüştür. Yitirdiklerimizi anarken ondan söz etmemek büyük bir hata olur.

Çünkü Hatice Alankuş, 4 Mart 1972’de tutuklanır. Gördüğü yoğun işkenceler hastalanmasına neden olur. 24 Temmuz 1973’te kaldırıldığı Haydarpaşa Askeri Hastanesi’nde yaşamını yitirir. Bundandır ki “Tedavisinin engellenmesi sonucu yaşamını yitiren ilk kadın devrimci” olarak Türkiye solu tarihine kaydedilmelidir.

Özetle 1946 İstanbul doğumludur. Mimardır. 1960’ların ikinci yarısında gelişen devrim mücadelesinde yerini alanlardandır. THKP-C taraftarıdır. 12 Mart cuntasının ardından da düşüncelerini, yoldaşlarını cüretle savunmaya devam edenlerdendir. Faşizmin vur emirleriyle aradığı devrimci önderlerin gizlenmesi için cüret ve fedakârlıklarla görev üstlenendir.

14 Şubat 1972'de gözaltına alınır, işkencelerden geçirilerek 15 Mart'ta tutuklanır. Bayrampaşa hapishanesinde tutulur. Poliste gördüğü işkenceler ve hapishanede tedavisinin engellenmesi sonucu, tahliye edildikten kısa süre sonra şehit düşer.

Bu yüzden Hatice Alankuş unutulmamalıdır! 
Komünist Parti - İnşa Örgütü | KP-İÖ

6 Temmuz 2011 Çarşamba

İdeolojisiz bir doktrin: Anarşizm - 1

İNSANLIK TARİHİNİN EN GERİCİ EN KARŞI DEVRİMCİ DOKTRİNİ "ANARŞİZM!"

"Dünyadaki her şey hareket halindedir...
Yaşam değişir, üretici güçler büyür, eski ilişkiler çöker."
Karl Marx

I.Bölüm
ANARŞİZM’İN BABASI: JOSEPH PROUDHON
Fransız düşünürü Pierre Joseph Proudhon (1809–1865), iktisadi doktrinler tarihi içinde, Anarşizm’in babası olarak nitelendirilebilir. Siyaset bilimi alanında Anarşizm deyimini ilk defa kullananda Proudhon olmuştur. (G.D. H. Cole, A History of Socialist Thought, Cilt: 1 Londra, Syf. 202, 1962) Bu niteliğini bütünleyen bir diğer özelliği de tekelleşmenin ağır baskısı altında ölmeye mahkûm duruma düşen ve “Ölmek istemeyen orta sınıfların sözcüsü” olmasıdır. Dolayısıyla Anarşizm, özü itibariyle bir orta sınıf (küçük-burjuva) ideolojisidir. Lenin’in “Çocukluk Hastalığı…” isimli kitabında belirttiği gibi, “Kapitalizmin hoyratlıkları karşısında çılgına dönen küçük-burjuvada, Anarşizm’de kapitalizme özgü birer olgudur. Bu tür bir devrimciliğin kararsızlığı, boşluğu, hızla teslimiyete, duyarsızlığa, boş fanteziye ve hatta olan şu veya bu çeşit burjuva eğilimi yönünde çılgın bir tutkuya dönüşme özelliği herkesçe bilinmektedir. (V. İ. Lenin, Çocukluk Hastalığı, 1968)

Proudhon, yalnızca despotik iktidara değil, her demokratik iktidara da karşı çıkmıştır. Örneğin 1848’de Fransa’da genel oy hakkının sağlanmasına “İnsanın insan tarafından daha çok yönetilmesi” olarak gördüğü için karşı çıkmıştır. Bu yöndeki düşüncelerinin uzantısı
olarak işçilerin siyasal parti içinde örgütlenmelerine karşı çıkmış; “İktidar, tiranlık kalesinin aracı ise, partiler onun hayatı ve düşüncesidir” görüşünü savunmuştur. (P. J. Proudhon, Les Confessions d’un revolutionnaire, 1849, M. Riviere Paris 1929) Nihayet, işçilere seçimlerde çekimser davranmayı örgütlemekle medyanın varlıklı sınıflara kalmasına hizmet etmiştir.

Proudhon’un örgütlü işçi hareketi karşısındaki tavrı, büyük balıkların küçük balıkları yuttuğu bir ortamda, birleşerek kolay yutulur lokma olmaktan kurtulan küçük balıkların halini hatırlatmaktadır.

İdeolojisiz bir doktrin: Anarşizm - 2

II. Bölüm
I. ENTERNASYONAL’DE ANARŞİSTLER
1864 yılında faaliyete başlayan I. Enternasyonal (Uluslararası İşçi Derneği) çerçevesinde Marks, enerjisinin büyük bir bölümünü Anarşistlerin saldırılarına karşı koymak yolunda tüketmek zorunda kaldı.

Anarşistler, Marks’ı Enternasyonal’den atmayı denediler. Bu olmayınca, genel sekreterlik görevinden uzaklaştırmayı denediler. Bunu da başaramayınca, hükümetsiz toplum anlayışları paralelinde genel sekreterliği olmayan bir örgütlenme savundular.

Marks, işçilerin sendikalarının yanı sıra, siyasal parti halinde örgütlenmeleri fikrini, anarşistlerin muhalefeti yüzünden güçlükle ve uzun mücadeleler sonucunda kabul ettirebildi. Anarşistler, Marks’ın parlamenter siyasal eylemden yana görüşlerine de karşı çıktılar. Marks, 1866 tarihli Cenevre Kongresi’nde işgününün sekiz saatle sınırlanması, çocukların korunması gibi konularda karar alınmasını önerdiğinde de Proudhoncuların muhalefeti ile karşılaştı. Onlar, böyle kanunlara mevcut iktidarların daha da güçlendirilmiş olacağını savunmaktaydılar. Marks, onlar karşısında, devletin göreli bağımsızlığı düşüncesine koşut olarak şu görüşü ortaya koydu; “Böyle kanunların takviye edilmesi ile işçi sınıfı hükümetinin iktidarını takviye etmiş olmayacaktır. Aksine, bu iktidarı değiştirerek kendi hizmetine daha uygun duruma getirmiş olacaktır. ( J. Braunthol, History of the International, Cilt: I, Syf. 125, Londra 1967)


25 Haziran 2011 Cumartesi

İdeolojisiz bir doktrin: Anarşizm - 3

III. Bölüm
SİYASAL PARTİLERDEN DANS PARTİLERİNE: KÜRESELLEŞME KARŞITI HAREKETLER
Küreselleşme son yıllarda fikir tartışmalarının olmazsa olmazı bir kavramı haline geldi. Önceleri popülaritesini akademik çevrelerle hissettiren bu tanımlama kısa sürede medya gücünün de yoğun etkisiyle günlük siyasal sohbetlerimizin vazgeçilmez vurgusu oldu. -Bu kavramdan kimin ne anladığı tartışma konusu- ki iletişim devrimi, yeni teknolojilerin tanımladığı uzay çağı, sanayi sonrası toplum veya emperyalist ABD’nin Yeni Dünya Düzeni projesinin toplamını ifade saldırı programı; yani emperyalizmin güncel siyasetlerle tanımlanmış biçimi veya başka bir tanımlama. İşaret etmeye çalıştığımız nokta, küreselleşme kavramının etimolojik kökeninden bağımsız bir tanım / paradigma –yani değerler dizisi– haline gelmiş olmasıdır. Bu tartışma düzlemindeki kavramsal hakimiyet, karşıtlığının popülerliğini de doğurmuştur diye biliriz.

Farklı küreselleşme tanımları olduğu gibi sayıca çok daha fazla küreselleşme karşıtı akım vardır. Fakat burada yanılgıya düşmemek için belirtmek gerekir ki; karşıtlığın çeşitliliğini yaratan asıl unsurlar farklı küreselleşme tanımlamalarından kaynaklanmaktadır. Hareketlerin bizzat niteliklerinden ve kendi konumlanmalarından ileri gelmektedir.

Feministler, Çevreciler, İnsan Hakları Savunucuları, Anarşistler, Reformistler, Zapatistalar, Neo-faşistler, Uluslararası Sendikal Örgütler, Fundamentalistler, Troçkistler, kendilerini Marksist olarak tanımlarlar, Enternasyonalistler, Eşcinseller, NGO’lar, çeşitli Köylü Örgütlenmeleri vs… yalnız burada önemli bir not düşelim, bu hareketlerin büyük bir çoğunluğunun merkezi Avrupa ve K. Amerika’dadır. Mali sermaye gelirlerinin vergilendirilmesini hedefleyen ATTAC hareketinin merkezi Paris, Üçüncü Dünya’nın borçlarının silinmesini talep eden CADTM’nin merkezi ise Brüksel’dir. (A. Işıklı, Dünya Bankası’nın Laik İmparatorluğunun Kumarhane Kapitalizmi, Otopsi Yayınları, İstanbul 2002) Bu da bize Anakara eski Valisi Ziya Doğan’ın şu sözünü anımsatıyor: “Ülkeye komünizm lazım olursa, onu da biz getiririz.”


9 Mayıs 2011 Pazartesi

Biz O'nun yoldaşlarıyız!

Katledilişinin 38. yılında komünist önder İbrahim Kaypakkaya yoldaş mücadelemize yol göstermeye devam ediyor!

4 Mayıs 2011 Çarşamba

Devrim ve sosyalizm mücadelemizde yaşıyorlar!

6 Mayıs’ın devrimci geleneği sürüyor!
Deniz, Yusuf, Hüseyin kavgamızda yaşıyor!
Ankara’da 1972 6 Mayıs şafağında faşizm THKO’nun önderlerinden Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ı darağacına çekerek katletti. 12 Mart faşist diktatörlüğü, emekçilere gözdağı vermek ve devrimci halk hareketinden intikam almak için Deniz’i, Yusuf’u ve Hüseyin’i ipe çekti. Deniz Gezmiş ve yoldaşlarının Ankara’da ipe çekilmesinin üzerinde 29. yıl geçmesine karşın On’ların kaldırmış olduğu devrim bayrağı hep yukarılarda dalgalanırken, On’ları ipe gönderenler bin kez lanetle anılmaktadırlar.

Düşünceyi anlamak için, kavranması gereken iki halkadan biri; onu hazırlamış olan ortam, diğeri; onu esinlemiş olan tasarımın dikkate alınmasıdır. Ortam elbette düşüncenin oluşumunda belirleyici bir etkendir. Düşünceyi geleceğe aktarmada kullandığımız çıkış noktası, yine ortama dayanır. Bizi yöneltebilecek, önceden belirlenmiş bir veri olarak, bir tek değişmez çizgi nedir diye sorduğumuz zaman, yanıtımız geçmiş olur. Bu geçmiş, yani deneyimler, doğaldır ki, insanın geleceği kısıtlar...

Kısıtlanan o deneyimlerden edinilen bilgiler doğrultulsun da, yapılmayan yanlışlıklardır... Deneyimler bize farklı yetiler kazandır... Ve geleceğimize ilişkin tasarımlarımızda, daima geçmişimizi göz önüne alarak yaşarız. Çünkü geçmiş, denenmiş olandır. Aynı zamanda önemli ve işlevseldir. Bunun önemini iyi kavrayın, onu daha işlevsel kılar.

Kargaşa, her bunalım çağıyla at başı gider. '68'i anlatırken bu tümceyle başlamak yerinde olur. Süreç; farklı yerlerde, farklı zaman aralıklarıyla başlamış ve bitmiştir. Bitişi başlangıcından daha hızlı oldu denebilir. Gençlik hareketi olarak nitelense de görece bir şekilde işçilerin de tüm süreç boyunca, eylemlilik içinde olduğunu belirtmekte yarar var. Ortaya çıkışını hazırlayan en önemli sorunlardan biri, ''Vietnam sendromu''dur. Üniversite işgalleri, sokak yürüyüşleri, grevler ve mitinglerde dile gelen seslenişler, esas şekliyle sistemin temel özelliklerine duyulan aşırı güvensizliktir. Kapitalist istemin ''bunalımı'', yığınların ''kargaşa''sına zemin hazırlamıştır.'68 eylemliliklerinde, öğrenci ve işçilerin kapitalist sistemden bilir bir özellik gösterdi.

İşçiler, ekonomik mücadele boyutunu aşamazken, öğrenciler de demokratik haklar ve düzenin ''bunalımı’ndaki belirtilerde kalakaldılar. İşçilerin teslimiyetçi sendikaları; doğru mücadele araçlarını vermekte öngörülü olamadı. Bilimsel sosyalizmin yol gösterici çizgisinin bu dalgalar üzerindeki zayıf etkisi, doğallıkla, ''kargaşa''nın hızlı bitmesine bir neden olarak gösterilebilir. Üstelik kapitalist sistemin kendini çabuk toparlaması, gençlik içindeki unsurları sisteme dâhil ederek ''yumuşatılması'', sisteme görece avantaj sağladı. '68'leri kahramanlık destanlarına dönüştürüp, kendilerince nostaljik takılan ''tatlı su devrimcilerinin'' arada bir kükreyip '68 demeleri, işte bu yumuşatılmanın etkisinden kaynaklanır.

İstisna olan Türkiye'dir. 1965'lerde başlayan süreç, 12 Mart 1971 tarihindeki askeri faşist darbeye kadar, geleceğe miras bırakacak denli engin kazanımlara sahne olmuştur.

Bu süreç, bizde uzun soluklu bir koşuyu andırır. Sistemde duyulan rahatsızlıkla, meydanlarda boy gösteren gençlik; ayırtına vardığı dünyanın içeriğini kavramakta tembel davranmaz. Sanki devrimci bir '68 bırakmak için, canlarını dişlerine takmışlardır. Vietnam, Küba ve Filistin örneklerini tanımaya başladıkça, yapılabilecek savaşımın maddi temellerini oluşturmada acelecidirler. İşçi ve köylü halkın arasında, müthiş bir dinamizm kazanırlar. Verili dünyanın taşıdığı bilgiler, onlar açısında '''öncü'' kavramını hep en önde tutmayı zorunlu kılar.

Gençlik, önderlerini de yaratır. Deniz'ler, İbo’lar, Mahir'ler sürece damgasını vuran gençlik önderleridir. Onlar sayesinde, yeni bir yaşam tarz biçimlenir. Diğer bir deyişle, yaşamlarını ideallerinin hizmetine verirler. Devrimcilik ruhunun gerçek özü bu ince ayrıntıda gizlidir. Bu üç kimlik arasındaki fark, dönemin yetersizliği gibi konumsal bir etkeni göz ardı etmeden, sosyalizmin gerekli olup olmaması değildir. İbo ve Mahir'in konulardaki yetkinliğini unutmadan, Deniz'de simgeleşen '68'lilik, döneme damgasını vurur. Türkiye devrimci hareketi tarihinde özgün bir, yere sahip olan bu üç kimlikte ifadesini bulan 1971 sürecinden, şu çıkarsamayı yapmadan kıyaslayamayız. O çağda oluşturulan fikirler, birbirlerine, başka çağlarda oluşturulan fikirlere benzediklerinden daha fazla benzerler. Deniz, Yusuf, Hüseyin, THKO içinde bulunduğu ya da bulunmadığı tüm eylemlerde, faşizmin boy hedefi, olma özelliğini kimseye kaptırmadı. Protesto eylemlerinden okul işgallerine, mitinglerden direnişlere, her yerde onun önder kimliğini görmek abartı sayılmaz. Onun katıldığı eylemlerde, kitleler daha atak ve cesur davranırdı. Birçok kez cezaevine girdi. Fakat her seferinde, daha bir öfkeyle döner kavganın içine. Davranış tarzı, yaşam biçimi, cesareti, insanların ve yiğitliği, gereksindikleri önder bir kimlik olmasına yetti. İdam edilen değin, ödünsüz bir şekilde kimliğine sahip çıkmada titiz davrandı.

Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan, Sinan Cemgil ve Cihan Alptekin; 4 Mart 1971 tarihinde THKO'yu kurdular. Öyle, yazılı tüzüklerle, önceden oluşturulmuş prosedürlerle donanmış bir işlevselliği yoktur. Doğal kurallarla yürür. ''Öncü savaş'' anlayışını hedef edinirler. Süreç boyunca, Türkiye Devriminin Yolu broşüründen başka pek yazılı bir doküman çıkarmazlar. THKO ve Deniz’lerin Türkiye halklarına sunduğu manifestosudur. Kırlar öncü savaşın başlatılacağı devrim merkezleridir.

Çağdaş şövalyeleri andırırlar. Bu inanmışlık içerisinde, adeta koşarcasına ölüme giderler. Kır onlara yenilgiyi çabuk tattırır. Çoğu düşer kavganın şaha kalktığı yerde, kimi tutuklanır. O güne kadar sergilenen reformcu, bürokratik, revizyonist partilerin sergilediklerinden bambaşka bir yaşam anlayışları, davranış tarzları vardır. Devrimcilik onlarda bir yaşam şekline dönüşür. İpi göğüsleyinceye kadar önder kimliklerine tek bir leke düşürmezler. 6 Mayıs '72'de idam edilirler. Saflık, cesaret ve görkemli bir geçmişi arkalarında bırakarak bizlere ve de geleceğe ilişkin yürünecek yolu göstererek.

Görkemi görünüşte kalan, gelip geçici bir 'an'ın ardından, başkaldırı sonrası dönemlerde elbette, çöküntü yaşanır. Ortalama insan çürür. Geçici yol arkadaşları zorlu dönemeçte mücadeleden terk-i diyar olurlar. Teori ve pratiği ileriye taşıyan, ürünü olduğu hareketin ortalamasının üstüne çıkan ve sürükleyen, dönemi, kimliğinde simgeleyen çağdaş Şeyh Bedrettinlerin tüm eksiklerine karşın, ipe giderken, yiğitliklerini görmezden gelmek erdem olmamalıdır. Doğal davranışları bize kişiliklerini yansıtır. Oysa içinde bulundukları dönemde bunlar birer özelliktir.

Namlunun üstüne yürümeyi kimse onlara örneklenmemiştir. İpe boyunlarını uzatırken haykırdıkları sloganlar, öldükten sonra bizlere bırakılan vasiyetleridir. Özellikleri şu an dahi çoğumuzun sahip olamayacağı tarihsel nitelikli yapılarından gelir. Davaya tutkulu bağlılık, her türlü fedakârlık, tüm bir yaşamın ve hatta alışkanlıkların dahi mücadelenin gereklerine göre düzenlenmesi, varlığını devrime adama ve en önemlisi zafere olan kesin inanç. Varsın kaçınılmaz bir takım zaaflar taşısınlar doğru bir önderlik olmayı versin. Hatta burjuvaziye yakınlıkları dahi söz konusu edilsin... Bütün bunlar anti-emperyalist devrimci demokrat olmalarını göz ardı etme.

71 Mücadelesi’nin kitlelere mal edilmesi ve sahiplenilmesi bambaşka bir dönemi daha taşır. Öyle zamanlar olur ki, kitlelerin devrime kazanılması görevi, belli bir kuşağın aydınına düşer; toplumun tümünü 'tarihsel kısırlığa' hüküm giymekten, ancak onlar kurtarabilirler. O kuşaklar, toplumun geleceğini belirleyen ''karar kuşakları''dır ve eğer ''cepheye koşmayacak olurlarsa'', yalnız kendileri kuşak olarak bozguna uğramakla kalmazlar, tüm halkın bozgununu hazırlamış olurlar. 1971 kuşağının bize miras bıraktığı değerlerin üzerinde henüz yürüyorken, 'geçmiş'e karşı nankör ve inkârcı olmamayı acaba kaçımız becerebiliyoruz?

Ölüm diye adlandırdığımız şey, yalnızca kuramdır; ardındaki gerçek ancak bir başkası öldüğünde bize kalan yalnızlıktır. O halde, Nasıl da yarına kalır yaşayanlar!

Onlar uzun soluklu koşuların yorgun koşucuları değildiler. Bir varmış, bir yok muşlu masallara hiç konu olmadılar. Çünkü masal kahramanı da değildiler. Zamana karşı yaraşırcasına yeni özellikler sergilediler. On yılların insan yüreği üzerinde oluşturduğu o kalın tozu silkelemek uğruna, canlarını söz konusu etmek pahasına dişe diş bir kavgaya girmede ikircikli davranmadılar.

Devrimciliği ''bir yaşam biçimi'' şekline dönüştürerek, ''ilk'' olmanın ağırlığını taşıyacak sevecen birer neferdiler. Öncellerinin olmayışı şansızlıklarıydı. Devrimi ülkenin gündemine yerleştirmeyi görev edinmişlerdi, başardılar. Devrimin öncüleri gibiydiler, bu sıfata da doğrusu yakıştılar. Devrimciyi, devrimci olmayandan ayıran turnusol kâğıdı nedir öyleyse? Sınıf mücadelesi karşısında aldığı yerdir.

Mütevazı, ağırbaşlı ve sevecendiler. Alabildiğine kavgaya sevdalıydılar. Bugünün görece farklı çağından o zamana bakarken, onların yaptıklarının derinliğini kavramak zorlaşıyor, ama insanlığın doğrularını onların yaşamı belirler. Ekim'in şanlı devrimcileri ve zindanlarda bir ömür boyu direnenler belirler. Zaten bilinmesi gereken de budur aslında. Çünkü kurtuluş bir gün gerçekleşirse, kurtuluşu başaranlar baş eğmeyi bilmeyenler olacaktır. Devrimcinin ölümüne ilişkin en keskin belirleme belki de şu fıkrada gizlidir: Yaşamını ipin ucunda geçiren birine sorarlar. ''Ölüm nedir” yanıt, “Enerji hiç bir zaman yok olmaz, sadece biçim değiştirir.”

6 Mayıs’ı unutmadık, unutmayacağız!

Deniz'lerin izinde...


Ulaş ve Mahirler… Kendi fraksiyonlarının geleceğini düşünmeden, Deniz'leri kurtarmak için ölüme gittiler. Devrimcinin devrimciyi yalnız bırakmaması gerektiğini gösterdiler. Keza aynı şeyi Sinan Cemgil’i ihbar eden muhtarı cezalandırarak İbrahim Kaypakkaya’da yapmıştır. Bu yüzden Deniz Gezmiş’ler, Mahir Çayan ve İbrahim Kaypakkaya yoldaşlar temelde ezilen halklar adına kavga ederken, bunun mücadelesini verirken hem halklar için hem de birbirleri için ölmüşlerdir. Anıları mücadelemize rehber olsun!

3 Mayıs 2011 Salı

İbrahim Kaypakkaya yoldaş: işkence ve poliste tavır

SORGU
Getirildiği görülen sanık İbrahim Kaypakkaya huzura alındı, hüviyet tespitinden sonra suç konusu olay ve örgütsel ilişkiler hatırlatılarak soruldu.

Sanık cevaben: Ben yoksul bir ailenin çocuğu olarak 6 yıllık Hasanoğlan İlköğretmen Okulu'nda yatılı okudum. Hasanoğlan'daki başarılı öğrenciliğim nedeniyle Yüksek Öğretmen Okulu'na gönderildim. Bir yıl hazırlık sınıfında okuduktan sonra İstanbul Çapa Yüksek Öğretmen Okulu'na ve aynı zamanda İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi'ne girmiş oldum. Bundan sonra devrimci gençliğin demokratik ve devrimci eylemlerine katıldım ve devrimci düşüncemi geliştirdim. 1967 yılında 9 arkadaşla birlikte Çapa Fikir Kulübünü kurduk. O dönemde FKF (Fikir Kulüpleri Federasyonu)'nun ve TİP'in bir üyesi olarak, onların düzenlediği bütün toplantı, forum, miting ve gösterilere katıldım. 1968 yılında okulun gerici yönetimi tarafından önce muvakkat ve daha sonra da kati olarak uzaklaştırıldım. Buna karşın Danıştay'dan yürütmenin durdurulması kararı almama rağmen okulun faşist idarecileri bu karara uymadı. Benim düşünce yapım, katılmış olduğum eylemler ve gençlik örgütündeki çalışmalarım, okuldan uzaklaştırılmamın başlıca nedenleri olarak gösterildi. Hatırladığım kadarıyla o zamanlar katıldığım, NATO'ya Hayır! ve Amerikan 6. Filosunu protesto eylemleri, Halk Âşıkları Gecesi düzenlemeye çalışmam, bazı bildirilerin dağıtılması ve işçi yürüyüşlerine katılmam öğrencilik sıfatıma zarar getiren hareketler olarak telakki edilmişti. Oysa bunlar, yurdunu ve halkını seven herkesin, kendi inancı ve bilinci doğrultusunda sürdürmesi gereken ve kişisel sorumluluğu olan çalışmalardır.

Gelişen zaman içerisinde FKF gençlik örgütünde bazı görüş ayrılıkları belirmişti. Bu bir bakıma, ilerleyen bilincin ve edinilen tecrübelerin doğal sonucuydu. FKF içindeki beliren başlıca iki görüş: Birincisi, FKF yönetiminin öteden beri TİP'in parlamentocu ve reformcu görüşü, İkincisi, milli demokratik devrimi savunan aşamalı devrim tezi. Bu düşünceyi ilk zamanlar Türk Solu ve Aydınlık Sosyalist Dergi, daha sonraları PDA ve İşçi-Köylü de savunmaya çalıştı. Türk Solu ve Aydınlık Sosyalist Dergi bazı olumsuz yanlarına rağmen, devrimci kadroların bilincinin ilerlemesine ve devrimci düşüncenin kavranmasına yardımcı oldu. Çünkü TİP ve yönetici kadrosu, devrimci kadrolar, işçiler ve köylüler arasında devrimci düşüncenin, Marksizm-Leninizm’in yayılmasını engelliyorlardı. Ben, TİP'in yöneticilerini, kendilerine sosyalist adını veren reformcu orta burjuva aydınları olarak görüyorum. TİP'in çizgisi de, orta burjuvazinin radikal kesiminin tutarlı reformist çizgisiydi.

Ben bu ayrılıkta MDD (Milli Demokratik Devrim)'i savunan grup içerisinde yer aldım. Türk Solu ve Aydınlık Sosyalist Dergi çevresi, tam ve kelimenin gerçek anlamında devrimci mahiyette olmamakla birlikte, TİP'ne göre, işçilerin, köylülerin, gençliğin ve diğer halk kitlelerinin demokratik ve devrimci anlamdaki eylemlerine biraz daha fazla ilgi göstermeye çalıştı.

Daha sonra 1969 yılında FKF'nin DEV-GENÇ'e dönüştüğü kurultayda, DEV-GENÇ ve Aydınlık Sosyalist dergi içinde de ayrılık oldu. Ben bu ayrılıkta Proleter Devrimci Aydınlık ve İşçi-Köylü dergi gazetesi çevresindeki arkadaşların grubunda yer aldım. Bu dergi ve gazetenin çıkışına, dağıtımına yardımcı olmaya, savunduğumuz görüşleri işçiler, köylüler ve gençlik içerisinde yaymaya çalıştım. Yine bu arada Trakya'daki topraksız köylülerin ellerinden toprağı jandarma gücüyle gasp etmiş büyük çiftlik sahiplerinin topraklarını işgal etmesi eylemlerine, İstanbul'da Demir Döküm, Sungurlar, Horoz Çivi, Pertriks, Ege Sanayi, EAS Akü, Gıslaved, Gamak, Singer ve Derby fabrikalarındaki işçilerin haklı grev ve direnişlerine yardımcı olmak için elimden geleni yaptım. 15-16 Haziran büyük işçi yürüyüşüne katıldım ve fırsat buldukça da faşistlerin üniversitelere yaptığı saldırılara karşı savunma mücadelesi veren devrimci gençliğin bu mücadelesine ve diğer demokratik eylemlerine katkıda bulunmaya çalıştım. Ben buraya kadar anlattığım şeyleri söylemekte bir sakınca görmüyorum. Bütün bunlar, o dönemdeki legal ve kanunen de suç olmayan faaliyetlerdi. Ben de, bir devrimci olarak bu faaliyetler içerisinde yukarıda anlattığım çerçeve içerisinde yer aldım. Bu çalışmalarımı, Marksizm-Leninizm’e inanan bir komünist devrimcinin halkın kurtuluşu için yapması gerekli çalışmalar olduğu kadar, devrimci gençliğin örgütü DEV-GENÇ'in üyesi olan bir devrimci gencin halka ve gençliğe karşı sorumluluğunun gereği olarak da sürdürdüm. Ancak şahsımı ilgilendiren konular ve hakkımdaki isnatları taşan hususlardan gayri, gençlik örgütü ve çalıştığım devrimci gruplar içinde başkalarını etkileyebilecek bir beyanda bulunamam. Anlatmış olduğum şeyler, gençlik ve içinde bulunduğum devrimci gruplar saflarında kendi çalışma ve düşüncelerimle ilgili bulunmaktadır. Başkaları hakkında beyanda bulunmayı, kişisel sorumluluk sahamı aşan bir hareket sayarım. Sıkıyönetim ilanına kadarki faaliyetlerim bunlardır.

Sıkıyönetim ilanından hemen sonra ve özellikle İsrail Başkonsolosu Efraim Elrom'un öldürülmesi olayının arkasından şiddetlenen faşist baskılar ve bir yığın tutuklamalar sonunda birçok genç ve aydın tutuklandı. Hatta DEV-GENÇ içerisinde kayda değer bir faaliyeti olmayanların dahi yakalanıp tutuklanmaları karşısında, benim de aranıp yakalanacağımı tahmin ederek uzun bir süre gizlendim. Gizlendiğim yer ve bu devredeki ilişkilerim konusunda herhangi bir şey söylemeyi gereksiz buluyorum. Kaçak bulunduğum dönemde ve tahminen 1972 Nisan ayı sonuna kadar elime Şafak adlı dergi ve Şafak yayınları geçmekte idi. Bu yayınları bana kimin nasıl getirdiği konusunu önemli görmüyorum ve bu konuda bir şey söylemeyi de gereksiz buluyorum. Şafak Dergisi’nde ve yayınlarında demokratik halk devrimi açısından katılmadığım bazı görüşler yer almakla birlikte, bir devrimci çalışmanın varlığından ve sürdürülüyor olmasından memnuniyet duydum. Daha sonra bu yayın organını çıkaran örgütle herhangi bir ilişki kurmaksızın, bulunduğum yerde kendi olanaklarımla ve kendi düşüncem doğrultusunda propaganda ve bilinçlendirme çalışmaları yaptım. Şafak yayın organının, Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi (TİİKP) adlı bir örgüte ait olduğunu ve böyle bir örgütün varlığını bilmiyordum. Bunları daha sonraları, bu örgütle ilgili yakalama haberleri dolayısıyla radyo ve gazetelerden öğrendim. Ben, bu illegal örgütün yöneticisi olduğunu söylediğiniz Doğu Perinçek ile sorgularınızda iddia ettiğiniz gibi bir ilişkide bulunmadım. Ve bana Doğu Perinçek tarafından örgütsel veya başka bir görev verilmedi. Esasen Doğu Perinçek'i de tanımam, sadece sıkıyönetimden önce adını duymuştum. Kendisini PDA'ya yazı yazan bir devrimci olarak biliyordum. Sizin deyiminizle, Şafak Örgütü’nün illegal organizasyonuna katılmadım. Bu devredeki çalışmalarımla ilgili herhangi bir şey söylemeyeceğim. Çalıştığımı söylememin şahsi sorumluluğum açısından yeterli olduğu görüşündeyim. Ben sormuş olduğunuz şekilde Malatya ve Tunceli bölgelerinde faaliyet göstermedim.

Çalışma alanım buralar değildi ve neresi olduğunu söylemeyi de gereksiz buluyorum; neresi olmadığını belirtmeyi yeterli görüyorum. Benim, bahsettiğiniz TİİKP adlı örgütle hiç bir bağlantısı olmayan kişisel nitelikteki faaliyetlerim, Türkiye Komünist Partisi (Marksist-Leninist) ve Türkiye İşçi Köylü Kurtuluş Ordusu saflarına katılmama kadar sürmüştür. Sonradan katıldığım bu örgütlere ne zaman katıldığımı hatırlamıyorum. Ve beni bu örgütlere kimin aldığını söylemeyi de gereksiz buluyorum. TKP/ML ve ona bağlı TİKKO örgütlerinin kimler tarafından kurulduğunu ve yönetildiğini bilmiyorum. Yalnız bu örgütlerin saflarına katıldığımı ve onların illegal üyesi ve taraflısı olduğumu saklamıyorum ve bu örgütlerin üyesi olmaktan büyük bir kıvanç duyuyorum. Bu örgüt içerisindeki çalışma yöntemim ve örgütün kuruluşuna esas olan düşünceler, bahsetmiş olduğunuz yazılarda geniş ölçüde yer almaktadır. Mensup olduğum bu örgütlerin "ŞAFAK REVİZYONİZMİ TEZLERİNİN ELEŞTİRİSİ", "TÜRKİYE'DE MİLLİ MESELE", "TÜRKİYE'DE KEMALİST HAREKET, KEMALİST İKTİDAR DÖNEMİ, İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI YILLARI ve 27 MAYIS HAREKETİ", "BAŞKAN MAO'NUN KIZIL SİYASİ İKTİDAR ÖĞRETİSİNİ DOĞRU KAVRAYALIM" başlıklarını taşıyan ayrı ayrı, uzun ve örgütün görüşlerini yansıtan tezleri ve düşünceleri kabul ediyorum. Bu başlıklar altındaki yazılara benim de görüşlerim diye imzamı atmaya hazırım, fakat bu yazıların esas olarak kimin veya kimler tarafından kaleme alınmış olduğunu bilmiyorum. Ben bu görüşler doğrultusunda devrimci mücadele vermek üzere 1973 Ocak ayı başlarında, faşist güçler tarafından şehit edilen yiğit arkadaşım Ali Haydar Yıldız ile Tunceli'ye gelmiştim. Köylüleri devrim için, halk ihtilali için örgütlemek amacıyla köylere gitmiştik. Buradaki çalışmalarımız 24 Ocak 1973 günü, kalmış olduğumuz Vartinik mezrasındaki komün basılmasına kadar sürdü. Bunlar dışında başka bir açıklamaya gerek görmüyorum.

Esasen biz komünist devrimciler, prensip olarak siyasi kanaatlerimizi ve görüşlerimizi hiç bir yerde gizlemeyiz. Ancak örgütsel faaliyetlerimizi, örgüt içinde bizimle birlikte çalışan arkadaşlarımızı ve örgüt içerisinde olmayıp da bize yardımcı olan şahıs ve grupları açıklamayız. Kişisel sorumluluğum açısından gerekeni zaten söylemiş bulunuyorum. Ben buraya kadar anlattıklarımı samimiyetle inandığım Marksist-Leninist düşünce uğruna yaptım. Ve sonuçtan asla pişman değilim. Ben bu uğurda her türlü neticeyi göze alarak ve can bedeli bir mücadeleyi öngörerek çalıştım ve neticede yakalandım. Asla pişman değilim. Bir gün elinizden kurtulursam gene aynı şekilde çalışacağım" dedi. Başka bir diyeceği olmadığını söyledi ve birlikte tutulan işbu zaptı, okunup imzalandı (21 Nisan 1973, TKP/ML, TİKKO, TMLGB Davası, Klasör No 3, Dosya No 1, Sıra No 4)

"İbrahim Kaypakkaya 'ya, iddia edilen suç konusu olay anlatıldı ve huzurdaki şahıs gösterilerek soruldu. Sanık Ôben burada gösterdiğiniz şahsı ve Hacı Erdoğan'ı tanımıyorum. Sizlerin iddia ettiği gibi bu şahıstan nüfus cüzdanı filan almış da değilim. Üzerimden çıkan ve burada gösterilen şahsa ait olduğunu söylediğiniz hüviyet cüzdanını Malatya'da buldum. Sıkıyönetimce arandığım için, hüviyetimi gizlemek amacıyla, bulduğum bu nüfus cüzdanına kendi fotoğrafımı yapıştırdım. Ben proletaryanın ideolojisini benimsemiş, halkın kurtuluşunu savunan bir komünistim. Bir sınıf mücadelesi olan size karşı yürüttüğüm mücadelede böyle şeyleri doğal karşılıyorum. Karşımda bulunan ve üzerimde bulunan hüviyet cüzdanının kendisine ait olduğunu söylediğiniz şahsı tanımıyorum; onun beni tanıyorum demesi, ya sizin işkence ve baskılarla zorlamanızdan, ya da yine aynı sebeple korkması dolayısıyla yalan söylemesinden ileri geliyor; bunun sebebini ben bilmem' dedi.

Sanık İbrahim Kaypakkaya’ya huzurdaki diğer üç kişi gösterilerek, suç konusu olay izah edilip soruldu. Sanık, Ôben, burada bana göstermiş olduğunuz üç köylüyü tanımıyorum ve bu kişilerle de hiç bir zaman hiç bir yerde karşılaşmış değilim; bu üç köylünün bana baskından sonra yardım ettikleri iddianız da yalan ve uydurmadır. Ben, müsademe sırasında yaralanmış olduğum için ekmek dahi yiyemiyordum. Huzura getirilmiş olan bu üç köylü, benimle hiç bir ilişkileri olmadıkları halde, fiilsiz, sebepsiz ve haksız olarak buraya getirilmiş ve kendilerine baskı ve işkence ile gözdağı verilmek istenmiştir. Bu, faşizmin bir zulüm örneğidir ve faşistlerden halka zulmetmenin hesabı er geç sorulacaktır' dedi." (TKP/ML, TİKKO, TMLGB Davası Dosyası, Klasör No 3, Dosya No 4, Sıra No 13/2)