10 Aralık 2019 Salı

Ölümünün 15. yılında Şefika Necla Kaya yoldaşı anarken

Şefika Necla yoldaşı bundan 15 Aralık  2014 yılında kahrolası kanser hastalığında kaybettik. Komünist kadın savaşçı olarak 49 yıllık yaşamının ezici çoğunluğunu devrim ve sosyalizm savaşımının başarısını adadı.

Biliyoruz ki yaşamın bir başka anlam kazandığı alanlarda durdurmaz yaşamı ölüm. O sadece derinleşen özgürlük çığlığında ince bir kavşaktır. Yaşamı anlamlı yaşamaktır, ölümü anlamsızlaştıran derin bir anlam yükleyen özgürlük mücadelesine. İşte bundandır ki kavga erlerimizin yaşamları, yaşamın resmedildiği özenle hazırlanan en güzel kır çiçekleriyle süslenen deftere aktarılır, yaşamın kutsal ve zorlu gerçeği.

Dahası en büyük değerlerden biridir yoldaşların anılarını yaşatmak. En yalın onlara yansız özgürlük hissetmelerimiz. Onlar, oralara yaşamımızın gizemli perdesini ve onlar bir daha anlatır yaşam gerçeğimizin vazgeçilmez güzelliklerini. Çünkü bizim özlemlerimiz sayfaların satır aralarında gizlidir yaşam gerçeğimiz gibi Necla yoldaşı kadının özgürleşmesi yürüyüşünde bir öykünün adı olarak 15 yıl oldu. Ama o hala dün gibi bizimle yaşıyor. Onurlu bir yaşamın ardından sonsuzluğun yolunu tutan bir yolcu olan Necla yoldaş, Erzurum’dan İstanbul’a oradan yurtdışına kadar uzanan uzun yolculuğundan, O, bir ülkenin sınırlarına sığmayan enternasyonalist bir devrimci olarak bir kıtayı boydan boya arşınlayan bir kadın özgürlük savaşçısıdır.

Yüreğini halkının kimsesizliğine adayan bir sevda çığlığı olan Necla yoldaş, coşkunun ve sevincin ağız dolu gülüşüydü. Ne kadar sevsek onuru Necla yoldaşı o kadar sevmiş oluruz. Onurluca yaşadı her özgürlük savaşçısı gibi, doyasıya ve ağız dolusu özgürce bir gülüşle yaşadı 49 yıl. Dopdolu bir yaşama sevinci ve mücadele aşkı bıraktı ardından bizlere. Ne zaman düşsek yalnızlığa ve acıya, biliriz ki Şefika Necla yoldaş, yine bize moral veren bir sevgidir yanı başımızda. O, yüreğimizin sırra erdiği bir zamanın tek konuğudur. Özgür kadının örneğidir derdik Şefika Necla yoldaşa, çünkü her bakımdan köleleştirilmiş kadının konumunun zorlu mücadelelerle aşılacağına inan komünist bir kadın militan, bir özgürlük savaşçısıydı.

Biliyoruz ki, Şefika Necla yoldaş nice zorlukları ve ihanetleri yaşadı. Bir dönemler ekmeğini paylaştığı yoldaş olan MLKP tarafından kaçırılıp her türlü kirli yöntemlere maruz kaldı. Faşizmin devrimcilere dayattığı “bizim söylediklerimiz kabul et kurtul” ihanet dayatması ve ailesini, çocuğunu kullanması, ölüm senaryosu düzenlenmesi, kontracı yöntemler en yakını ablasının aşağılık dayatmalarını yaşadı. Kısacası devrimcilik adına ihanetin ve kontracılığın  en aşağılığını yaşadı. Necla yoldaş tüm bunları, farklı düşünüp ve farklı bir örgütsel oluşuma gittiği için yaşadı. Bu derin kontracı ihaneti ve acıları yüreğine açılan derin yarayı kendi ellerinle kapatmaya çalışan Şefika Necla yoldaş, umudunu asla yitirmedi. Biliyordu ki umut yolcuları dinmeden ve durmadan acıları ve yoksunlukları aşarak hedefe yürüyeceklerdir. Nere de ve nasıl olursa olsun umut yolculuğumuzdan asla vazgeçmek yok. Ta ki özgürlük bayrağını zafer burçlarına dikene dek sürecek.

Nitekim Necla yoldaşa kontracılığı dayatan MLKP yöneticileri birer birer mücadeleyi terk ederek düzene döndüler ya da ellerindeki devrimci kanı ve kontracılığı unutarak yaptıkları ve sorumlu oldukları kirlilikleri unutturmaya çalıştılar.  

Dün Necla yoldaş ve birçok yoldaşa silah sıkıp bıçak vuran, çivili sopalarla pusu kurup saldırılarına ve devletin gözaltı kayıplarında kullandığı kaçırma yöntemlerini kullanan MLKP bugün lanetle anılmaktadır.

Necla yoldaşın kişiliğini şekillendiren temel olgu kadının özgürlük mücadelesinin kendini yaratma eylemine dönüşmüş olmasıdır. Yoksa bu ihaneti aşması olanaksız olurdu. Sınırsız, sürekli anlam kazanarak büyüyen, ütopyalarla yoğrulduğu kadar yeni yaşamın hayallerini bunları gerçekleştirme mücadelesiyle birleştiren, bulduğu kadar yeniye yönelen, sonsuz anlama ve yaratma merakıyla arayışlarını sürekli canlı tutan, salt arayışların rüzgarında kalmayıp ulaştığı özgür yaşam damlalarını derinliğine yaşayan, yaşattıran ve soluduğu havaya yayan, bunu günlük yaşamında sürekli bir akışa dönüştüren bir yaşam tablosudur Şefika Necla yoldaş.

Şefika Necla yoldaş “Özgür kadın mücadele eden kadındır” şiarını kendi yürüyüşünün pusulası yapan özgür kadın kişiliğidir. Tarihte ender görülen kişilikler olduğu gibi bizim mücadele tarihimizde de örnek kişilikler vardır. Acılarla örülen tarihi, halkın umutlarını ve acı çeken kadınları unutmayan mücadelecilerdir onlar. Gerçek özgürlüğü küçük hazlara değiştirmezler. Sıradan gözler yetişmez onların görüş açılarına. Çelişkileri derinden yaşadıklarından acıları da derinden yaşarlar.

Yok oluşun eşiğine getirilen halkın ve kimliksizleştirilen kadının hakikatini çağırırlar. Hakikat ve ikiyüzlülük, karanlık ve aydınlık, güzellik ve çirkinlik, barış ve savaş, özgürlük ve kölelik olguları damla damla onların içinde yaşanır ve süzülerek onların öz kişiliğini oluşturur. Onlar her güne yeni bir doğumu sığdırırlar ve duruşlarıyla yeni bir mücadele ilanı yaparlar tüm egemenlik kuşatmalarına karşı, güzelliklerin nöbetçisi olma kararlılıklarını ne kar ne fırtına ne de hiçbir tufan engelleyemez.

Yaşamak için yaşamayı öğrenmek, öğrendiklerini anlamak, anladığını uygulamak, uyguladıklarının sonuçlarını değerlendirmek ve bu değerlendirme ışığında yaşamayı ne kadar hak edip etmediğinin muhasebesini yapmak gerekmektedir. Necla yoldaş bu mücadeleyi kendi bedenini bu terazide tartmış, ruhunu buradan çıkan sonuçlarla anı anına muhakeme etmiş ve kendini, kendisiyle bu zorlu mücadelenin sonucunda yaratmıştır.

Yarattığı bu kişilik, yarattığını yaşamın akışına katan, kendini kuşatmakla, oluşanla yetinmeden, kendini hiçbir şeyin üstünde görmeden, öğrendiklerine rağmen öğrenme ve öğretme eylemini günlük yaşamın ayrıntılarına yerleştiren, aynı yolu paylaştığı yoldaşlarıyla yaratmak istediklerini gerçekleştirmenin çabasını veren, bunu yaparken bireyi reddetmeden, yıldırmadan, mütevazı bir yürek ve beyinle, değişimin gerekliliğine inanarak, değişimin kazanımlarıyla onurlandırarak ve bireyi bunun iç sorgulaması kadar kutsal çabasına yönelten sürekli bir esintiyi kendine kabul etmiş ve devrimin gerektirdiği fırtınalı kişiliğe bir örnek olmuştur. Çünkü Şefika Necla yoldaşın insanı algılayışı ve insan yaklaşımı, hümanizmin yorumlanması, duygu ve akılla yoğrulan özelliklerin onurlu yaşamaya yönelen insan uğruna davranışa dönüştürülmesi, insanlığın bugün yaşadığı olgunluğun kocamış dünyada duygulanımlarla bütünleştirilerek bir yaşam tanımının oluşturulması hedefine kilitlenmiştir.

Şefika Necla yoldaşın tüm yazıları, değerlendirmeleri, konuşmaları, mektupları ve yaşamının tamamına yaydığı düşünceleri; sosyalist sevgi ve sosyalist öğretiyi yaşama esası üzerine kuruludur. Bu sevgi O’nda aşk düzeyindedir ki onsuz yaşamayı düşünemez. Bu sevgi, gerekliliklerini her şeye rağmen yerine getirmenin, zorluklara hazır olmanın ve bunu yapabildikçe yaşamını anlamlandırmanın kendini dayattığı bir sevgidir.

Şefika Necla yoldaşın kişiliği, kendine örnek aldığı komünist önder kadınları miras olarak aldığını, neleri tarihten bugüne taşıdığını, hangi aşamalardan damıtarak kendini bugüne getirdiğini bilmek, bizleri O’nun şahsında gerçekleşen özgür kadın kişiliği hakkında aydınlatacaktır. Bu somut örnekle ortaya çıkan özgür kadın gerçekleşmesi bizler için yaşamın her anında, her türlü yaşamsal olguda ve hayallerimizde dahi kendimiz için örnek alacağımız bir özgür kadının portresidir.

Dahası sınıf savaşımı dur durak bilmeden sürüyor. Şehitlerimizin yaşamı ve mücadelelerinden öğrenmek ve onların erdemleriyle donanmak için daha çok çaba göstermeliyiz. Başka türlü mücadeleyi ileriye taşımak olanaksızdır. Eşitlik ve özgürlük yüklü güzel günleri yakalamak için kavgaya sıkıca sarılırken, Şefika Necla yoldaşı, ölümünün 15. yılında sevgi ve saygıyla anıyor ve yoldaşların olarak ideallerini bayraklaştıracağımıza söz veriyoruz.

Özgür kadın Şefika Necla yoldaş ölümsüzdür!
Özgür kadın özgür toplumda olur!

24 Kasım 2019 Pazar

18. yıl önce Ölüm Orucu'nda kaybettiğimiz Ali Ekber Barış yoldaşı anarken

Ne yapsam ne söylesem ve ne düşünsem, nereye gitsem hayat, yine de çözüm bekleyen yanların olduğunu biliyorum. Seni köhnemiş bir zindanda tanıdım. Hiç yüzünü görmedim, sesini duymadım ama yazılarını, resimli duygu yüklü mektuplarını fakslarını okudum ve birde ben gidiyorum ama beni ailemi unutmayın diyen vasiyetini. 18 Ekim 2001 yılında KP-İÖ'nün ikinci grup Ölüm Orucu savaşçısı olarak zindanlarda dayatılan teslimiyet ve ihaneti parçalamak için, tam 6 ay bedenini açlığa yatırarak ölümsüzler ordusuna katılan Ali Ekber Barış yoldaşı anmak, onu anlamak ve genç kuşaklara taşımak, bir yerde silkinip yenilenmek büyük önem taşıyor.

Bunun içindir ki, her bir yoldaş öncelikle Ali Ekber Barış yoldaşın yaşamını ve devrimci kavgasını okumalı - ders çıkarmaları ve öncelikle aynayı kendisine tutmalı, ben ne kadar şehit yoldaşlara sahip çıktım ve On’lara verdiğim sözlere ne kadar bağlı kaldım sorularını sorup ve yanıt vermelidir Ne kadar devrimci vicdanımıza dokunduk, ne kadar vefa duygusu içinde olduk.

Hiç yorulmadan dönen bir değirmen taşı olarak gördüm güneşi. Aynı yerde dönüyordu taşları. Onu çeviren zaman, su olmuştu 24 saatlik dilimlere bölünüp. Siyah ve beyaz renkli elleriyle hızlı vuruyordu ki taşlara, hızına yetişmek mümkün değildi. Gecenin gündüzün düşleri arasında, un ufak olan ömür, uçsa da, kaçsa da toprağa düşüyordu sonuçta.

Yer açmak için yenilerine, yeşillerine süzülerek uçtular. Bazen sulara, bazen, bazen taşlara, bazen çimenler üstüne. Uzaklaşıp gitti zaman dönmemek üzere, onları da katarak önüne…

Ve ben geç kalmıştım, bazı gerçeklerin olduğu gibi nitelenmesinde: kuşlara, arılara, çocuklara, otlara, deliğinden takırdayan farelere, yavru kediye, yılana.

Ah yıldızlar. Ne zaman başımı kaldırıp baksam gökyüzüne, yerinizdesiniz. Attığınız demirlerimi gözlerimize değen ışıklarınız. Öyle ise sakın toplamayınız halatlarınızı, kendiniz gibi beni de yerime çivilediniz ve ben geç kalmışım, özlemim durak bilmez yollarında, ihanetin ihanet olduğunu anlamadan, safça yalanları gerçek olarak algılamaktan, hazırlıksız yakalanıp yürüdüğümü anlamak için.

İkilerde mi düğümleniyordu yaşam.? Ateş ile su, yer ile gök, sevgi ile nefret, kadın ile erkek iyi ve kötü hep yan yana mıydı ?.Ben ile ruhun iç içeliğin de yok muydu bir tersliklerimiz, garipliklerimiz.

Hem cenneti, hem cehennemi mi yaşıyorduk aynı anda. Tutunan yanımıza kimler egemen olmuştu böyle? Ve tutulamayan yanımızla hangi uzak ellerde çiçek topluyorduk? Hangi gözlerle sevgi buluyor, hangi yüreklerde aşk arıyorduk. Uçan böceklere ne zaman boyun eğmişlik böyle?

Hep uzaklarda filizlenen duygular değil miydi bizi kendine çeken? Ne olduğunu bilemediğimiz düşler, rengini, soluğunu, biçimini öğrenmediğimiz yüzler değil miydi?

Yüreğimizde ona dokuna bilme umudu taşıdık hep. Pusulasız yollarda, adresiz şehirlerde sokaklar ve evler tanıdık gibi geldi de, parmağımızı uzatamadık bir kapının ziline.

Dimdik bekledik hep, bize bir ses ‘gel’ desin diye. Ama hiç yitirmedik içimizdeki özlemi, devrime olan umudu. Şimdinin nasıl dünü varsa, yarınında bugününü yönelttik özgürlüğe yaşamamız bunun içindir. Mavi bir çiçeğin kokusunu koklar gibi, pınar başlarında yudumlanan bir avuç soğuk su gibi, açlığı bastıran bir lokma ekmek gibi, türkü gibi, marş gibi, şiir gibi, özgürlüğe kanat çarpan kuşlar gibi, hücrede direniş türküsü söyleyen ıslık gibi, ölüm orucunda milim milim ölüme koşan Ali Ekber Barış yoldaş gibi.

Ey sevgili yoldaş, sen gideli kocaman 18.yıl oldu ama hasretin bir türlü dinmedi. Nice acılar ve ihanetler yaşadık sensiz. İhanetler zoru görünce kaçanlar, düzene dönenler. Ama ben seni bir adım gizemime sarıp doldurdum hep yüreğime. Savaşa ve yıkıma karşı mücadelenin etkisi ve emekçilerin sokakları canlandıran sonbaharın kasveti ama devrime dönecek olan devrimci rüzgarın esintisinde, senin umudunu buluyorum yoldaşım. Daha sıkı sarıp sarmalamakta.

Sevgili Ali Ekber yoldaşım: seni anmak tüm güzellikler için dövüşmekti. Seni anlamak halkın acılarını ve yoksunluklarını dindirmek için daha sıkıca sarılmaktı mücadeleye. Seni sevmek daldan kalan sonbahara direnen son yapraktı, gönülden açan özgürlük kuşuydu.

Adeta trenin köprüden son geçişi, nehrin denize son ulaşmasıydı. Ellerini üstümden, sesini sesimden, duygunu gözlerinden ve sözlerimden esirgeme. Seninle yıkılıyım toprak üsten, kar altına, yağmur sularına karışayım. Kavga olup çıkar başını karın altında, inadına filiz veren kardelenler gibi. Başını baharda papatyalarla, çiğdemlerle, nergislerle açtır. Itır kokayım hep yanında yeniden yeniden. Ama sakın ola bana geç kalma deme. Bak kara bulutlar dağılıyor, kavga sesleri geliyor her yerde, vasiyetine bağlı kalıp İnşamız daha da büyütmek için atıyoruz yüreğimizi kavganın kızgın ateşine.

Vasiyetini yerine getirmek için bıçağı daha sıkı bileyliyor ve yarım bıraktıklarını tamamlamak için anılarımızı tazeliyoruz.

Yoldaşın Kemal Çelik

13 Eylül 2019 Cuma

Pir Ahmet Solmaz’ın anısı: Emperyalizme faşizme ve her türden gericiliğe karşı mücadele bayrağıdır

Proletarya hareketinin yiğit neferi Pir Ahmet Solmaz 13 Eylül 1977 yılında kaybettik. Pir Ahmet yoldaş, M-L Hareket’in bir militanı olarak devrimci çalışma yaptığı Elazığ'da faşist polislerce 2 Eylül 1977'de gözaltına alındı. 1 Eylülde 1977 yılında mezarı başında yapılan Ali Haydar Yıldız yoldaşı ama töreninin dağılmasından sonra polis, dağılanlara gözdağı vermek amacıyla, toplayıp işkenceye çekiyordu. Polisin bu baskıları törenden bir kaç gün sonraya dek aralıksız mahalle mahalle dolaşarak, şüphelendiğini gözaltına alıyor ve işkenceye çekiyordu.

İşte Pir Ahmet bu baskıların sürdüğü koşullarda 2 Eylül 1977 yılında polisçe gözaltına alındı.

Pir Ahmet yoldaş polis tarafından yakalandıktan hemen sonra işkence altına alındı. 5 gün 5 gece ağır işkenceler komünist kararlığın örneğini vererek ser verdi sır vermedi. Yapan işkencelerin etkisiyle işkenceden çıkarıldıktan üç sonra 13 Eylül'de şerefle taşıdığı Marksist-Leninist bayrağı yoldaşlarına devrederek ölümsüzler ordusuna katıldı.

4 Eylül 2019 Çarşamba

Karanlığa ışık olan Turan Dursun’u katledilmesinin 29. yılında anarken

Din alanda uzman olan ve eleştirel yaklaşımlarıyla şeriatçıların yalanlarını açığa seren Turan Dursun 4 Eylül 1990 yılında Şeriatçılarca hunharca katledildi. Turan Dursun öldürüldü. Ama düşünceleri yok edilemedi. Çünkü bir kez ortaya çıktıktan sonra maddi bir güce dönüşür. "Din Bu" yu ve Turan Dursun’u okuyunca, bu çok bilinen gerçeği bir kez daha ayrımına vararak düşünüyor insan. Şeriatçı faşist gericiler Turan Dursun’u öldürmekle yeni bir efsanenin doğmasına yol açtılar sanki. Işıklı düşünceler tüm parıltılarıyla yolumu aydınlatırlar ve asla yok olmazlar.

Daha güzel bir dünyanın, daha, özgürlüklü dünya olmadan gerçekleşemeyeceği açık. Daha özgürlüklü bir dünyanın kurulabilmesi içinde "tabuların yıkılması gerekir” Her türlü tabu yıkılmalı. Özgürlükleri bağlayan her türlü zincir kırılmalı. En başta kafalardaki iman zinciri "Daha güzel" daha bir dünyanın kurulmasıdır Dursun'un istediği. Bunun için aydınlık gerekir, ışık gerekir: Akıl ve bilim aydınlık kesimdedir. “Din” ve “iman”sa karanlık kesimde. “Aklın”, “bilimin" ölçüleri bellidir. “Gözlem” vardır, “deney” vardır, “nesnellik” vardır. Yolu “ışıklandıranlar"da bunlar. Din ve imandaysa bunlar yoktur. Karanlığı da bundandır. Görülüyor, bir aydınlanmacı Turan Dursun. Lenin, Çarlık Rusya’sının dinsel karanlığının yoğun günlerinde Engels’de esinlenerek şöyle diyordu arkadaşlarına: “Bir zamanlar Engels’in Alman sosyalistlerine verdiği öğüdü şimdi bizim izlememiz gerekebilir, on sekizinci yüzyıl Fransız aydınlanma dönemi düşünür ve ateistlerinin yazıları çevirmeli ve geniş ölçüde yayılmalıdır. Sanırız bu sözler iki binli yıllarda bizler içinde geçerli. Genç kuşakların bu yazıları pek okudukları söylenemez.

24 Ağustos 2019 Cumartesi

Katledilmesinin 23. yılında Kemal Yazar yoldaştan öğrenerek ilerlemek

Proletarya devriminin zafere taşınması ve kurumuş toprakların suyla yeniden canlanması için, özel hamurdan yoğrulmuş özel iplikte dokunmuş yaşamlarını örgütlü savaşıma adayan önderlerden özel yetenek ister, MLKP önderliğinin ihanet yüklü suikasti sonucu, 21 Ağustos 1996 yılında Almanya’nın Duisburg kentinde bedenine sıkılan onlarca kurşunla katledilen Kemal Yazar yoldaş gibi önderlere ancak proletaryanın saflarında rastlanır. O proletaryanın en iyi özelliklerini kendi bünyesinde toplamıştır. Böyle olduğu içindir ki, “Kapitalizmin karşı inatla ve ısrarla isyan eden” görünümündedir.

Elbette insanların yeteneklerini öldüren ve tek yanlı gelişmeyi dayatan kapitalist toplumda, komünist önderler kolay yetişmez. Hele Kemal gibileri daha zor yetişir. Son 40 yıllık süreç, devrimimizin neden ileri atılamadığı sorularına yanıt aramaya çalışıldığında hep karşımıza, devrimci sosyalist önderlik sorununun çıktığı görülmektedir.

Hiç şüphe yok ki komünist önderleri biçimlendirende koşullardır, mücadeledir; ama bütün bunların aynı kulvarda buluşması i gerekiyor. Kemal Yazar yoldaşın devrimci yaşamına kısa bir göz atmak bile, onun devrimci teori ile devrimci pratiği birleştirmedeki çabası ve titizliği, bu alanda göstermiş olduğu devrimci irade net olarak görülür. Kemal Yazar yoldaş 1958 yılında Erzurum’un Tekman ilçesinde Kürt yoksul bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Yoksulluk Kemal’i ailesiyle birlikte daha küçük yaşında İstanbul varoşlarına taşıdı. Kemal yoldaş devrimci hareketle 1970’li yıllarda tanıştı ve bu yıllardan itibaren, teori ile pratiğin kaynaştırılmasına özel bir önem vererek, devrimci mücadelenin ortasında buldu kendisini. Devrimci teoriyi mücadele içinde kavramaya ve kavradığını pratiğe sürerek devrimin örgütlenmesini ileri taşımaya çalıştı. O genç yaşında, devrimci görevlerin ağırlığının altına girmekten ve sorumluluk omuzlamaktan geri durmadı. Her zaman en ön saflarda sorumluluk omuzladı, bu görevlere içtenlikle sarıldı, grevlerde, gecekondu direnişlerinde, kitle gösterilerinde ve yasa-dışı eylemlerde ve askeri pratiklerde hep Kemal ön saflarda; ya sorumluluk üstlendi ya da eylemin yönlendiricisi oldu.

21 Ağustos 2019 Çarşamba

Kürt halkın iradesi gasp edilemez faşist 19 Ağustos darbesine sesiz kalmayalım

Erdoğan'ın önderliğindeki Hitler taslağı faşist şeflik rejimi içeride ve dışarıda sıkışmışlığı açmak adına Kürt halkının ezici çoğunluğunun iradesiyle seçilmiş olan HDP'nin kazanmış olduğu Van, Mardin ve Diyarbakır büyükşehir belediyelerini içişleri bakanlığının darbesiyle gasp etti. 23 Haziran yerel seçimlerinde önemli oy kaybı sonucu bir çok metropol kenti kaybeden Cumhur İttifakı, sandık kaybettiğini devletin gücünü devreye sokarak ve halkın iradesini hiçe sayarak intikam saldırılarına girişti. Derin ekonomik kriz, AKP'nin bölünme olasılığının artması ve dış politikada neo-Osmanlı hayallerinin çökmesi saray iktidarının daha pervasız davranmaya itti.

Demokrasi adına faşizmi pekiştiren ve en küçük muhalefeti bile "Yıkıcı ve bölücü odak" olarak damgalayan Saray faşizmi bir kez daha Kürt düşmanlığını kaşıyarak ve Kürt halkının iradesini hiçe sayarak dağılmaya yüz tutmuş faşist dinci tabanını "Vatan, Millet, Sakarya" yalanıyla konsolide etmeye çalışıyor.

Ne ki onlarca yıldır uygulama da olan kirli savaş ve Kürtleri, demokrasi ve özgürlük güçlerini devletin demir yumruğuyla ezme politikası artık piyasada pek alıcı bulmuyor. Bunun vermiş olduğu hırçınlıkla Saray daha fazla faşist yöntemlerle ve yasaklar, hak gasplarıyla toplumsal muhalefetin sesini boğmak ve şeflik rejimini pekiştirmek istiyor.

Saray faşizmi bugüne kadar emekçilerin örgütsüz ve dağınıklığından yararlanarak faşist halk düşmanı politikalarını kolayca uygulamaya sokuyordu. Gelinen durumda faşist terör, baskı ve kayyum politikaları ve işgallerde Saray iktidarının güç kaybetmesine çare olmamıştır. 23 Haziran yerel seçimlerinde Saray iktidarı ve ittifak güçleri ağır darbe almış ve güç kaybına uğramışlardır. Verilen sözlerin hiç birisi yerine getirilmemiş be küçük bir azınlığın zenginleşmesi ve egemenliğini güçlendirme dışında Saray iktidarı emekçi halklarımızın çözüm bekleyen; demokrasi, özgürlük, iş, ekmek, eğitim, sağlık vb. sorunlarına yanıt olamamıştır.

Saray iktidarının elinde, faşist terörü artırma ve devletin sopasını sallama dışında başka bir şey kalmamıştır.

Buradan olarak faşizmin anladığı tek dil demokrasi ve özgürlük, iş ve ekmek için mücadele eden tüm güçlerin eylem ve güç birliği içinde bir arya gelerek HDP belediyelerine yönelik Kayyum darbesinin karşısında durmak ve birleşik direnişi örmektir.

Halkın iradesi gasp edilemez kayyum kararları iptal edilsin belediyeler halkın seçtiği iradeye teslim edilsin. Bugün Van, Diyarbakır ve Mardin belediyelerinin kayyum darbesiyle ele geçirilmesine sesiz kalmak, yarın İstanbul, Ankara, İzmir be muhalif belediyelerin Saray faşizmi tarafından kolayca gasp edilmesinin yolu açacağını unutmayalım.

Saray  faşizminin çöktürerek teslim alma planını boşa çıkarma ve kazanılmaları korumak için, tüm  demokrasi ve özgürlük güçlerini sokağa eyleme ve HDP belediyeleriyle dayanışmayı yükseltmeye çağırıyoruz!

Halkların iradesi gasp edilemez!
Kahrolsun faşist saray rejimi!
Yaşasın emekçi  halkların  birleşik direnişi!

20 Ağustos 2019 

1 Ağustos 2019 Perşembe

İlkesiz ve yaşamın gerçekliğinden kopuk birlikler daha büyük bölünme ve parçalanmaların zeminini olmuştur

Giriş
Aslında Türkiye devrimci hareketinin uzak ya da yakın tarihine ayna tuttuğumuzda göreceğiz ki güç olma iyi niyetiyle başlayan ama ilkeler ve Türkiye devrimin temel sorunları ve ML ilkler, örgütsel pratik çalışmanın yaratmış olduğu güven ilişkileri zemininde gerçekleştirilememiş örgütsel birlikler daha güçlü bölünme ve parçalanmanın yolunu döşemiştir.

Biz bu yazımızda daha çok devrimci saflar içinde gördüğümüz akımların gelişim çizgileri ve gerçekleşen örgütsel-pratik birlikleri üzerinde durmaya çalışacağız. 

İdeolojik, teorik, örgütsel ilkeler temelinde birlikle eylem ve güç birliği bir birine karıştırılmamalıdır
Sarayın önderliğinde faşist dinci diktatörlüğün işçi sınıfına, emekçi halka ve Kürt Ulusal Hareket’e yönelttiği çok yönlü ekonomik -sosyal ve politik saldırılarının yoğunlaştığı ve buna karşılık işçi sınıfının hem önemli ölçüde örgütsüz ve dağınık ve hem de başına çöreklenmiş olan sendika ağalığının egemenliği nedeniyle, grev, direniş vb. eylemlerde istenilen çıkışın yaşanamadığı, Kürt Ulusal Hareketi’ni her şeye rağmen direnmeyi sürdürdüğü, şehir küçük burjuvazisinin hoşnutsuzluk ve öfkesinin arttığı ve sendikal özgürlük talebinin öne çıktığı, küçük üreticilerin "taban fiyatlara" karşı tepkisini dışa vurmaya çalıştığı günümüz koşullarında; bunlara bu yükselişin daha çok kendiliğindenciliğin damgasını taşıdığı, kitlelerin büyük oranda örgütsüz olduğu ve var olan kitle örgütlerinin altının oyularak güçten düşürüldüğü, korku duvarının aşılarak yeni bir yükseliş döneminin ön gününde olan işçi sınıfı ve emekçi sınıflar hareketinin birleştirilmesi ve bu birliğin kapsamının proletaryanın azami hedefine bağlı olarak asgari hedeflerine doğru genişletilmesinin, buna hizmet etmek üzere kitleleri harekete geçirebilme potansiyeli taşıyan politik yoğunlukların birleştirilmesinin önemi devrimci ve komünistler açısından daha anlaşılır bir hal alır.

Devrim ve sosyalizm savaşımının dinmeyen ve sönmeyen direniş ateşi Münir Dışkaya

Devrim ve sosyalizm için yaşamlarını ortaya koyan şehitler emekçi halklarımız ve yoldaşlar için, en kutsal değerler bütünü ve ifadesi düzeyinde, yaşamın en anlamlı ve onurlu ifadesi, devrimci adanmışlık örneğidirler. Dahası yaşanmışlıklara dair anı ve özlem olup, geleceği yaratan kaynaktır şehitlerimiz. Anı, özlem ve saygınlıklarıyla şimdiki dünden bugüne zaman içinde yaşananları, geleceğe dair dinmeyen bir özgürlük aşkı ve isyan çığlığıdırlar. Onlar için geçmiş yoktu.

Çekinmeden yaşamlarını ortaya koyan şehitlerimiz, geçmişi, bugünü ve geleceği aynı hatta buluşturan biz ardıllarına yürünmesi gereken devrimci yolu gösteren köprüdür onlar. Emekçilerin kurtuluşunun yüreği, kurtuluş isteyenlerin dili olup, ezilen ve sömürülen halkların acı ve isyan duygularını silinmez bir imge gibi anılarında taşırlar. Yeni yaşamlarla çoğalan toplumun anlam gücü eşitlik ve özgürlük savaşımının silinmez ifadesi, abidesidirler. Çünkü onların yaşadığı ve yaşatıldığı yerde faşist baskı ve zulme boyun eğme, aldatılma yoktur. Tarihsel toplum ve devrimci gerçekliğimize aykırı anlayış, tarz ve biçimlerde ‘kendini yaşama ve yaşatma’ arayışı asla yoktur.

Biliyoruz ki, halkın özgürlüğü için yola çıkan ve yaşamlarını ikircimsizce devrime adayan şehitlerimiz, erdemleri ve yürekleriyle bu coğrafyaya nakşolmuş onur belgeleridir. Öncelikle halklarımıza yol gösterici öncü olmanın bilinci, kolektif belleğimizin ruhudurlar. Kısacası onlar devrim ve sosyalizm savaşımının izi ve komünizm amaçlarımızın sözüdürler.

11 Temmuz 2019 Perşembe

İşkencecileri ininde yenen Mustafa Tunç yoldaşı anarken

Mustafa Tunç yoldaş tam bir dava adamıydı. Yoksul bir Kürt çocuğu olarak Elbistan da dünyaya gözlerini açtı,12 Eylül faşizminin ünlü işkence merkezlerinden Üsküdar karakolunda günleri bulan ağır işkencelerden önderi Kaypakkaya’nın ser ver sır verme geleneğini bayraklaştırarak tutuklanıp Sultanahmet zindanına atıldı. İşkencelerin vücudunda açmış olduğu ağır tahribat nedeniyle kanser hastalığına yakalandı. Faşist cuntacıların devrimcilerden intikam almak için Mustafa Tunç yoldaşı bir an önce ölmesi için aylarca hastaneye sevk etmedi. Devrimcilerin kararlı tutumu sonucu hastaneye sevk edilen Mustafa Tunç yoldaş 8 Temmuz 1982 yılında ölümsüzler ordusuna katıldı.

Mustafa yoldaş, TKP-ML Hareketi'nin emekçi militanlardan önde gelenlerdendi. Devrim için her şeyini ortaya koyan dur durak bilmeden işin küçüğü büyüğü demden karınca gibi çalışan devrim hamalı yoldaşlar olur ya işte tamda kendisiydi Mustafa Tunç yoldaş. İllegal yayınların basımı ve dağıtımı işlerinde sorumluydu. Bir gecekonduda boya, teksir kağıtları arasında bir an önce bildiri ve yayınların basılıp, paketlenip gizlilik koşullarına uygun bağlantı yerlerine ulaştırma görevini titizlikle yapan yoldaşlardandı.

12 Eylül faşizminin gemi azıya aldığı 1980 faşist darbesinin ardında uzun dönemdir görüşemediğim Mustafa yoldaşla Beyoğlu'nda tesadüfen karşılaştık. Başka bir randevum olması nedeniyle hızlı hızlı yürürken kafamı kaldırdığımda uzakta Mustafa yoldaşın geldiğini gördüğüm. Mustafa yoldaşta beni gördü ve sarılıp merhabalaştı ve birlikte yürümeye başladık. 20-30 metre ilerlemiştik ki etrafımızı tomsonlu sivil polisler sardı. “Kıpırdamayın diyerek” sokakta ortasında üzerimize çullanarak ikimizi de sürekli silah dipçiğiyle işkence yaparak polis otosuna bindirdiler. Beni polis otosunun arasına yüzün kuyu yatırıp üzerime oturdular ve ağzımı kapattılar. Mustafa yoldaşı ön tarafa aldılar ve polisler habire silah kabzasıyla yoldaşa işkence yaparak, “benim kim olduğumu” ve örgütsel ilişkileri sormaya başladılar. Ben polisin baskısında kurtularak “ben kimseyi tanımıyorum, beni neden aldınız” diyerek bağırarak Mustafa yoldaşa bir birimizi tanımadığımız sinyali verdim. Polisler hızla bizi hemen yakında olan Dolmabahçe stadyumunu götürdüler. Dolmabahçe stadyumu boştu. Sanırız polis stadı işkence amaçlı kullanıyordu. Bizi stadyumdu ayrı ayrı indirip sorular sorup yanıt alamayınca işkence yapmaya başladılar. Ben Mustafa yoldaşın tartışmasında, ben tanımıyorum, siz yanlış gördüğünüz vb. sözleriyle beni tanımadığını ve örgütsel bir ilişki içinde olmadığını polisler söylüyordu. Polisler durmadan yoldaşa işkence yapıyorlardı. Ben başta tavrımız netçe ortaya koyduğum için başıma silahı dayamış halde bir polis "sesimi çıkarmamı" belirterek ardında “aslında sizi burada öldürmek gerekir” sözleriyle infazla tehdit etmeye devam ediyordu.

30 Haziran 2019 Pazar

26. yılında 2 Temmuz'da Sivas'ta yakılan insanlıktı unutma, unutturma!

Bilindiği üzere Sivas'ta faşist dinci gericilerin "Şeriat isteriz" şiarlarıyla başlatıp, 33 ilerici-demokrat ve devrimci aydın ve sanatçının Madımak Oteli'nde diri diri yakılarak katledilmesine varan 2 Temmuz 1993 Sivas katliamının 26. yıldönümü.

Bundan tam 26 yıl önce 2 Temmuz 1993’te Sivas’ta Pir Sultan Abdal etkinliklerini bahane ederek, “Din elden gidiyor” yalanıyla faşist şeriatçı güçler, günler öncesinden hazırladıkları ve devletin çanak tutup seyirci kaldığı insanların ateşe verilerek yakıldığı katliamı gerçekleştirdiler. Bu şeriatçı faşist katliam, Türkiye de sürmekte olan eşitlik ve özgürlük mücadelesine karşı şeriatçı bir kitle hareketi örneği ve tehlikeli bir komplonun işaretiydi. 

2 Temmuz öncesi Sivas’ta yayın yapan gerici medyanın rolü biliniyor. Kışkırtıcı, provokatif haberlerle katliama zemin hazırlayan bu yayın organlarının kalemlerinden kan damlıyordu. Sermaye devletinin kanlı kontrgerilla organizasyonlarından biri olarak tarihe geçen bu katliamda, yerel gerici basın 2 Temmuz etkinlikleri nedeniyle kente gelenler için ölüm fermanları yayınlamışlardı. Katliamın hemen ardından çıkan ulusal gazeteler ise kendilerine verilen görevi yerine getirmişlerdi.

Manşetler bilindik türdendi. Hürriyet için katliam “Sivas'ta Aziz Nesin isyanı” idi. Sabah için de suçlu Aziz Nesin’di. Ki daha sonra katliamı PKK’ye yıkmaya kalkışacak kadar cüretkardı. Milliyet katliamı “Olay konuşma” diye vermişti. Türkiye, Meydan, Zaman, Tercüman vb. gazetelerin dili hep aynıydı. Suçlu Aziz Nesin’di.

“Önce, Aziz Nesin’e ‘artık dur’ demek gerekiyor” diyen Yalçın Doğan ve Cengiz Çandar, Mehmet Barlas, Fehmi Koru, Ertuğrul Özkök gibi köşe tutmuş gazetecilerse o dönemde MGK’nın alo Fatih’leriydi.

Dönem hükûmette DYP-SHP koalisyonunun olduğu zamandır. Hatırlanacağı gibi her devrin devlet adamı Süleyman Demirel, Sivas katliamı için “Olay münferittir. Ağır tahrik var. Bu tahrik sonucu halk galeyana gelmiş. Olayları çok yakından izledim. Güvenlik kuvvetleri ellerinden geleni yapmışlardır. Ortada, halkla halkın çatışması yoktur. Halkla güvenlik güçlerinin çatışması yoktur. Karşılıklı gruplar arasında çatışma yoktur. Bir otelin yakılmasından dolayı can kaybı vardır” demişti.

Çiller ise “Çok şükür, otel dışındaki halkımız bir zarar görmemiştir” diyecek kadar rahattı. İçişleri Bakanı Mehmet Gazioğlu da "Aziz Nesin halkın inançlarına karşı bilinen tahrikleriyle halk galeyana gelerek tepki göstermiştir" demiştir. Erdal İnönü ise katliam sorumluluğunun üzerine yıkılmasından kaygıya kapılarak şöyle söylemiştir: "Olaylara geç müdahale edilmesinde dönemin Cumhurbaşkanı Demirel, Başbakan Çiller ve Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş'in de benim kadar sorumluluğu var."

Failler suçlarını “Zamanaşımı” ile kapattılar
Erdoğan ise sermaye devletinin katliama nasıl yaklaştığını Sivas davası 19 yıl sonra “Zamanaşımı” ile sonuçlandığında kısaca özetlemişti. Kendisine “Zamanaşımı” konusunu soran gazetecilere Erdoğan, “Milletimiz için, ülkemiz için hayırlı olsun” demişti. Nihayetinde bir katliam davası daha devletin bekasına zarar vermeden, kazasız belasız atlatılmıştı.

Katliamlarla pişen AKP kadroları
Bugün AKP’nin başında duranların, Erdoğan ve Gül dahil, Refah Partisi’nde önemli mevkilerde oldukları biliniyor. Katillerin avukatlığını üstlenenler de yaptıkları savunmalarla sonradan AKP’de bakan, milletvekili veya il başkanı olma hakkı kazandılar. En bilinenlerinden Hayati Yazıcı AKP'nin kurucuları arasında yer aldı. 3 Kasım 2002 seçimlerinde milletvekili seçildi. 2007'ye kadar AKP Genel Başkan Yardımcısı olan Yazıcı, bu tarihten sonra Başbakan Yardımcılığı ve Devlet Bakanı görevlerini yürüttü. 2011'de de Gümrük ve Ticaret Bakanı oldu.

Maraş katliamı, Ökkeş Şendiller’i meclise nasıl taşımışsa, Sivas katliamında da benzeri bir süreç yaşanmıştır. Sorumluların ödüllendirilmesine devam edilmiştir.

KP-İÖ
29 Haziran 2019

25 Haziran 2019 Salı

Halkların kardeşleşmesinin timsali denizin asi çocuğu devrimci sanatçı Kazım Koyuncu’yu anarken

Karadeniz’in devrimci çocuğu Kazım Koyuncu’yu kahrolası kanser hastalığından kaybedişimizin üzerinden 14 yıl geçti. Koyuncu genç yaşında yakalandığı kanser hastalığından dolayı 25 Haziran 2005’te yaşamını gözlerini yumdu.

Kazım Koyuncu açık net bir devrimci duruşa sahip olan enternasyonalist bir devrimci sanatçıydı.

Kazım koyuncu, 1972 Artvin Hopa’da Laz bir ailenin çocuğu olarak yaşama merhaba dedi, Küçük yaşlarda devrimci düşüncelerde etkilendi ve üniversite yılları kavgaya daha güçlü atıldığı ve devrimci sanatıyla kitlelere gerçekleri taşımaya çalışan Kazım Koyuncu başka bir dünya düşü olan, Karadeniz müziğini, etnik müziği kendine özgü düzenlemelerle güzel bir şekilde icra eden, kurduğu Lazca Rock Grubu Zugasi Berepe ile de bir ilke imza atan bir sanatçıydı.

Lazca söylemesi üzerine şöyle diyordu: “Bu milliyetçilik mi derseniz; bu başka bir şey derim. Milliyetçiliğin her türlüsüne karşıyım, ama babaannemin kullandığı dilin yeryüzünden silinmesine karşı durma duyarlılığına da sahibim... Yani Laz olmam bir tesadüf. Evrensel düşünen bir insanım, müziğim de böyle olmalı. Ayrıca müziğe sadece müzik olarak bakmıyorum. Hangi akılla, hangi duygularla yapıldığı da önemli. Benim hayata karşı söyleyecek şeylerim var.”

Yaşama ve sanata devrimci bakışını kısaca şöyle anlatır: “Bu arada; hiç başımızdan eksik olmayan gökyüzüne, günün karanlık saatlerine, ara sıra kopsa da fırtınalara, bir gün boğulacağımız denizlere, eski günlere, neler olacağını bilmesek de geleceğe, kötülüklerle dolu olsa bile tarihe, tarihin akışını düze çıkarmaya çalışan tüm güzel yüzlü çocuklara, Donkişotlar’a, ateş hırsızlarına, Ernesto ‘Çe’ Guevara’ya, yollara-yolculuklara, sevgililere, sevişmelere, sadece düşleyebildiğimiz olamamazlıklara, üşürken ısınmalara, her şeyden sıcak annelere, babalara ve tadını bütün bunlardan alan şarkılara kendi sıcaklığımızı gönderiyoruz. Kötü şeyler gördük. Savaşlar, katliamlar, ölen-öldürülen çocuklar gördük. Kendi dilini, kendi kültürünü, kendisini kaybeden insanlar, topluluklar gördük. Yanan köyler, kentler, ormanlar, hayvanlar gördük. Yoksul insanlar, ağlayan anneler, babalar, her gün bile bile sokaklarda ölüme koşan tinerci çocuklar gördük. Biz de öldük. Ama her şeye rağmen bu yeryüzünde şarkılar söyledik. Teşekkürler dünya.”

Kanser hastalığından dolayı 33. yaşında yaşama gözlerini kapayan Koyuncu da Karadeniz’de çok sayıda insanın yaşamına mal olan Çernobil faciasına karşı mücadele edenler arasındaydı. Ölümü de “doğal” değil, Çernobil sonrası bölgeye yayılan radyasyonun sonucu kanserdi. “Neredeyse her ailede bir kanser vakası var ve bu tesadüf değil. Adamlar pişkin pişkin çıkıp çay içti karşımızda. Bunu yapan insan ya geri zekalıdır ya da çıkar gruplarına hizmet ediyordur. Şimdi bunlar cinayet değil mi?”

Kuşku yok ki Karadeniz’in devrimci çocuğu Koyuncu, sadece müzisyen kimliğini müzik icrası ile sınırlandırmayan, yaşadığı çağa, topluma ve taşıdığı insani vicdani değerlere karşı da devrimci sorumluluk taşıyan bir sanatçıydı.. Bu anlamda coğrafyamızda gelecek güzel günlere olan inancı güçlendirerek, birlikte yaşamı müzikle güzelleştirme çabasında ısrar etmektir Kazım Koyuncu'yu anmak. Farklı ve özgün üretimlerle müziğe dair bir değer yaratırken, yeni, yaratıcı ve sanatına emek vererek kendini geliştiren bir müzisyen kişiliği olma yönünde adım atarken aynı zamanda sözünü ve ezgilerini, barışa, kardeşliğe, doğayı koruyarak, sınıfsız ve sömürüsüz bir yeni bir dünya yaşamını savunmaya dönük bir özne olarak hayata katmaktır Kazım'ı anmak. Anısını önünde saygıyla eğiliyoruz.

3 Haziran 2019 Pazartesi

Enternasyonal devrimci Nâzım Hikmet'i anarken

Nâzım Hikmet Ran, çok yönlü bir sanat insanıydı. Şiir, roman ve tiyatro oyunlarının yanı sıra resimle de yakından ilgileniyordu. Fakat onun sanatla olan bağını temellendirip güçlendiren şairliği olmuştu. Ve o bağ, her geçen dönem daha da güçlenmiş, kendisinden sonraki şairleri de etkilemişti. Hapishaneler, yasaklar, baskılar ve sürgün onu hiçbir zaman şiirinden geriye düşüremedi. Aynı şekilde sanatından da. Şiirlerini yazdı, resimlerini çizdi ve yaşadı. Kendi ömrünün güzelliğini hiçbir zaman soldurmadan, umutsuzluğa kapılmadan ve doğru bildiği sözleri söylemekten sakınmadan.

Nâzım Hikmet 17 Ocak 1902'de Selanik'te doğdu.  Doğduğu esnada Babası Hikmet Bey, Selanik’te Hariciye Nezareti’nde memur idi.

Ailesi ve seceresi
Nazım Hikmet'in babası Hikmet Bey, Galatarasay Lisesi (Mekteb-i Sultani) den mezun olmuş, önceleri ticaretle uğraşmış daha sonra da Dışişleri'nde çalışmış Matbuat Umum müdürlüğü ve Hamburg konsolosluğu yapmış bir devlet adamıydı.  

Annesi Celile Hanım ise eğitimci Hasan Enver Paşa'nın kızıdır. Hasan Enver Paşa, Polonya'dan 1848 ‘de Osmanlı İmparatorluğu'na göç eden, Osmanlı vatandaşı olunca Mustafa Celalettin Paşa adını alan Konstantin Borzecki'nin oğludur. Mustafa Celaleddin Paşa subay olarak görev yapmış ve Türk tarihi üzerine önemli bir eser olan 'Les Turcs anciens et modernes' (Eski ve yeni Türkler) kitabını yazmıştır. Celile Hanım'ın annesi ise Alman kökenli Osmanlı generali Mehmet Ali Paşa'nın (Karl Detroit) kızı olan Leyla Hanım'dır. Celile Hanım'ın kız kardeşi Münevver Hanım, şair Oktay Rifat'ın annesidir. Bu yüzden Nâzım Hikmet ile Oktay Rıfat teyze çocuklarıdır. Annesi Celile Hanım, iyi bir eğitim görmüş piyano çalmayı, Fransızcayı ve resim yapmayı iyi bilen bir kadındır. Nâzım ailenin dört çocuğundan biridir. Diğer kardeşleri ise Samiye, Piraye ve Seyda’dır. Kardeşi İbrahim Ali, kuşpalazından hayatını kaybetmiştir.

18 Mayıs 2019 Cumartesi

"Türkiye'de faal sol örgütler için anahtar liste" başlıklı makaleye zorunlu düzeltme

"Türkiye'defaal sol örgütler için anahtar liste" başlıklı makale 2005 yılı tarihli, makaleye ufakta olsa bir katkı ve düzeltme ihtiyacıyla paylaşıyoruz. Yazarın iyi niyetinden şüphe etmediğimizi de belirterek, yazısında düzeltme yapmasını umuyoruz. Sağlıklı bilgilere ulaşmanın zor olması nedeniyle bu devrimci ve sol hareketin örgütsel soyağacını düzenleyen arkadaşlar birçok bakımdan hatalı ve yanlış değerlendirmeler de bulunuyorlar, değişik kesimler Türkiye’de devrimci hareketin örgütsel gelişimine ilişkin olarak soyağacı çıkarmaya çalışıyorlar. Aslında KP-İÖ'nün bloku ve değişik zamanlarda yayınlanana yazıları dikkatli incelenmiş olsaydı bu hata ve eksilikler tekrarlanmazdı.

Hatalı bilgilerin düzeltilmesi bakımında kısada olsa açıklama yapmaya gerek duyduk. Bir kere KP-İÖ’de hiç bir dönem ve zamanda ideolojik - politik ve örgütsel olarak bir bölünme ve ayrılma olmadı. Hareketin gelişimine ayak bağı olanlarla ilişkiler kesildi. Kendilerine “Emeğin Bayrağı” adını verip bir kaç sayı, dergi çıkarıp ardından mücadeleden toz olup düzene döndüler.

Ne ki bunlar KP-İÖ tarafından ahlaksızlıklarından, emekçilerin yardımcılarını bireysel-ailesel çıkarları için kullanmalarından ve mücadelede görevlerini yerine getirmedikleri ve ülke çalışmalarına dönmediklerinden dolayı ilişkisi kesilen, devrimci kişiliği çözülmüş, tamamıyla ahbap çavuş ilişkiler içinde hareket eden kişilerdi. KP-İÖ’den adeta intikam almak amacıyla zaaflılar bir araya gelip KP-İÖ’ye zarar verip, MLKP’ye yaranmaya çalıştılar. Zaten ahlaksızlıklarında ve sahtekar tutumlarından dolayı cezalandırılıp atılan kişi kapağı MLKP’ye attı. KP-İÖ ile ideolojik-politik ve örgütsel hiçbir farklılıkları olmadığı halde, devrimci görünmeye çalıştılar. Ne ki bunların devrim ve sosyalizm diye bir iddiaları yoktu ve nitekim birkaç ayın ardında bir birlerini suçlayarak tümüyle mücadeleden koptular.

KP-İÖ ile hiçbir örgütsel ve ideolojik-politik bağı kalmamış ve örgüt tarafından saflarından uzaklaştırılmış olanların, ahbap çavuş olarak bir araya gelmelerini ayrı bir örgüt gibi göstermek yanlış ve hatalıdır. Bunun düzeltilmesi gerekiyor. KP-İÖ tüm zorluklara, yoksunluklara ve ihanetlere karşın 95'de komünist çıkışını derinleştirerek yoluna devam ediyor. Hayali ve gerçek dışı bilgilere değil gerçeklere inanmak dileğiyle tüm devrimci kamuoyuna duyurulur. 

17 Mayıs 2019 Cuma

46. yılında 18 Mayıs penceresinde geçmişe ML bakış ve oportünizmin eleştirisi

Tarih yaprakları 18 Mayıs 1973’ü gösterirken Diyarbakır zindanında ser verip sır vermeyen komünist önder İbrahim Kaypakkaya yoldaş, faşist cellatlarca katlediliyordu. Kaypakkaya yoldaşın işkencede katledilmesinin üzerinden 46. yıl geçti. O’nu katledenler lanetle anılırken, Kaypakkaya yoldaş milyonların kavgasında ve beyninde umut olmaya devam ediyor.

Katledilmesinin 46. yılında Kaypakkaya yoldaşı anarken, aynı zamanda kurucu önderi olduğu TKP-ML Hareketi nezdinde, geçmiş sorununa nasıl bir ML yaklaşım içinde olduğumuzu bir kez daha hatırlatmak ve oportünist akımlarla aramızdaki temel farklılıklara yeniden dikkat çekmek yerinde olacaktır. 

Marksist-Leninist hareketin doğuşu ve gelişimine kısacası geçmişin değerlendirilmesine dair inkarcılık, tahrifatçılık ve çarpıtmanın sınır tanımadan sürdüğü ve özellikle Partizan geleneğinden gelen akımların tarih çarpıtıcılığına devam ettiği bugünkü ortamda, gerçekleri anti-Marksist oportünist-revizyonist akımlara karşı bir kez daha savunmak, olağanüstü önem taşıyor. Sapla samanın birbirine karıştığı ve Kaypakkaya ve kurucu önderi olduğu komünist hareketle nostalji dışında hiçbir ideolojik-politik ve örgütsel ilişkisi kalmamış olanların, dün dündür bugün bugündür yaklaşımı içinde, geçmişe dair yalan yanlış ve çarpıtılmış görüşler yazıp çizmeleri bu akımların nasıl bir samimeyetsizlik içinde olduklarını gösterir.

15 Mayıs 2019 Çarşamba

Umudu büyütmek için komünist önder İbrahim Kaypakkaya’dan öğrenerek ilerlemek

Değerli işçiler, emekçiler, devrimciler, yoldaşlar:

18 Mayıs 1973 yılında Diyarbakır işkence hanelerinden katledilen İbrahim Kaypakkaya yoldaşı anıyoruz.

Tarih yaprakları 18 Mayıs 1973’ü gösterirken Diyarbakır zindanında ser verip sır vermeyen komünist önder İbrahim Kaypakkaya yoldaş, faşist cellatlarca katlediliyordu. Kaypakkaya yoldaşın işkencede katledilmesinin üzerinden 46. yıl geçti. Onu katledenler lanetle anılırken, Kaypakkaya yoldaş milyonların kavgasında ve beyninde umut olmaya devam ediyor.

Biliyoruz ki, ilk insanın sevda tohumunu, sadeliğini, güzelliğini taşıyanlar hep varlıklarını sürdürmüşlerdir. Hem söze anlam kazandırmak ve hem de kaybedilen insanı tekrar aramaya koyulmuşlar. Bunun için tek amaçları iyi ve güzele ulaşmak için kire pasa bulaşmamakmış. Derileri soyulsa da, çarmıhlara gerilseler de, kuyulara doldurulsalar da boyun eğmezlermiş Tıpkı 3,5 ay en ağır işkencelere direnen Kaypakkaya yoldaş gibi. 

Volkan gibi patlayıp önce ölüm, sonra yaşam olanlar da vardır. Tasarlanmış yürekten yüreğe. Her volkanda daha bir arınır, direnişte daha bir kanatlanır, her ateşte daha bir güzelleşirlermiş. Komünist önder yoldaş, aslında ateş topuydu. O hem uçurum kelebeği kadar narin ve soylu, hem de volkan kadar öfkeli, isyankar ve ateşte yaşamı tutacak kadar büyüktü.

Peki, neden Kaypakkaya gibi yoldaşlar en iyiler en önde düşerler toprağa! Neden yaşamı anlamlandıracaklar erken terk ederler bu yaşamı? Neden doğa en güzel sanatıyla yarattıklarını ilk adaklar arasında sunar? Neden en çirkin pislikleri, en güzel ürünleriyle temizler? Neden acı ve sevinç iç içedir, umut ve gelecek gibi. Neden ve neden?

Aslını sorarsan bulur bazı sorular cevaplarını, ama yürek kaldıramaz. Bilir asırların çarpıklığını, ancak bu narin canlar düzeltir. Ama bedelini kaldıramaz ki… Kimler çağırdı seni? Halayını kimler izledi? “Üzülmeyin benden sonra…” kavgayı harlayın demiştin ve söylediğini unutmadan kavgayı daha sıkı ördük ve senin izine takılıp yolunda yürüdük inatla ve ısrarla. Kendilerine, kavgaya küsenler, yarı yolda düşenler oldu ve diri kalmaya çalışanlar oldu. Neden en iyiler en önde düşerler.

Biliriz ki komünist önderlik silikleşen değerlerin yeniden dirilişidir. İçinde Kaypakkaya yoldaşın temsil ettiği değerlerde, devrim, sosyalizm, soyluluk, özgürlük, sevgi ve isyan vardır. Hem devrim, sosyalizm hem yaşam, hem isyan, hem sevda olan… Soylu değerlerini yitiren insanlar tanrılar yarattılar. Sonra da kendi cüceliklerini görüp onlara taptılar. Korktular, korkuttular, yedi kat göklere çıkarırken bir nefes kadar yakına oturttular. Gerçek kurtuluşun kendi içlerinde saklı olduğunu bilmeden.

Veya bildiği halde onu açığa çıkarmaya cesaret etmeden. Halkın Birliği , Kaypakkaya yoldaşın komünist mirasına sahip çıkarak devrim ve sosyalizmde ısrar ediyor ve emekçilerin kurtuluşunun örgütlü savaşımı dışında başka bir yolu olmadığını yüksek sesle dillendiriyor. “ İşte bu herkesin içinde gizlenmiş kurtuluşun özellikleriyle donanıp, bilinçle yoğrulup, Haziran isyanla canlanan, azimle yaratılan komünist değerlerin bayraklaştırıcı olarak, korkunun ve yılgınlığın üzerine yürüyerek , önder Kaypakkaya’ya  layık olmaya çalışacağız.

Komünist önder İbrahim Kaypakkaya yoldaş ölümsüzdür!

14 Mayıs 2019
KP-İÖ

5 Mayıs 2019 Pazar

Kaypakkaya ve önderlik ettiği TKP/ML Hareketi nostalji ile anılamaz

Türkiye devriminin tabulara takılıp kalmasını parçalayan ve oportünizm ve revizyonizmin kopuşu sağlayarak komünist hareketi Mustafa Suphi den sonra- ikinci kez ayakları üzerine diken İbrahim Kaypakkaya yoldaşın işkencede katledilişinin 46. yıl dönümü. 29 Ocak 1973 yılında gözaltına alınarak Diyarbakır zindanlarında 3,5 ay en ağır işkencelere maruz kalan Türkiye proletaryasının yetiştirmiş olduğu ender komünist önderlerden İbrahim Kaypakkaya yoldaş, 18 Mayıs 1973 yılında devlet tarafından “tehlikeli “görüldüğü için katledildi.

Kaypakkaya yoldaşın işkencede hunharca katledilişinin 46. yıl dönümü. Komünist bir önder olarak tabuları parçalayan ve komünist hareketi Türkiye coğrafyasında ikinci kez ayakları üzerine diken Kaypakkaya yoldaşın adının yasaklandığını, hakkında marş ve türkü söyleyenlerin cezalandırıldığı, yaşamı ve mücadelesini anlatan kitabın toplatıldığı koşullarda daha geniş kesimlerin katılımıyla Kaypakkaya yoldaşın anılması ve yaşamı, mücadelesi ve de fikirlerinin geniş kitlelere tanıtılması daha bir aciliyet taşıyor.

Kaypakkaya yoldaşı anarken, O’ndan öğrenip, O’nu aşmanın kararlılığı içinde olmalıyız, O’nu daha derinden kavrayarak, bize devrettiği komünist hattını derinleştirerek ileri taşımak ve O’nun gibi uzlaşmaz sınıf savaşımı zemininde ısrarla yürümek büyük önem taşıyor.

30 Nisan 2019 Salı

77 - 1 Mayıs katliamı üzerine

İşçi sınıfının tarihindeki en büyük katliamlardan biri olan 1 Mayıs 1977, egemenlerin kirli tarihinin de bir parçasıdır.

Uluslararası işçi sınıfının birlik, mücadele ve dayanışma gününün 50 yıllık aradan sonra Türkiye’de 1976 yılında yüzbinlerce kişinin katıldığı kitlesel bir gösteriyle kutlanması, egemen oligarkları büyük ölçüde tedirgin etmişti.


DİSK’in organize ettiği 77-1 Mayıs’ı ise bu kez daha güçlü ve kapsamlı bir biçimde kutlanacaktı.

Büyük ölçüde TKP’nin etkinliği altında olan DİSK, 22 Nisan günü yaptığı açıklamada 1 Mayıs’a katılacak örgütleri ve atılacak sloganları ilan ediyor ve 20 bin DİSK görevlisinin güvenlik için hazır olduğunu duyuruyordu. Bu arada sağcı-faşist basın kışkırtıcı yayınlarına hız vermekteydi. Örneğin 20 Nisan gününün Ortadoğu gazetesi “Sol 1 Mayıs’ta halkı galeyana getirmek istiyor” şeklinde manşet atmıştı. 1 Mayıs gününün Tercüman’ında ise Rauf Tamer, “Arabalar tahrip edilecek, inşallah aldanırız ama kanlar akacak. Çeşitli solcu gruplar arasında slogan kavgasıdır bu” diye yazıyordu. 30 Nisan tarihli Bayrak gazetesinin manşeti de, “DİSK ve Maocu Gruplar arasında çatışma bekleniyor” şeklindeydi.

1 Mayıs 1977'nin üzerinden tam 42 yıl geçti. Gazeteci Korhan Atay, 1977-1 Mayıs'ının farklı hatta "düşman" taraflarında yer alan 13 tanığı ile görüşüp belgesel kitabında yayınladığı söyleşisinde: “DİSK mitingde disiplini sağlamak ve Maocuları alana sokmamak için 20 bin kişilik güvenlik ekibi kurdu. Kurtuluş hareketinin liderlerinden Mahir Sayın, Tarlabaşı’na ve Taksim’e doğru arkalarından yürüyen “Maocu” siyasetlerle, bir provokasyona alet olmamak için yaptığı görüşmeyi” ve alınan önlemi devam ettirdiği kitabında: “Aramıza mesafe koyacağız. Çünkü provokasyonu sizin yapmanız gerekmiyor. Provokasyon dışarıdan da yapılabilir ve bu ortam bunun için hazırlanmış durumda, siz de bunu görüyorsunuz. Onun için olur ya, bizim sıradan bir provokatör size ateş ediverir. Sizin sıradan bir provokatör bize ateş ediverir… Dolayısıyla ondan sonra birbirimize sıkar, yani ortalığı kana bularız. Onun için şöyle kurşun menzilinin dışında kalacak şekilde yürüyelim ve o arayı kapatmayalım dedik. Onlara da makul geldi. Çünkü onlar da bir provokasyonu bile bile körükleyecek insanlar değiller. Nihayetinde devrimci insanlardı.” “Maocu” gruplar arasında yer alan Aydınlık / Halkın Sesi siyaseti ise alanda bir provokasyon olacağından kaygı duyduğu için grup olarak değil bireysel olarak katılma kararı aldı.  Halkın Yolu, Halkın Kurtuluşu, Halkın Birliği… Yani diğer “Maocu” gruplar da yürüyüşün en ön saflarına, bir provokasyona alet olmayacağını düşündükleri en deneyimli ve sağduyulu yoldaşlarını yerleştirdiler. Yani herkes endişeliydi, herkes kaygılıydı ve herkes kendince önlem almaya çalıştı ama korkulan başa geldi.” (Korhan Atay, 1 Mayıs 1977 - İşçi bayramı neden ve nasıl kana bulandı?, Metis Kitap, I. Basım: Nisan 2013)
Aslında provokasyon daha mitingin afişleri asılırken başlamış ve 18 Nisan gecesi Kocamustafapaşa’da öldürülen Sadık Canaslan adlı öğrencinin sol içi çatışmada vurulduğu söylentileri yayılmıştı. Cinayetten ötürü suçlanan İGD yönetimi bir açıklamayla olayla ilgilerinin olmadığını duyurmuş; fakat bu kez 28 Nisan sabahı İzmir’de yapılan afişlemelerde İdris Türkoğlu adlı bir başka öğrenci öldürülürken aynı iddialar öne sürülmüştü. 

Ve 1 Mayıs 1977 sabahı... Türkiye’nin her yanından akın akın gelen işçiler ve devrimci yurtseverler alandaki yerlerini almaktadırlar.

Yürüyüş son derece düzenlidir ve katılım yaklaşık 500 bin civarındadır. Saatler 19.00’u gösterirken katılımın umulanın çok üstünde olması nedeniyle miting hâlâ bitmemiş, Anadolu’dan gelen kortejler henüz alana girememiştir. Bu arada DİSK Genel Başkanı Kemal Türkler de konuşmasını tamamlamak üzeredir.

İlk silah sesi o an duyulur. Daha sonra alana hakim noktalardan kitlelerin üzerine kurşun yağmaya başlar. İlk silah sesi olayı başlatmak için bir işarettir. DİSK’in kürsü sorumlusu Sıtkı Coşkun’un “Sular İdaresi üzerinde ateş eden insanlar var. İhtar ediyoruz. Bunları etkisiz hale getirin, alın...” diye yaptığı anons işe yaramaz. İstanbul Belediye Başkanı Ahmet İsvan’ın toplum polisinin amirine sorduğu “Bu duvarın üzerinden ateş edildi bize. Bunlar polis midir, görevli midir?” sorusu da yanıtsız kalır ve İsvan coplanır. Daha sonraki soruşturmalarda ise bu kişiler tamamen reddedilir; zaten boş kovanlar da anında toplanmıştır.

Ateş açılan noktalardan bir diğeri olan Pamuk Eczanesi’nin üst katında ise tabancalar ve mermi kovanları bulunacaktı.

Alanın tarandığı bir başka merkez de Inter Continental Oteli’ydi. Daha sonra otelin beşinci ile altıncı katının camlarında içeriden atılmış kurşunların delikleri görülecekti. 

Günaydın gazetesinden Necati Doğru, ”5.katta bir odanın kapısı açıktı. Odanın pencerelerinden alanı seyreden kişiler ve masa üzerinde teleobjektifli makineler gördüğüm için gazetecilerin bu odada olduğunu sanarak içeri girdim. Adımımı atar atmaz oldukça mütecaviz bir biçimde itilerek durduruldum. Garsona bu odadakilerin kim olduklarını sordum, ‘polisler’ yanıtını aldım” diyordu. 510 numaralı odada ise MİT yuvalanmıştı. Tüm bunların yanısıra, dikkat çeken bir başka grup ise, ellerindeki çantaları bir an bile yere bırakmayan ve o gece uçakla ülkeyi terk eden 8-10 kişilik Amerikalıydı. 

Son derece açık olan şey, ateşin kalabalığı kürsüye doğru sıkıştırarak panik yaratma amacıydı. Panzerler kitleyi sıkıştırıyor ve insanları en dar yokuşa, Inter Continental Oteli ile Pamuk Eczanesi arasında kalan Kazancı Yokuşu’na doğru yöneltiyordu. Olaylar başlamadan az önce Kazancı yokuşu başına park edilen mavi renkli bir Fiat kamyonet ve yerlerde rastgele duran tekerlekli el arabaları

Kazancı’ya iniş ve çıkışı engelliyorlardı. Sel halinde akan insanlar kamyonetin iki yanından ve el arabalarının üzerinden geçerek Kazancı Yokuşu’ndan aşağıya doğru kaçmaya çalışıyorlardı. Tam bu sırada yokuşun biraz aşağısındaki garajdan çıkan beyaz renkli bir Renault uzun menzilli silahlarla kitleyi tarayacaktı.

Beyaz Renault’da bulunan polis memuru Necati Tınaz, daha sonra bu durumu ”üstümüze geldiler havaya ateş ettik” diye açıklayacaktır.

Sonuçta o gün Taksim Alanı’nda 126 kişi yaralanmış, 34 kişi de şehit düşmüştü. Ölümlerin 28’i ezilmeler sonucu meydana gelmişti. Yalnızca 25 kişi Kazancı Yokuşu’nda ezilerek Meral Özkol ise panzer altında kalarak yaşamını yitirmişti. Olayda 2000’e yakın mermi atıldığı saptanmış, buna karşın yalnızca 5 kişi kurşun yarası nedeniyle ölmüştü. Açılan davanın iddianamesinde, amacın “halk üzerinde yılgı, korku ve panik yaratmak” olduğu vurgulanıyordu.

Ertesi gün boyalı basın, beklendiği gibi sol içi çatışmayı öne çıkarıyor ve “Maocu vatan hainleri işçi bayramını kana buladı” (Günaydın), manşetleri atıyordu. Sol gazeteler de hâlâ olayın ne olduğunu anlamamakta ısrarlıydılar. TKP’nin organı Politika’ya göre “1 Mayıs töreni tam bittiği sırada Maocu ve terörist oldukları ileri sürülen grupların silahlı saldırısına uğramıştı.” Diğer taraftan de benzer açıklamalar birbirini izliyordu.

Olayların sonrasında devrimci sosyalist hareket ve Dev-Genç gibi yapılar ise olayın CIA tarafından tezgahlandığını, sol içi bir olay olmadığını vurgulamışlardı. 

Olayı yakından yaşamış biri olan Şükran Ketenci ise, “Bence olayı başlatmada araç olma anlamında, yürüyüşe alınmayan gruplar suçlansa bile, olayın boyutlarını büyüten, yönlendiren çok daha değişik güçlerdi” diye açıklama yapıyordu. 

Yarım yüzyıllık uzun bir aradan sonra Türkiye’de ikinci kez kutlanan 1 Mayıs, böyle sonuçlanmıştı. 8’i kadın tam 34 kişinin kanı Taksim Alanı’nı kızıla boyamıştı. Amaç, her zamanki gibi aynıydı: yükselen kitle hareketini boğmak, devrimci gelişmeyi önlemek. 

İşçi sınıfı, şehitlerini unutmadı ve sonsuza dek unutmayacak.

24 Nisan 2019 Çarşamba

24 Nisan TKP-ML Hareketi’nin aynasında komünist hareketin var olması ve gelişimi

Türkiye devrimci hareketi hem kendi tarihini ve hem de işçi ve emekçi yığınların mücadele tarihine ayna tutmada ciddi sorunlar yaşadığı bir sır değil. Bir yandan her şeyi kendileriyle başlatan EMEP - TİKB kanatları, MLKP, TKİP vb. gibi kendinden menkul akımlar öte yandan gelişmeyi dondurup olgulara dogmatik bir hatta bakan ama mükemmeliyetçi inkarcı akımlarla tarih çarpıtıcılığın da aynı kulvarda buluşan Partizan kökenli akımlar. Her ne kadar bu cenah içinde İbrahim Kaypakkaya ve önderlik yaptığı TKP-ML Hareketi’yle nostalji dışında ortak hiç bir yanı kalmamış olduğu halde (buna MKP ve Kuzey Kürdistan Türkiye Bolşevik Parti akımlar örnek verilebilir -dogmatizmden menkul Özgür Gelecek ve Yeni Demokrasi çevresini hatırlatmak yerinde olacaktır-) hala Kaypakkayacı geçinmeleri tarihe yapılmış önemli bir haksızlık olarak görülmelidir.

Bir birlerinin sırtını sıvazlayan ve çıkmaz içinde debelenen bu iki mükemmeliyetçilik altında inkarcı ve diyalektik materyalizmi açıktan inkar eden dogmatizmin komünist hareketin doğuşu gelişimi ve partileşme sürecine Leninist bir hatta bakması mümkün olmamıştır. Durum böyle olunca komünist hareketin doğuşu, gelişimi ve partileşme sürecini komünist bir bakış açısıyla ele almayan, her geriye düşüş ve yenilgi döneminin ardından sil baştan yapmışlar ve hem yığınlar ve hem de kendi kadro ve sempatizanları nezdinden inandırıcılıklarını darbelemişlerdir.

21 Nisan 2019 Pazar

1 Mayıs’ta faşist kuşatmayı devrimci direniş ruhuyla parçalamak ve Taksim’i özgürleştirmek için ileri

ABD - Şikago proletaryasının 1886 yılında ABD’de yaktığı isyan ateşi, yüzyılı aşkındır dünyanın her yerinde, emeğin sermayeye karşı başkaldırı günü olarak yanıyor. Biliyoruz ki, İşçi sınıfının birlik, dayanışma ve mücadele günü 1 Mayıs, işçilere, emekçilere bu zulüm cenderesi ve onun asalaklarına, zorba faşist burjuva kapitalist devlet aygıtına karşı birleşmenin, dayanışmanın kızıl bayraklarının, insan yaşamının devamını emekleriyle, emek güçlerini kullanarak sağlayanların ellerinde dünya topraklarında dalgalandırıldığı yıkım ve yeniden kurmanın müjdecisi bir gün‘ü, bir ay‘ı değil sadece, koca bir enternasyonal tarihi anımsatır.

İnsan soyunun asıl olarak iki büyük sınıf halinde; işçiler ve burjuvalar olarak karşı karşıya durdukları dünyamızda; sayıları 3.5 milyarı aşmış olan işçiler, bu dünyanın sömürüsüz ve savaşsız, baskısız ve ayrıcalıksız insan kardeşliği, eşitliği ve özgürlüğüne sahne olduğu; insanın ezilmiş ve sömürülmüş olanının kendi tüm tarihinde ümitle bağlandığı bu “düş“ü gerçekleştirebilecek, yer yüzünün en büyük, en yenilmez gücünü oluşturuyorlar.

Bunu; bu gerçekleşebilir ve gerçekleştirilebilir değişimin en fazla farkında olanlar, kapitalistler ile onların hizmetine koşmuş faşist-dinci-gerici siyasal partilerin tüm asalakları, yöneticileri, sermayenin işçilerin saflarındaki temsilcisi sendika ağaları, din bezirganları vb. dirler.

Onlar biliyorlar ki, işçiler; dünyanın bütün işçileri ve emekçileri, emperyalist kapitalistlerin sömürü dünyasına karşı, diğer ezilen ve sömürülen emekçileri de yanlarına alarak, ayağa kalkarlarsa/kalkabilirlerse, dünyanın hiç bir ordusu ve polis gücü onların karşısın da tutunamaz. Dünya emperyalist burjuvazisi bunun örneklerini yaşadı, biliyor ve korkuyor.

Türkiye emekçileri de her 1 Mayısta sermayenin faşist baskı ve saldırılarıyla yüz yüze kaldı ve katliamlara uğradı. Ne ki bu faşist baskı ve saldırılar çeşitli ulus ve ulusal azınlıklardan Türkiye emekçilerinin 1 Mayıs’ı emeğin sermayeye karşı mücadele günü olarak yaşatmasına engel olamadı. AKP - MHP faşist iktidarı yerel seçimlerden almış olduğu yenilgiyi, işçi, emekçi ve Kürt halkına yönelik faşist baskı, zulüm ve topyekün savaşla boğmanın çabası içinde. Faşist saldırıların önüne geçmek, işçi kıyımlarını, örgütsüzleştirme dayatmalarını, faşist Türk ırkçı-şovenist linç dalgasını, grev yasaklarını, kirli savaşı, yoksulluk ve zam furyasını geri püskürtmek için, Türk ve Kürt ulusundan işçi ve emekçilere demokrasi, eşitlik, özgürlük, daha iyi yaşam ve daha iyi çalışma koşulları; İstanbul da 1 Mayıs alanı Taksim'e konan yasağın parçalanması için: 1 Mayıs’ta fabrikalarda, okullarda, semtlerde güçlerimizi birleştirerek alanlara çıkalım ve emperyalist kapitalist sermayenin ve faşist dinci gerici saldırı ve savaş dalgasının karşısına gücümüzü birleştirerek harekete geçelim, her yerde ve her alanda 1 Mayıs’ta birlik, dayanışma ve mücadele kararlılığımızı ortaya koyarak, eşitlik, özgürlük, demokrasi ve sosyalizm için sesimizi alanlarda birleştirelim.

Unutmayalım ki, kurtuluşumuz devrim ve sosyalizmdedir.


İnadına direniş, inadına Taksim!
Yaşasın 1 Mayıs! Biji yek gulan!
Yaşasın proletarya enternasyonalizmi!
Faşizmi devrimle ezeceğiz!