24 Nisan 2020 Cuma

Doğumunun 150. yılında Lenin’i anmak ve anlamak

Vladimir İlyiç Ulyanov, bilinen adıyla Lenin, Rus komünist devrimci önder. Marksist-Leninist ideolojinin fikirsel önderi, Ekim Devrimi'nin lideri ve Sovyetler Birliği'nin kurucusu. Sovyetler Birliği Komünist Partisi'nin öncüsü olan Rusya Komünist Partisi (Bolşevik)'nin ilk lideri. Lenin aynı zamanda Marksist teorik ve felsefi yazıların yazarı olarak bilimsel sosyalizmin Marx ve Engels sonrası geliştiricilerindendir. Lenin'in en büyük amacı, kapitalizmin uzlaşmaz sınıf çelişkilerinden proleter bir dünya devrimi oluşturup toplumsal sınıf karşıtlıklarının olmadığı insan toplumunun tarihsel oluşumuna öncülük etmekti. Kendisi, Marksizm üzerine kurulmuş politik ve ekonomik bir teori olan Leninizm'in de kurucusudur. Leninizm, Marksizm’in çağın gereklerine göre hem kuramsal hem politik hem de ekonomik alanda, temel ilkelere bağlı kalarak yeniden uyarlanması olarak anlaşılır. Leninizm kavramı, yeni olgular ve yeni bilimsel gelişmeler doğrultusunda Marksizmin yeniden üretilmesi gereği üzerinden değerlendirilir ve Marksizm’in devrimci ve bilimsel özüne uygun olarak geliştirilmesi olarak anlaşılır ve genelde Marksizm-Leninizm olarak anılır.

Kapitalizmin tarihsel krizine bağlı olarak dünya ölçeğinde yayılan faşist baskı, zulüm ve emperyalist yıkım savaşları devrim için yola çıkmış proleter devrimcilerinin önüne olağan dönemlere kıyasla çok daha ağır ve yüklü görevler koyuyor. Tarihin bu tür kesitleri, devrimci inanç ve iradenin, örgütsel bağlılığın sınandığı denendiği dönemlerdir. Böylesi dönemlerde, işçi sınıfının ve emekçi yığınların mücadele tarihindeki örnek olucu örnekleri hatırlamak, olumsuzlukları aşmak ve yenmek, sosyalist olanı örnek almak ve en zor koşullara meydan okuyarak devrimci yükseliş için hazırlanan komünist önderlerden ders almak büyük bir önem kazanır. Bu bağlamda, işçi sınıfının komünist önderi Lenin’in, onun en yakın mücadele yoldaşı Krupskaya’nın ve benzeri Bolşeviklerin devrime adanmış yaşamları unutulamaz ve unutulmamalıdır.

Lenin ve Krupskaya’nın işçi sınıfının kurtuluş kavgasına adanmış yaşamları, bu konudaki pek çok ciddi biyografik çalışmanın yanı sıra Krupskaya’nın anıları sayesinde dünden bugüne ışık tutuyor. Lenin’le birlikte ilmek ilmek örülen örnek bir devrimci mücadele ve yaşamdan doğrudan damıtılmış bu anılar özel bir önem taşıyor. Nadejda Krupskaya (1869-1939), daha gençlik yıllarında Çarlık Rusyası’nın zor koşullarında Petersburg’da devrimci hareket içinde yer alan bir militan kadın savaşçıdır. 1894 yılında Sibirya’da sürgündeyken Lenin’le karşılaşır ve Lenin’in yaşam ve mücadele yoldaşı olarak yıllarını Bolşevik örgütlülüğü inşa etmeye adar.

Krupskaya’nın kaleme aldığı-Leninle Anılar- anılar, onun Lenin’le karşılaştığı 1894 yılından Ekim devriminin gerçekleştiği 1917 yılına uzanmakta ve 1919 yılına dair bazı anlatımlarla son bulmaktadır. Kuşkusuz ki, tüm bu zaman dilimi Bolşevik mücadele açısından muazzam derecede tarihsel bir önem taşır. Çünkü söz konusu yıllar, işçiler arasında kitle hareketinin gelişimine, yeraltı faaliyetinin en zor koşullarında çelikleşmiş güçlü ve sağlam bir komünist işçi partisinin yaratılışına, işçi sınıfının devrimci bilincinin ve örgütünün güçlenişine sahne olmuştur. Bu tarihsel dönem, Lenin ve Bolşevikler öncülüğünde proleter devrimin zaferiyle sonuçlanan mücadelelerin dönemidir.

Lenin ve Krupskaya’nın Ekim Devrimini önceleyen ikinci yurtdışı mültecilik yıllarının (1906-1917), bu mücadeleler tarihi içinde ayrı bir yeri vardır. Zira bu yıllar, emperyalist savaş ortamında işçi sınıfının komünist partilerindeki oportünizmin İkinci Enternasyonalin çöküşüne yol açtığı, dünya proletaryasının tamamen yeni sorunlarla karşılaştığı ve yeni yollar bulunmasının zorunlu olduğu, nihayet işçi ve emekçi yığınların katıldığı devriminin ve yeni bir enternasyonalin doğumunun mayalandığı bir dönemdir. Bütün bu dönem boyunca verilen mücadele derinlemesine kavranmadan, Lenin’in Ekim Devriminin ve dünya devriminin önderliğine yükselişinin kavranamayacağını ifade eder Krupskaya. Çünkü önderler mücadelelerin içinde biçimlenir, mücadelelerin içinden çıkarlar ve güçlerini bu mücadelelerden alırlar. Özetle vurgulamak gerekirse, Lenin’in yaşamıyla mücadelesinin nasıl iç içe dokunduğunu anlamadan, işçi sınıfını zafere ulaştıran Bolşevik tarzı kavramak da asla mümkün değildir.

Lenin ve Krupskaya’nın sıklıkla vurguladıkları üzere, bir Bolşevik düşünce berraklığına, gerçeği görme yetisine ve kendini boş hayallere, sol yada sağ oportünist lafazanlığa kaptırmama gibi sağlam özelliklere sahip olmalıdır. Komünist devrimci kişiliği bu gibi özellikler temelinde gelişen Lenin’in devrimci iradesi ve devrimci kararlılığı, dün olduğu üzere bugün de tüm proleter devrimcilere örnektir. Genelde Asyatik-doğu toplumlarında geçmişin derin etkileri nedeniyle kişilerin yaşamında plansızlığın, savrukluğun, tembelliğin ağır bastığı yanlış değildi. Rusya da böyle bir ülkedir.

Ne ki Rusya’da, Lenin, Krupskaya, Sverdlov, Stalin vb. gibi Bolşevik öncüler yalnızca dönemlerine değil geleceğe de örnek teşkil eden yeni ve aydınlık bir yol açmışlardır. İşlerin örgütlenme ve yürütülme tarzında Rusya’nın doğu geçmişiyle benzer izler taşıyan Türkiye’de de, proleter devrimcileri açılan bu yoldan yürümeleri mücadelenin olmazsa olmazıdır. İşte bu gelenek, İbrahim Kaypakkaya yoldaştan İrfan Çelik’e, Münür Dışkaya’da, Ali Aktaş’a, Kemal Yazar’dan, Ali Ekber Barış’a, Fahri Kaya yoldaşlara uzanan komünist hareketin çizgisinin de mayasını ve gelişiminin özünü oluşturuyor.

Hangi iş söz konusu olursa olsun, kalıcı ve sağlam bir sonuç elde edebilmek için, yeterli çaba sarf edilmeli, ter akıtılmalı, sabırla, inatla, ısrarla ve özenle amaca doğru yol alınmalı. Devrim ve sosyalizm mücadelesinin geneli ve devrimci ve sosyalist kişiliğin oluşturulması açısından da aynı kural geçerlidir. Sabırsız, plansız, özensiz ve azimsiz tarzda iş yapanın anlamlı bir devrimci ürün vermesi ve kendi devrimci dönüşümünü arzulanan şekilde başarması asla mümkün olmayacaktır. Tembel ve plansız, başladığı işi sonuna kadar götürme iradesi göstermeyen, engelleri tanımaz bir hatta yürümeyen insan her zaman başarısızlığına bahaneler uydurma peşinde olur, performans düşüklüğünün suçunu hep koşulların ve başkalarının olumsuzluğuna, dönemin zorluğuna, motivasyon eksikliğine vb. yükler. Sanki devrimci ve sosyalizm mücadelesi yalnızca kolay koşullarda ve kolay dönemlerde yürütülürmüş gibi!

Bu gibi konularda da Lenin’in yaşamı ve mücadelesi biz komünistlere önde gelen bir örnektir. Mücadele aşkıyla ve yaşam coşkusuyla, çalışma azmiyle dolu bu devrimci insan, aslında kendini ne zorlu koşullarda var etmiş, nice sıkıntılara, yokluğa ve sinir bozucu durumlara göğüs germiştir. Bilindiği ve birçok devrimcinin de yaşamış olduğu gibi, yurt dışındaki mültecilik yılları son derece yorucu ve yıpratıcı yıllardır. Ne var ki Lenin, her türlü zorluğa rağmen gerektiğinde sinirlerini çelik gibi germesini bilen ve hiçbir şeyin mücadele azmini ve devrimci kararlılığını kemirmesine izin vermeyen örnek bir Bolşevik önderdir. O nedenle o zorlu yıllar, Lenin’den kararlı bir önder ve kitleleri zafere ulaştırmak için ihtiyaç duyulan öncü savaşçıyı yaratmıştır.

Krupskaya, ikinci mültecilik döneminde yurt dışında geçen yılların (1906-1917), tüm yıpratıcı yönlerine karşın, Lenin’i bir nebze bile değiştirmediğini anlatır. Lenin tüm zorluklara meydan okuyarak, sırasında bir göz odada az bir yemekle günü geçirmiş fakat yine eskiden olduğu gibi yoğun ve yöntemli çalışmasını sürdürmüştür. Örgütsel sorunlarda en küçük ayrıntıya aynı titiz ilgiyi göstermiştir. Yüz yüze gelinen gerçekler ne kadar acı olursa olsun, onları olduğu gibi kabul ederek mücadeleyi ve yaşamı sürdürme yeteneğinden hiçbir şey yitirmemiştir. Sorunlar ne denli kahredici de olsa, hiçbir zaman kendisini aldatmamak Lenin’in bir özelliğiydi der Krupskaya. Yanı sıra, Lenin elde edilen başarılarla asla sarhoşluğa kapılmamış ve her zaman bir sonraki zor adımın planlanmasına odaklanmıştır.

Devrimci tutum alışı yalnızca gençlik dönemine özgü bir keskinlik olarak algılayan ve yıllar ilerledikçe devrimci öfkesini yitiren kişiler az değildir. Hatta böyleler, etrafımızda hiçte az değil. Zamanla duyguları körelen ve içten içe çürüyen, içi geçmiş çam ağacı gibi etrafta nostalji takılan, yarım yamalak sosyalistlerin aksine, iyi bir Bolşevik militan, içindeki devrimci ateşi her daim körüklemesini bilir.

Nitekim Lenin de, zor yıllara rağmen oportünizmle ve her türlü döneklikle, konforizmle, zamanı boşa harcamakla, günlük yaşamın içinde boğulmakla hep arasına kalın sınır çekmiş, hep aynı heyecan ve tavizsizlikle çürüme ve yozlaşmaya karşı savaşmıştır. Zaman ilerledikçe Lenin’in baskı ve sömürüye karşı duyduğu derin nefret daha da büyümüş ve yaşamını tereddütsüz biçimde proletaryanın davasına adamıştır. Aynı derin inançla bu yola baş koyan Krupskaya, Lenin’in tüm yaşamının bu davaya bağlı olduğunu hatırlatır. Bu varoluş şekli, Lenin için, başka türlüsü mümkün olamayacak derecede doğaldır ve proleter devrimciliğin içselleştirilmesi işte bu şekilde tüm tereddütleri dışlayan bir yaşam ve mücadele algısında somutlanır.

Lenin, devrimci mücadeleyi yaşam sevinci ve geniş bir bilgilenme tutkusuyla birleştirmeyi başaran örnek komünist bir önderdir. Onun ufkunu genişletme çabası, Hegel veya Kant gibi felsefecilerden dönemin ünlü romancıları Tolstoy’a, Puşkin’e vb. uzanan zenginliktedir. Proleter devrimciliği kavrayamayan ve yaşam-mücadele çizgisini kuru bir devrimcilik, yapay bir ciddiyet olarak algılayan küçük-burjuvaları Lenin gibi komünistlerin iç zenginliğini asla anlayamazlar. Keza, Krupskaya, henüz Lenin’i tanımadığı dönemde, bu tipolojide birinin onu kendisine ömründe bir kez bile roman okumamış ve yalnızca ciddi kitaplar okuyan biri olarak tanıttığını belirtir. Daha sonra Lenin’i yakından tanıyan Krupskaya, bu söylentinin aslında ne denli uydurma olduğunu anlayacak ve Lenin’in hoşlandığı klasikleri gece dinlenme saatlerinde defalarca okuduğuna bizzat tanık olacaktır.

Komünist inanç ve kavrayışını bu zenginlikte üretmesini başaran Lenin, devrimci kararlılık ve azim söz konusu olduğunda, çalışmasına engel olabilecek unsurları gözünü kırpmadan bir yana itecek bir ustalığa da sahiptir. Üstelik daha genç yaşlarından itibaren kendisini bu yönde eğitmiştir. Örneğin, “okul çağındayken buzda kaymayı severdim, ama beni yorup uykumu getirdiği için çalışmalarımı engelliyordu, bu nedenle bıraktım” diye anlatır Krupskaya’ya. Lenin’in örneklediği ve öğütlediği üzere, bir Bolşevik asla çok çalışmaktan korkmamalı ve çalışkanlığını planlılık ve süreklilik temelinde sürdürüp geliştirmelidir.

Lenin’in devrim ve sosyalizm mücadelesi açısından seve seve göze aldığı fedakarlıklar konusunda Krupskaya çok çarpıcı örnekler aktarır. Lenin, davaya engel olduklarını gördüğü en yakın dostlarından bile ayrılma kararlılığını göstermiştir. Buna karşın, eğer mücadele için gerekliyse, dünkü siyasal rakiplerine tereddüt etmeden yeniden ve yoldaşça yaklaşmasını da bilmiştir. Bu siyasal esneklik ilkesiz bir ödün değildir ve yoldaşça yakınlaşma devrimci eleştiri bağlamında söylenmesi gerekenin açıkça ve lafı dolandırmadan söylenmesini asla dışlamaz. Bir proleter devrimci, özelde çevresindeki insan ilişkilerini çalışmalarını aksatmayacak bir sıkılıkla düzenlerken, örgütsel açıdan insan ilişkilerinde son derece esnek, girişken ve insan dostu olabilmelidir. Bu konuda olumlu ve olumsuzundan çeşitli örnekler hatırlanabilir.

Örneğin Rus devrimcilerinin çeşitli Avrupa ülkelerinde geçirdiği mültecilik yılları çok sayıda insanı Rusya’daki mücadeleden kopartıp köksüzlüğe, boşluğa çürüme ve yozlaşmaya sürüklemiştir. Oysa Lenin ve Krupskaya, Rusya’da bağlantılı oldukları kişilerle her zaman sıkı ve sürekli bir ilişkiyi sürdürmüşlerdir. Kilometrelerce uzakta olsalar da Bolşeviklerin yurt dışı ziyaretlerini, yurt dışı çalışma ve toplantılarını bizzat örgütlemişlerdir. Krupskaya, Lenin’in hemen her mektubunda, Rusya’daki yoldaşlardan işçilerle daha çok ilişkiler kurmaları talebinde bulunduğunu ve devrimci bir örgütün gücünün onun ilişkilerinin sayısına bağlı olduğunu vurguladığını hatırlatır.

Küçük-burjuva devrimcisi, yaşamla mücadeleyi iç içe dokumanın komünist insanı var etmek açısından ne denli elzem olduğunu kavrama yetisine sahip değildir. Bu tipoloji, devrimciliği yaşamın ilerleyişine sindirilmiş bir mücadele olarak kavrayamadığından keskinliği yapaydır ve neticede bu yapaylık çeşitli düzeyde kırılmalara yol açar. Olağan dönemlerde fark edilmeyen bu tür olumsuz özellikler zor günlerde hemen ortalığa serili verir. Kişilerin bu temelde yaşadığı örgütsel kopuşların öncesinde, devrimci mücadeleden ruhsal uzaklaşma halini sol lafazanlıkla ve çevresindekilerin devrimciliğini yeterli bulmama tepkisiyle örten bir psikoloji gelişir. Somut eylem yapma olanakları aşırı biçimde kısıtlanan siyasal sürgünler de, içine düştükleri atalet durumuyla başa çıkamamaları halinde benzer psikolojiler geliştirebilirler. Bu duruma sürüklenenlerin, kopuş öncesi oluşan zayıflıklarını keskin devrimci söylemlerle örtmeye çalıştıkları sıkça rastlanan bir durumdur. Bu gibi halleri yansıtan geçmişe ve günümüze dair çeşitli örnekler mevcuttur.

Netice olarak sınıftan kopukluk devrimci lafazanlığı besler. Gerçek devrimci faaliyetin olmadığı koşullarda lafazanlığa dayanan bir aşırı solculuk gelişebilir. Sınıfın canlı yaşamının yapay olana geçit vermeyen doğal kontrol mekanizmasından yoksun kalanlar, kendilerini tatmin için keskinleşebilirler. Fakat gericilik döneminde boşlukta aşırı sol laf üretenler, canlanma dönemi geldiğinde işçi sınıfının yükselen mücadelesine devrimci tarzda ayak uyduramazlar. Böyleleri ya tamamen mücadelenin dışına düşmekte ya da reformist dalgalara kapılıp alabildiğine sağa savrulmaktadırlar. Çeşitli örnekler incelenecek olursa, bu tipolojinin genelde hep uçlarda oynadığı görülecektir. Bunlar devrimcilik adına yaşamdan kopar, fakat yaşamdan koptukça da devrimciliği inkâr noktasına sürüklenirler. Oysa bir sınıf devrimcisi, kendisini gerçekte tarihi yapacak olan işçi sınıfının üstünde ve ondan kopuk görmediğinden ayakları yere basar. Mücadeleyi ilerletmekten ne denli onur duyuyorsa, insan yönünü geliştirmekten, doğadan zevk almaktan ve böylece kendini yenilemekten aynı derecede zevk almasını bilir. İşte mücadele boyunca asıl önemli olan, komünist kişinin bu yetilerini ilerleyen yıllara rağmen yitirmemesi, sol memenin altındaki cevahiri karartmamasıdır.

Krupskaya, yaşanan onca acı olaya ve sürgünlüğün yıpratıcı etkilerine karşın Lenin’in doğadan, baharda korulardan, dağ yollarından ve göllerden, büyük kentlerin gürültüsünden ve işçi sınıfı kalabalıklarından eskisi gibi zevk aldığını anlatır. Yalnızca Lenin değil, gerçek bir komünist olmayı başarabilmiş tüm yoldaşları mücadeleyi ve çok çeşitli yönleriyle yaşamı dolu dolu seven insanlardır. Krupskaya da böylesi Bolşeviklerin önde gelenlerindendir. Onun Lenin’i ve devrimci mücadeleyi anlatırken satırlarına eklediği şu yaşam sevinci buna örnektir: Sürgünde kışın donundan sonra doğa gürültülü yaşamıyla bahara dönüşürdü. Egemenliği güçlenirdi doğanın. Güneşin batışı, baharın tarlalarda oluşturduğu geniş su birikintilerinde yüzen yaban kuğuları. Lenin’le birlikte koruluğun kıyısında durur, derenin şırıltısını ve kekliklerin çiftleşme çağrılarını dinlerdik…

Sınıf içinde devrimci çalışmayı başarıyla yürütebilmek için işçi sınıfının günlük yaşantısını, işçilerin çalışma ve yaşam koşullarını, işçi kitlelerinin ruh halini yakından bilmek ve derinden hissetmek şarttır. Bolşevik tarzda çalışma, küçük-burjuva devrimcisinin aniden parlayıp sönen koşturmacasından veya sınıftan kopuk kahramanca işler yapma anlayışından tamamen farklı bir niteliğe sahiptir. Her zaman vurguladığımız gibi, Bolşevik çalışma tarzı uzun soluklu, planlı, sabırlı, ısrarlı ve azimli bir mücadele anlayışına dayanır. Proleter devrimciler, ilişkiye geçtikleri işçilere ve emekçilere, onların mücadeleci dostları olduklarını en sıcak ve en içten biçimde hissettirerek işçilerin güvenini kazanırlar. İşçi ve emekçilerin sıradan ve küçük görünen ekonomik talepleri için mücadelelerine sahip çıkarak, sınıfın kitlesiyle bağlar kurmayı başarırlar. Bunu kavrayamayan ya da başaramayanlar, işçileri devrimci-sosyalist hedeflere doğru ilerletmeye de muktedir olamazlar. Bu konularda Lenin’in ortaya koyduğu pratik ve gelecek kuşaklara aktardığı dersler son derece eğiticidir.

Krupskaya, işçi çalışmasında onları uyandırmak için gereken ekonomik ajitasyona Lenin’in ne denli önem verdiğini hatırlatır. Lenin’in 1895 yılında yazdığı “Fabrikalardaki İşçilerden Para Cezası Kesilmesine İlişkin Kanun Üzerine Bir Açıklama” adlı broşür bu konuda çarpıcı bir örnek oluşturur. Lenin bu broşürde, ortalama bir işçiye nasıl yaklaşılacağının ve onları ekonomik taleplerinden hareketle adım adım devrimci siyasal mücadelenin kaçınılmazlığı sorununa yönlendirmenin parlak bir örneğini ortaya koymuştur. İşçiler son derece açık dille yazılmış bu broşürü büyük bir ilgiyle okurlarken, aydın kesimden gelenler ise broşürü donuk ve sıkıcı bulmuşlar ve bir kenara itmişlerdir. Krupskaya, kendi mücadele tarihlerinden daha pek çok çarpıcı örnekler verir. İşçilere çay molası olanağı sağlama ve onlara iş sırasında kısa süreli dinlenme hakkı elde etmeye yönelik bir kampanya şeklinde başlayan Bolşevik çalışmalar zaman içinde gelişmiş ve neticede devrimci koşulların da olgunlaşmasıyla işçi kitleleri Bolşevik Partinin öncülüğünde Çarlığı yıkıp işçi iktidarını kurmuştur.

Mücadelede teori ile pratiği birleştirmeyi, propaganda ve ajitasyon çalışmasını tek boyutluluğa düşmeden devrimci bir denge sağlayarak yürütmeyi başarmak şarttır. Lenin her vesileyle tek taraflı olmanın temel bir hata olacağını belirtmiştir. Sınıfın öncü unsurlarına devrimci bilinç taşımak adına mücadeleden kopuk bir “devrimci eğitim” noktasına sürüklenenler, olsa olsa, sekter ve kendi içine kapalı küçük çevreler yaratabilirler. Ters uçta ise, sınıfı uyarmak üzere yürütülen ekonomik ajitasyon çalışmasını mutlaklaştıran ve işçilerin siyasal eğitimini sendikal bir aydınlatma faaliyetine indirgeyen ekonomizm eğilimi yer alır. Bütün bu eğilimler vaktiyle RSDİP (Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi) temelinde yürüyen mücadelede somutlanmıştır. Ekonomizm eğilimini eleştiren Lenin, diğer uçta yer alan sınıftan kopuk aydın eğilimine karşı da ödünsüz biçimde mücadele yürütmüştür.

Lenin, 1900’lerin başlarında işçiler arasındaki sosyalist faaliyette Rus sosyal demokratlarının kendilerini yalnızca propaganda çevreleri oluşturmakla sınırladıklarını belirtir. Kitleler arasında ajitasyona başlandığında ise bu defa diğer aşırı uca gidilmiş ve ekonomizme kayılmıştır. Şurası kesindir ki, işçiler mücadeleye kitabi bilgilerin dayatılmasıyla değil, onların yaşam ve çalışma koşullarını ve duygularını bilerek ve bu sayede onlara doğallığı içinde önder olarak çekilebilirler. Ne var ki bunu başarmak adına işçileri yalnızca ekonomik mücadele çerçevesinde bilinçlendirip örgütleyenler ise, en iyi ihtimalle devrimci sendikacılık yapmaktan öteye geçemezler. Oysa proleter devrimcilerinin görevi, işçilerin ekonomik ve yakıcı taleplerini sınıfın kitlesini mücadeleye sevk edecek bir kaldıraç olarak kullanabilmektir. Ekonomik mücadele sayesinde öne çıkan işçileri devrimci bilinçle donatarak sınıfın devrimci partisini inşa etmektir.

İşçi sınıfının öncü komünist partisi, Marksizm-Leninizm temelinde ve sınıf mücadelesinin yasaları gereğince örgütlenen bir partidir. Böyle bir partinin inşası, sınıfın öncü unsurlarını devrimci bilinçle donatıp örgütlemeyi ve bu faaliyete adanmış kadroları gerektirir. Böyle kadrolar da ancak sınıf temelli bir mücadele içinde ve devrimci bir örgütlenmede mutlaka olması gereken gönüllü bağlılık ve disiplin anlayışı sayesinde yetişebilirler.

Aslında nereden bakılırsa bakılsın, komünist parti kurallarının inkârının altında küçük-burjuva okumuşların ideolojik sınıf tavrı yatmaktadır. Bu tür unsurlar ne tam bir sınıf devrimcisi olabilmekte ne de sosyalistlik iddiasından vazgeçmektedirler. Okumuşların üzerine sindirilen burjuva ideolojik etkilerden arınamayan biri, zorlu sınıf mücadelesinin komünist parti yaşamına dayattığı kararlılık ve adanmışlığı fuzuli disiplin olarak algılayacaktır. Ve de bu marazi özelliklerine rağmen devrimci örgütlere musallat olduğunda, orada yalnızca kendini mutlu edecek bir işleyiş arayacaktır. Böyleleri, ileri sürdükleri bahaneler her ne olursa olsun, partiyi burjuva kapitalist sisteme karşı mücadele yürüten bir örgütte olması gereken sıkılığı içinde değil de, üyelerini hoşnut edecek gevşek bir sosyal kulüp olarak kurgulamaya yatkındır.

Oysa gönül ferahlığıyla vurgulamak gerekir ki, Leninist parti anlayışının tüm işleyiş kuralları (disiplin ihtiyacı, demokratik merkeziyetçi işleyiş, denetim, rapor, eleştiri-özleştiri vb.) işçi sınıfının devrimci mücadelesini başarıya ulaştırma amacından kaynaklanır. Ve kesinlikle bu amacın dışında kerameti kendinden menkul kurallar ve dayatmalar olamaz. Komünist parti, sınıfın kendi devriminde başarıya ulaşabilmesi için zorunlu olan bir araçtır ama yalnızca araçtır. Aracın amaçlaştırılması, her alanda olduğu gibi parti söz konusu olduğunda da kesin bir yozlaşma belirtisidir. Proleter devrim amacını benimseyen ve gerçek öznenin işçi sınıfı olduğunu içtenlikle kavrayan kadrolar, ancak bunlar demokratik merkeziyetçiliğin ve parti içi demokrasinin ne olduğunu ve sağlıklı biçimde nasıl işlemesi gerektiğini bilebilirler.

Marksizm-Leninizm, tarihi kitlelerin yaptığına derinden inanır ve burjuva kapitalist toplum söz konusu olduğunda da işçi sınıfının devrimci tarihsel misyonunu ödünsüz biçimde savunur. Proletaryanın kapitalist sömürü düzenine son verecek tarihsel eylemini başarıyla yerine getirebilmesi için, öncü nitelikte bir komünist sınıf partisine sahip olması mutlak bir gerekliliktir. Partinin görevi, mücadelede öncü bir rol oynamak, sınıfı devrimci bilinçle donatıp örgütlemek ve onun mücadeleciliğini geliştirerek pekiştirmektir.

Ne var ki mücadeleyi ilerletmek yalnızca kadroların iradi çabasıyla olabilecek bir iş değildir. Kitleleri mücadeleye çekecek nesnel koşulların olgunlaşması gerekir. Kitleler olağan burjuva yönetim dönemlerinde burjuva partilerin oy tabanını oluşturur ve reformcu seçenekleri deneyip tüketmeden de devrim yoluna destek vermezler. O nedenle sınıfın komünist partisinin geniş işçi-emekçi kitlelere sesini duyurabilmesi, onları kucaklayabilmesi için, nesnel koşulların olgunlaşması, devrimci bir durumun oluşması şarttır.

Bu husus ne denli kesin bir kuralsa, gelecek için hazırlanmayan bir komünist partinin kendini devrimci fırtınanın orta yerinde birdenbire yoktan var edemeyeceği de o denli kesin bir kural oluşturur. Sınıfın öncü partisini inşa etmek için, sınıf mücadelesinin görece durgun seyrettiği dönemlerden başlayarak planlı ve kararlı bir hazırlık çalışması yürütülmelidir. Bu konuda işçi sınıfının mücadele tarihi boyunca yaşanmış olumlu - olumsuz deneyimlerin dersleri günümüze de ışık tutuyor. En önemli birkaç hususu kısaca vurgulamak gerekirse, birincisi böyle bir hazırlık faaliyeti olağan parlamenter rejimden olağanüstü burjuva işleyişlere dek tüm siyasal koşullar altında devam ettirilebilmeli.

İkincisi, bütün bu hazırlık dönemi son derece azimli, devrimci mücadele konusunda alabildiğine inatçı ve hedefe kilitlenmiş kadroları şart koşuyor. Son bir husus olarak, gericilik günlerinde kaçınılmaz olarak az sayıda öncü işçiyi kapsayabilen devrimci örgütlenme çabasının, devrimci fırtınanın patlak verdiği dönemde kitleleri harekete geçirebileceğini asla unutmamak gerekiyor. Marksizm-Leninizm’in tarihsel iyimserliği bu konuda da proleter devrimcilerinin yolunu aydınlatıyor.

Lenin ve onun dönemindeki Bolşeviklerin mücadelesi ve sınıfın devrimci örgütünü yaratırken uyguladıkları tarz, bugün de Leninist parti anlayışına bağlanan sınıf devrimcileri için son derece önemlidir, eğiticidir ve örnektir. Leninist parti anlayışı kalıplaştırılarak uygulanacak bir model değil, günün somut koşullarında sınıf içindeki devrimci mücadelede yeniden yaratılarak yaşatılması gereken bir ruhtur, özdür. Komünist öncü örgütün yaratılması bağlamında Lenin’in çabasına ve Bolşevik deneyime dair unutulmaması ve takipçisi olunması gereken öylesine çok ve önemli husus var ki. Fakat belki de en önemlileri, Lenin’in tüm mücadelesi boyunca bizzat örneklemiş olduğu üzere, devrime adanmışlığı, zorluklar karşısında yılmamayı, gericilik günlerinde bile mücadele azmini ve tarihsel iyimserliği yitirmemeyi başarmak olsa gerek.

Lenin Çarlık Rusya’sının baskı ve zulmü, ağır sürgünlük koşulları, emperyalist savaş döneminin alevleri karşısında işçi sınıfına güven, devrimci mücadele azmi ve Marksizm-Leninizm’in aşıladığı iyimserlik sayesinde her zaman ters akıntılara karşı yüzmeyi başardı ve bu konuda yoldaşlarına da örnek oldu. Bizler de Lenin’in açtığı yoldan ilerlemeye çalışıp, ters akıntılara karşı yüzmeyi başararak bugünlere geldik. Harcımız devrimci Marksizm-Leninizm ışığıyla ve enternasyonalist komünistlere yaraşır bir tarihsel iyimserlikle karılı. Verili an kasvetli bir tablo sunabilir. Ancak biliyoruz ki, en olumsuz koşullarda bile mücadeleyi sürdürme azmine sahip olanlar, anın karamsarlığına kapılmaksızın mücadeleyi ilerleteceklerdir.

Lenin ve onun dönemindeki Bolşeviklerin mücadelesi ve sınıfın devrimci örgütünü yaratırken uyguladıkları tarz, bugün de Leninist parti anlayışına bağlanan sınıf devrimcileri için son derece önemlidir, eğiticidir ve örnektir. Leninist parti anlayışı kopya yapılarak uygulanacak bir model değil, günün somut koşullarında sınıf içindeki devrimci mücadelede yeniden yaratılarak yaşatılması gereken bir ruhtur, özdür. Komünist öncü örgütün yaratılması bağlamında Lenin’in çabasına ve Bolşevik deneyime dair unutulmaması ve takipçisi olunması gereken öylesine çok ve önemli husus var ki. Fakat belki de en önemlileri, Lenin’in tüm mücadelesi boyunca bizzat örneklemiş olduğu üzere, devrime adanmışlığı, zorluklar karşısında yılmamayı, gericilik günlerinde bile mücadele azmini ve tarihsel iyimserliği yitirmemeyi başarmak olsa gerek.

Lenin Çarlık Rusya’sının baskı ve zulmü, ağır sürgünlük koşulları, emperyalist savaş döneminin alevleri karşısında işçi sınıfına güven, devrimci mücadele azmi ve Marksizm-Leninizm’in aşıladığı iyimserlik sayesinde her zaman ters akıntılara karşı yüzmeyi başardı ve bu konuda yoldaşlarına da örnek oldu. Bizler de Lenin’in açtığı yoldan ilerlemeye çalışıp, ters akıntılara karşı yüzmeyi başararak bugünlere geldik. Harcımız devrimci Marksizm-Leninizm ışığıyla ve enternasyonalist komünistlere yaraşır bir tarihsel iyimserlikle karılı. Verili an kasvetli bir tablo sunabilir. Ancak biliyoruz ki, en olumsuz koşullarda bile mücadeleyi sürdürme azmine sahip olanlar, anın karamsarlığına kapılmaksızın mücadeleyi ilerleteceklerdir.

Lenin ve onun dönemindeki Bolşeviklerin mücadelesi ve sınıfın devrimci örgütünü yaratırken uyguladıkları tarz, bugün de Leninist parti anlayışına bağlanan proleter devrimcileri için son derece önemlidir, eğiticidir ve örnektir. Leninist parti anlayışı kalıplaştırılarak uygulanacak bir model değil, günün somut koşullarında sınıf içindeki devrimci mücadelede yeniden yaratılarak yaşatılması gereken bir ruhtur, özdür. Komünist öncü örgütün yaratılması bağlamında Lenin’in çabasına ve Bolşevik deneyime dair unutulmaması ve takipçisi olunması gereken öylesine çok ve önemli husus var ki. Fakat belki de en önemlileri, Lenin’in tüm mücadelesi boyunca bizzat örneklemiş olduğu üzere, devrime adanmışlığı, zorluklar karşısında yılmamayı, gericilik günlerinde bile mücadele azmini ve tarihsel iyimserliği yitirmemeyi başarmak olsa gerek.

Lenin Çarlık Rusya’sının baskı ve zulmü, ağır sürgünlük koşulları, emperyalist savaş döneminin alevleri karşısında işçi sınıfına güven, devrimci mücadele azmi ve Marksizm-Leninizm’in aşıladığı iyimserlik sayesinde her zaman ters akıntılara karşı yüzmeyi başardı ve bu konuda yoldaşlarına da örnek oldu. Bizler de Lenin’in açtığı yoldan ilerlemeye çalışıp, ters akıntılara karşı yüzmeyi başararak bugünlere geldik. Harcımız devrimci Marksizm-Leninizm ışığıyla ve enternasyonalist komünistlere yaraşır bir tarihsel iyimserlikle karılı. Verili an kasvetli bir tablo sunabilir. Ancak biliyoruz ki, en olumsuz koşullarda bile mücadeleyi sürdürme azmine sahip olanlar, anın karamsarlığına kapılmaksızın mücadeleyi ilerleteceklerdir. İyi doğdun Lenin yoldaş devrim ve sosyalizm için dövüşenlere yol göstermeye devam ediyor.

Kuruluşunun 48. yılında TKP-ML Hareketi’ni diğer devrimci akımlardan temelde farklı kılan ML temel almasıydı

Öncelikle şunun altının özenle çizilmesi gerekiyor: TKP-ML Hareketi hem İbrahim Kaypakkaya yoldaşın önderliğinde kuruluş sürecinde ve hem de 1976 yılında yeniden ayağa kalkma döneminde yenilikçi ve tabuları yıkıcı önderlik rolüyle de devrimci ve komünist hareketin buz kıran rolünü oynadığı başta bilinmelidir.

Nitekim Hareketi'miz Kaypakkaya yoldaş önderliğinde, resmi tarih yazımına ve teorik - politik yakın döneme ilişkin olarak burjuva küçük burjuva tutum ve yaklaşımlara cepheden tutum alarak köklü kopuş gerçekleştirerek başta Kemalizm olmak üzere Kürt sorunundan Ermeni sorununa, yakın politik tarihe ayna tutmanın yanında revizyonist-reformist hareketle bağları koparıp atmaya kadar, nasıl bir parti, nasıl bir devrim, nasıl sosyalizm ve nasıl bir proletarya diktatörlüğü, nasıl bir enternasyonalist devrimcilik  vb. dünya ve Türkiye devriminin sorunlarına karşı ilk olarak güçlü dogmatizm ve sübjektif düşünce tarzının egemenliğine karşı her şeyi göze alan Kaypakkaya önderliğindeki TKP-ML Hareketi komünist kopuşu ilan etmesiyle, Mustafa Suphi TKP’sinden sonra komünist hareketi yeniden ayakları üzerine dikmiştir. 

Kaypakkaya yoldaşın küçük burjuva devrimciliğiyle -TİP’ten Mihri Belli’ye- PDA’dan Kıvılcımcılığa, THKO’dan THKP-C’ye yani sağ ve sol revizyonist ve oportünist akımlarla arasında net çizgi çekmiş- arasına kesin ve kati olarak arasına net ayrım çizgisi çekmesi, bir yerde burjuva kapitalist sistemde her alanda ideolojik-teorik ve politik kopuşun ilanıydı. 1970’li yıllarda hemen herkesin Kemalist devrimcilikten dem vurduğu dönemde, Kaypakkaya yoldaş Kemalist iktidarının halka karşı sömürü ve zulüm uygulayan, Kürt ulusunu inkar eden ve tekçi bir üniter Türk devletinin kurucu önderi olduğunu tahlil ederek, komünistlerin bu faşist gerici halk düşmanı cumhuriyeti yıkıp yerine, işçi ve emekçilerin devrimci halk cumhuriyetini kurup buradan durmadan sosyalizme geçmeyi  ve  komünizme yürümeyi programının esas amacı olarak ilan ediyordu.

Türkiye devrimci hareketi yıllardan bu yana ülke gerçekliğine inme ve kitlelerin objektif durumunu değerlendirmede çoğu durumda gerçekler yerine kendi eğilim ve düşüncelerini esas alarak hareket etmeye çalışmıştır. Bu yaklaşım devrimci hareketin saflarında sübjektif- dogmatik düşünme ve sübjektif dogmatik politik durum tahlilleri üzerinde yükselen taktikler Don Kişot vari yel değirmenlerine saldırma yönlü olumsuz değerlendirmeleri koşullanmış ve abartılı değerlendirmeler yapmaktan, erken devrim hayalini körükleyerek, kitleleri ve kadroları yanlış beklenti içine sokmaktan geri kalmamıştır. Devrimci ve komünist hareketin ilk doğuş ve delikanlılık koşullarında teoriye hakimiyet, politikada olgunlaşamama ve örgütsel, pratik alanda deney - tecrübe eksikliği vb. nedenlerden dolayı  sübjektif düşünme tarzında etkilenmesi bir yerde doğal karşılanabilir.

Ne ki her birinin yaşının 30-40 yılı aşan devrimci hareketin saflarında bu aynı düşünce tarzı, derinleşerek çizgi haline yükselip, hala devrimci örgütlerin hareket tarzını belirleyen bir duruma gelmişse ve hala bu aynı düşünce tarzı devam ediyorsa demek ki yaşanmış pratiklerde yeterli sonuç elde çıkarılamamış demektir. Tamda burada durarak olayı doğru olarak algılamak dogmatik ve sübjektif düşünce tarzını eleştiri hedefine koymak gerekiyor. 10 yıldır Genel Grev şiarını pratik eylem şiarı olarak atmak, 1 Mayıslarda kitlesel katılımdan hareketle barikat savaşı çığlıklarını yükseltmek, iç savaş ve devrimci durum tahlilleri yaparak yığınlar adına konuşmak, anti-emperyalist demokratik halk devriminin özünün toprak mücadelesi temelinde bir mücadelede olduğunda ayak diremek, şehir nüfusunun yüzde 70’lere ulaştığı Türkiye gerçekliğinde  hala toprak temelinde kır gerilla mücadelesinde ayak diremek, bir yandan kitlelerin kendi sorunlarına bile sahip çıkma başarısını gösteremediğini söyleyip ardında  silahlı savaşımın yükseltilmesinden bahsetmek vb. devrimci hareketin dogmatik ve sübjektif düşünme tarzının düzeyini ve bu düşüncenin pratik ve örgütsel alanda nasıl derinlemesine nüfus ederek sürdüğünü gösteriyor.

Demek ki coğrafyamızda devrimci hareketin sübjektif ve dogmatik düşünce tarzının gençlik ve tecrübesizlikle bir bağı yok. İşin asıl özü idealist düşünme tarzının devrimci hareketin saflarına sirayet etmesi ve bunun kanıksanmasıyla açıklanması gerekir. Bu görüş devrimci hareket saflarında ideolojik, teorik ve pratik boyutuyla aşılmadan, devrimci hareketin yanlış eğilimlerden ve kendine yönelik politika yapmaktan uzaklaşarak, sık sık aynı yöne dönüp sil baştan yapma hastalığından kurtulması olanaksızdır. Bu kadar deney ve tecrübeye rağmen devrimci hareketin saflarında dogmatik ve sübjektif düşünce tarzı hala geçer akçe olarak duruyorsa buna karşı uzlaşmaz bir mücadele yürüterek küçük burjuvaziden beslenen ve devrimci hareketi kötürüm bırakan bu düşünce tarzının devrim ve sosyalizm savaşımına verdiği zarar açığa serilerek mahkum edilmesi gerekiyor.

Burjuva dünya görüşü olan idealizme karşı sıkı sıkıya bağlı olan sübjektivizm ve dogmatizm, maddi dünyanın objektif yapısını inkar eden bir ideolojik görüşün ve pratiğin - siyasal ve örgütsel-tavrının tanımıdır. Sübjektivizm, bilgide objektif gerçeğin çarpıtılmasına ve göz ardı edilmesine, gerçek olmayan tek yanlı yararlara götürür. Pratikte -politikada ve örgütlenmede- ise keyfiliğe ve toplumun objektif kanunlarını, objektif ihtiyaçlarının önemsemeyen, bilimsel temellere dayanan siyaset ve örgütlenmeyi amaçsız, kendiliğinden kararlara ve devrimci coşkuculuğa bağlayan iradeciliğe -volantirizme- yol açar.

Bu alanda 1976 Haziran-Temmuz aylarında  TKP-ML Hareketi’nin hata ve yanlışlarının toplamı zemininde kopan ve daha sonrasında kendilerine Partizan diyen akım-ki süreç içinde bu akımın saflarında bolca ayrılıklar yaşanmıştır. Tüm kopuşların temelinden, sağ ya da sol bakışla bezenmiş sübjektif dogmatik düşünce tarzının belirleyici rolü olmuştur.- Aslında düşüncenin donmuş ve değişmez hali olarak ifade edeceğimiz ve diyalektik materyalist dünya görüşünün açıktan reddi anlamına gelen dogmatizm ve sübjektif düşünce tarzının mimarı PDA-Aydınlık revizyonistleriydi.

PDA-Aydınlık hareketi 1976 yeniden toparlanma sürecinde, somut durumun somut tahlili Leninist gerçekliği yerine ÇKP kopyacılığını olmazsa olmaz olarak pratiğe sürmüştür. Marksizm’i savunma adına Mao Zedung’un yeni-sömürge ülkeler için önerdiği devrimin niteliği, iktidarın karakteri vb. değişmez ilke olarak görüp-göstererek yeniden toparlanma sürecinde olan THKP-ML, THKO merkezi ve Partizancıları ideolojik denetim altına aldı.

Nitekim PDA-Aydınlığın, emperyalizme bağımlı yeni sömürge ülkelerin devrim zafere taşınan kadar yarı-feodal ülkeler olarak varlığını koruyacağı, haliyle yeni sömürge ülkelerde devrimin niteliği, ittifaklar, devrimin yolu ve nasıl bir iktidar  vb. sorunlarını, her ülkenin ekonomik-sosyal ve siyasal gelişmiş durumlarıyla yani sınıflar arası temel ilişkilerden hareket ederek  tahlil ederek sonuca gitme yerine, emperyalizme bağımlı yarı-sömürge ülkelerde kapitalizmin gelişmesi ve sosyoekonomik yapıda köklü değişimlerin olması mümkün değildir dogmatik yaklaşım temel alınarak, Türkiye’nin sosyoekonomik yapası her hangi araştırma inceleme yapılmadan, Maocu bakış açısı temel alındı. PDA-Aydınlık hareketinin bu dogmatik-kopyacı ve sübjektif düşünme tarzına cepheden savaşım açan TKP-ML Hareketi oldu. TKP-ML Hareketi, 1976 yılında örgüt içinde açılan tartışmada, Türkiye’nin sosyoekonomik yapısında köklü değişimleri olduğu, bunun emperyalizme bağımlı işbirlikçi tekelci kapitalizmin Prusya yolunda gerçekleştiği, haliyle sosyoekonomik yapıya işbirlikçi tekelci kapitalizmin egemen olduğu, yarı-feodal ilişkilerin ikinci plana düştüğü sonucuna varmış.

TKP-ML Hareketinin ulaşmış olduğu bu Türkiye’nin sosyoekonomik yapısına işbirlikçi tekelci kapitalizmin egemen olduğu görüşüne karşı en başta PDA-Aydınlık revizyonistleri saldırıya geçti. PDA-Aydınlık hareketi, TKP-ML Hareketi’ni hedef almasının temel nedeni -THKO-THKP-C-ML ve Partizancıları ideolojik-teorik ateş altına alarak, ideolojik- teorik olarak TKP-ML Hareketi’nin etkisine girmesini önlemekti.

Örneğin yeniden toparlanma sürecinde Kaypakkaya yoldaşın programatik düşüncelerinden etkilenen ve Kaypakkaya yoldaşı komünist olarak gören THKO Merkez ve THKP-C-ML, 1975 yılında birçok konuda Kaypakkaya yoldaşa yakın düşünceler savunmasına ve TKP-ML Hareketi’ne yakınlaşmalarına karşın, 1976 tartışmalarında PDA-Aydınlık revizyonistlerinin ayaklarının altındaki halının kaymaya başlaması, Aydınlık revizyonistlerinin TKP-ML Hareketi’ne kaşı Maocu silahlarla saldırma ve Türkiye’nin sosyoekonomik yapının devrimin zaferine kadar değişmeden yarı-feodal olarak kalacağı ve sosyoekonomik yapıda kapitalist üretim ilişkilerinin -emperyalizme bağımlı işbirlikçi kapitalizm- egemen olmasını savunmanın Troçkizmi savunmak  ve haliyle kapitalist üretim ilişkilerinin egemen olduğu ülkelerde sosyalist devrimi savunmak  anlamına geleceği Maocu düşünceleri öne sürüldü ve PDA-Aydınlık revizyonistlerinin bu dogmatik ve sübjektif düşünce tarzı, Halkın Yolu, Halkın Kurtuluşu ve Partizan dergi çevrelerini derinden etkiledi. Nitekim bu oportünist cephenin ideolojik-teorik önderliğini PDA-Aydınlık revizyonistleri yaptı. Bir dönem Türkiye’nin sosyoekonomik yapında kapitalist üretim ilişkilerinin egemen olduğunu savunan Halkın Yolu ve Halkın Kurtuluşu, PDA-Aydınlığın gerici saldırıları karşısında geri adım atarak, TKP-ML Hareketi’ne karşı aynı kulvarda buluştular ve dogmatik ve sübjektif düşünce tarzının savunucuları oldular.

Nitekim PDA-Aydınlık revizyonistlerinin bu dogmatik ve sübjektif  tarzının Halkın Yolu, Halkın Kurtuluşu ve Partizan saflarında egemenlik kurması süreç içinde Halkın Yolu önderliğinin ezici çoğunluğunun aydınlığa katılmasını, Partizan saflarında Kurtuluş Bayrağı adlı 3. dünyacı bir grubun ortaya çıkmasını ve bir süre sonra bu grubunda soluğu aydınlıkta alması, yine 3. dünyacı revizyonist karşı-devrimci 3.dünyacı düşünce temelinde Halkın Kurtuluşu saflarında Emeğin Kurtuluşu adlı bir grubun kopması ve bir dönem sonra soluğu Aydınlık saflarında alması, daha da önemlisi bu akımların saflarında kapitalist üretim ilişkilerinin egemen olduğu sonucuna ulaşanların hızla Türkiye devrimin ilk adımının sosyalist devrim olduğu düşüncesi yönünde  değişim yaşamaları, Onları, PDA-Aydınlığın sosyoekonomik yapıda kapitalizm egemense orada sosyalist devrim geçerlidir görüşünde buluşmaya itti.

Nitekim 1987 yılında TDKP’de kopan ve kendilerine önce TDKP Devrimci Kanat ve  sonrasında Ekim olarak ifade eden ve ardından  TKİP’e evrilen kesim, Türkiye’nin sosyoekonomik yapısı kapitalist ise o zaman Türkiye devriminin ilk adımının karakteri de sosyalist ve iktidarın niteliği de proleter sosyalist  karakterdedir Troçkist kırması görüşünü savunmaya itti. Ardında Partizanda ayrılan ve kendilerine MKP adını veren akım, Maocu dogmatizmi bir yana itince bu kez de sağa savrularak bir dönemler PDA’nın etrafa yaydığı zehirli düşüncelerin etkisi altına girerek yarı-feodal Türkiye ve köylü toprak devrimi teorik analizinde, Türkiye sosyoekonomik yapısında kapitalist üretim ilişkileri egemen, o halde devrimimizin karakteri sosyalist devrimdir analizine hızlı değişim yaşadı. Bu alandaki geçmiş süreçte yaşanan tartışmalara yeniden döneceğiz ama şimdilik bununla yetinelim ve devrimci hareketin saflarına dogmatizm ve sübjektif düşünce tarzını enjekte etmede PDA-Aydınlık revizyonizminin nasıl bir uğursuz rol oynadığını yeniden hatırlayalım.

Haliyle TKP-ML Hareketi'nin tüm olumsuz dayatma ve dogmatik-sübjektif düşünce tarzı kuşatmasına rağmen sosyoekonomik yapıda işbirlikçi tekelci kapitalizmin egemen olduğu tahlili haliyle örgütün kitle çalışmasında; devrimin zaferinin şehir ayaklanmalarıyla burjuva iktidarına son darbeyi vuracağı devrimin yolu çizgisine bağlı olarak, komünist çalışma hem örgütsel-hem de pratik çalışmalarda köklü değişim yaratacak, şehir çalışmalarını temel alma ve güçleri bu alanda yoğunlaştırma kaçınılmaz olacaktı.

Nitekim TKP-ML Hareketi’nin soruna nasıl yaklaştığını daha doğru anlamak-kavramak bakımından Marksist bilgi teorisinin ne olduğuna kısaca bir göz atmakta yarar var.

Marksist bilgi teorisinin ilk önermesi, bilgimizin kaynağının duyumlar olduğudur. Duyum ise objektif gerçeğin insan beyninde yansıtılmasının biçimidir. Yani duyum, duyu organlarını etkileyen nesnelerin veya olayların çeşitli olayların özelliklerinin ve yanlarının yansısıdır. Bilincimize yansıyan dış dünyanın, bu bilinçten bağımsız olarak var olduğunun kabulü, doğa bilimlerinin verileriyle uyuştuğu gibi, idealist safsataları da temelden yıkmaktadır. Materyalizm, doğa bilimleriyle tam uygunluk içinde, maddeyi ilk veri olarak kabul eder. Duyum bilinç ile dış dünya arasında bir bağdır. Madde duyumlarımızdan ve bilincimizden bağımsız olarak vardır. Bilincimiz ve duyumlarımız dış dünyanın tasvirleridir. Bundan da anlaşılacağı üzerine tasvir, temsil etliği madde veya nesne kendi tasvirinden bağımsız olarak var olabilir. Bu, Marksist bilgi teorisinin temel taşıdır. Bilinç, madde olmadan, hatla sinir sistemimiz olmadan mevcut olamaz.

Materyalizm ilk planda varlığı ikinci planda düşünceyi koyar. Marksist bilgi teorisi bilgimizin değişebileceğini gösteriyor. Bu, bilginin bilgisizlikten doğuş sürecini şüpheli ve eksik bilginin daha açık ve tam bilgi haline geliş sürecini tahlil etmemizi anlamına gelir. Henüz bilinmeyen şeyler mutlak değildir ve bilinmeyen şey zamanla bilinebilir. Mevcut bilgilerimizin, bilgisizlikten hareketle geliştiğini kabul ederek, "var olan şeylerin bizim için şeyler" haline geldiğini görürüz. Biz, nesneleri, onlarda duyumladığımız özelliklere göre dilediğimiz gibi kullanmakla duyumlarımızın doğruluğunu ve yanlışlığını şaşmaz bir denemeye tutmuş oluruz. Eğer duyumlarımız doğru ise, bir nesnenin ne biçimde kullanılacağına ilişkin algılarımızın, dışımızda var olan bir gerçekle uyuştuğunun delilini oluşturur.

Demek ki nesne bizim dışımızda mevcuttur ve duyumlarımızın-nesnelerin yansımalarının hangisinin doğru, hangisinin yanlış olduğunu ancak pratik içinde tespit edebiliriz. Uğradığımız her başarısızlıkta, bunun nedenlerinin tahlil edersek görürüz ki, davranışımız için esas aldığımız duyum ya eksik ya yüzeyseldir veya eklektik duyumlarda oluşmaktadır. O halde doğru pratiğin onayladığıdır. Duyumlarımız pratik tarafından onaylandığı oranda doğrudurlar ve sübjektif değildirler.

Dış dünyanın bilinçten bağımsız olarak var olması materyalizmin temel önermesidir. Doğa bilimlerince ispatlanan, yeryüzünün insana oranla önceliği objektif gerçektir. Yukarıda ele aldığımız, Marksist bilgi teorisinin bilgilerimizin kaynağı duyumlardır şeklindeki ilk önermesi, ikinci önermeden yani insan duyumlarının kaynağı objektif gerçektir. Yukarıda aktarmaya çalıştığımız Marksist bilgi teorisinin bilgilerimizin kaynağı duyumlar şeklindeki ilk önermesi, ikinci önermeden yani insan duyumlarının kaynağı objektif gerçektir önermesinden ayrı olarak ele alınmaz.  Bütün bilgiler pratikten ve duyumlardan gelir. Fakat objektif gerçekte bu duyum alanına dahildir. Bunun tersini öne sürmek, sübjektivizm olur ve pratiğin objektif muhtevasını, pratikten edinilen bilginin objektif gerçeğini reddetmek anlamına gelir. Halbuki pratik tarafından bize verilen objektif gerçek ve duyumlarımızın kaynağının objektifliği, insandan bağımsız olarak vardır. Duyumlar varlığı kendine bağlı olmayan bu objektif gerçeği kopya eder, yansıtırlar. Duyumlar, sübjektiftir, fakat duyumların temeli, özü objektiftir. Materyalizme göre yalınız duyumsanan şeyler gerçektir ve gerçek maddi olandır.

Pratiği temel kabul etmek Marksist bilgi teorisinin temelidir. Pratik ölçütünü bilgi teorisinden soyutlamak mutlak sübjektif idealizm olur. Bizim dışımızda objektif kanunlar ve objektif gerçeklikler vardır. Bunun kabulü ile sıkıca bir birine bağlıdır. Bizim dışımızda var olan bu objektif kanunların ve objektif gerçeğin kaynağı bilincimiz değil, objektif gerçektir. Bunun tersini öne süren sübjektif görüş, düşünce ile objektif gerçeği düşüncenin bir parçası olarak görür. Bu sübjektif eğilim felsefede, felsefede idealizmdir. Fakat insan pratiği Marksist-Leninist bilgi teorisinin doğruluğunu ortaya koymaktadır. İnsanların pratik eyleminin başarısı duyumsanan deneylerin objektif gerçekle uygunluğunu ispat eder. Yani belirlenen siyasal, örgütsel çizginin doğruluğu onun objektif gerçeğe uygunluğuna bağlıdır.

1970li yıllarda ortaya çıkan devrimci örgütlerin programatik-politik ve örgütsel duruşlarına bakımından TKP-ML Hareketi ile temelde farklı bir hatta durdukları görülür. Gerek THKO ve gerekse de THKP-C, Kemalizm’den Kürt Ulusal soruna, devletin niteliğinden kitle çizgisi ve devrim, ittifaklar, iktidar ve nasıl bir proletarya diktatörlüğü ve sosyalizm  sorunlarına kadar hemen hemen birçok alanda  Kaypakkaya yoldaş önderliğinde 1972 Nisan ayında kurulan TKP-ML Hareketi ile ortak bir hatta buluşmaları söz konusu değildir.

Bu durum 1973 yılı yenilgisinin ardından yeniden toparlanma sürecinde de devam etmiş. Ağır yenilgi alan ve merkezi olarak çökertilen üç örgüt (TKP-ML Hareketi, THKO ve THKP-C yeniden toparlanma sürecinde kendi hata ve yetmezlikleriyle yüzleşmeye yönelmişler. Bu dönemde Kaypakkaya yoldaşın düşüncelerinden etkilenerek hem  THKP-C ve hem de  THKO saflarında ayrışmalar yaşanmıştı. THKP-C’deki ayrışmalarda: Dev-Yol, MLSPB, Acilciler, Kurtuluş (KSD) ve Sosyal emperyalizmi kabul eden THKP-C M-L ayrı akımlara olarak ortaya çıkarken, THKO saflarında, örgütsel ilkeler, kitler çizgisi ve sosyal emperyalizm üzerinde yoğunlaşan tartışmalar birkaç gruba -TDY, Halkın Kurtuluşu ve Emeğin Birliği) bölünmüştü. TKP-ML Hareketi’nde ise bu yenilgi ve nedenleri üzerine tartışma daha çok 1976 yılının başında gündeme gelmiş ve hata ve zaaflara karşı başlatılan tartışma kampanyası, KK’nın hatalı ve darbeci tartışma yöntemini bahane eden (ki KK bu hatalı ve darbeci tartışma yöntemini kısa zamanda terk ederek özeleştiri yapmış ve tabandan gelen tepkilerle tutumunu düzeltmiş ve inkarcı eğilimleri darbelemişti), sübjektif ve dogmatik daha sonrasında kendilerine Partizan diyecek  İstanbul ve Dersim merkezli bir grup tartışmadan kaçarak örgütte kopmuştur.

Aslında 1976 yılı tartışmalarında öne çıkan Türkiye’nin sosyoekonomik yapı tartışmalarında TKP-ML Hareketi, sübjektivizm ve dogmatizme savaş açarak, Çin devrimi kopyacılığından uzaklaşarak somut durumun somut tahlili Leninist yöntemi kendisine düstur alarak, tabuları yıkmış ve Türkiye’nin sosyoekonomik yapısının işbirlikçi tekelci kapitalizmin egemen olduğu, feodal artıkların ikinci planda olduğu sonucuna vararak, önemli bir eşiki aşmış ve diğer devrimci akımlara yol gösterici buz kıran rolü oynamıştır.

Hareketimizin 1972 kuruluş döneminin hata ve zaaflarının kefareti olarak doğan ve sonrasında TKP-ML Partizan adıyla yoluna devam eden dogmatik ve sübjektif düşünce tarzının temsilcisi  akım tarihi kendi kafasına göre yazarken, Türkiye devrimin geçekliğinde koparak “Sol” oportünizme savrularak geriye düşmüştür. Dün aynı hatta buluşarak komünist hareket salvo atışlar yapan TKP-ML Partizan kökenli akımlar, değişik ideolojik-politik hatta savruluşlar. Kimi hala dogmatizmde ısrar ederek yarı-sömürge (yarı feodal köylü toprak devrimi türküsünü söylerken Özgür Gelecek ve Yeni Demokrasi çevreleri) kimisi tam tersi bir ideolojik hatta savrularak -MKP sosyalist devrim görüşüne rücu ederek- ama yine de tastamam komünist olduklarını ve 48.yıldır aynı hatta durduklarını ve   TKP-ML Hareketi’nin hattını savunduklarını yinelemekten geri durmuyorlar. Elbette yalnız bu akımlar ideolojik-politik alanda fukaralık etrafında dönüp durmuyorlar.

Aynı zamanda TKP-ML Hareketi’ni sınıfa yönelik sürekli v sistemli bir faaliyet yürütmediği gerekçesiyle “küçük burjuva köylü devrimcisi” olarak mahkum eden MLKP’den TKİP’e, EMEP’e ,TİKB kanatlarına kadar bir çok akım 30-40 yılı aşkındır politik alanda faaliyet yürütmelerine karşın hala sınıftan kopuk kendi çalıp kendi oynar halde olmalarına izah bulmaları dürüst devrimciliğin gereği değil mi. 30-40 yıldır sınıfa bağlanmayan ve kırın ve şehrin emekçileri içinde ayakta kalmaya çalışan bu akımların bir yıllık gibi kısa bir döneme sığdırılan ve ardından yenilgiyle sonuçlanan ve  bu süreci yargılama ve değerlenmeye olanağı  olmayan Kaypakkaya yoldaşı sınıfla birleşmeyi merkezde tutmadığı için küçük burjuva devrimci olarak ilan edenlerin 30-40 yılın ardında sınıftan kopuk şehrin emekçileri arasında dönüp durum  MLKP, TKİP, TİKB vb. akımların değil komünist tutarlı devrimci akımlar oldukları sorgulanır haldedir.

Bugün mevcut halde TKP-ML Hareketi'nin komünist hattını hata ve eksiklerinden arındırarak daha da derinleştirerek Türkiye devriminin temel sorunlarına çözüm üreterek hem mükemmeliyetçilik ve hem de dogmatizm adı altında  komünist harekete musallat olan oportünist-revizyonist akımlara karşı Komünist Parti-İnşa örgüt mücadele etmekte ve Kaypakkaya yoldaşın komünist mirasına sıkıca tutunarak ileriye doğru yürümektedir.

Kaypakkaya'nın yoldaş o dönemde devlet, devrime proletarya enternayonalizmi, nasıl bir parti, nasıl bir sosyalizm ve  proletarya diktatörlüğü vb. konularında olduğu gibi yine  tabu olarak görülen başta Kemalizm, Kürt ulusal sorunu, TKP’nin eleştirisi vb. gibi konuları ikircimsizce komünist bir yaklaşımla o ne der bu ne der yaklaşımlarından uzak ele alarak, devrimci ve komünist hareketin önüne  konulan tabulara vurarak buz kıran rolünü oynayarak  olarak teorik görüşlerini mantığını mantıki sonucuna taşımıştır. Burada sorun Kaypakkaya'nın, 50 yıllık revizyonist, reformist ve pasifist bir çizginin etkileri altında cepheden açacağı savaştır. 

Kemalizm’in devrimcilikle eş değer görüldüğü, sosyal şovenizmin önemli etkilerinin yaşandığı, Kürt ulusal sorununun yeterince  bilince çıkartılamadığı ve ayrı bağımsız devlet kurma fikrinin asıl olarak devrimci hareket içinde henüz zayıf olduğu bir tarihsel süreçte Kaypakkaya'nın başkaldırısı devrimciliğin ötesinde komünist bir kopuştur. Bu aynı zamanda Türkiye devrimci hareketindeki bir ideolojik saflaşmanın temelidir. Sosyalist ve devrimci hareketin ideolojik alanda berraklaşmasıdır. Bunun bilimi, Marksizm-Leninizm'dir. Kaypakkaya ulusal sorunda açtığı bayrak, Marksist-Leninist hareketin varoluşunu ifade eden siyasal olgulardan biridir.

Her ülkedeki tarihsel gelişme komünist hareketin doğuşunda tarihsel evreye damgasını vuran halkaları yakalar. Bunları yukarıda belirtik. Bir bütünlük içerisinde değerlendirdiğimizde, ülke özgülünde bu temel çıkışlar, yani. Kemalizm’e karşı mücadele, ulusal sorunun teorik çözümlenmesi, revizyonist sınıf işbirlikçi TKP'nin reddi.

Bunlar Türkiye devrimci hareketinde önemli ideolojik ayrışmaların kaynağıdır. Sadece devrimcilikle revizyonist-reformist akımlar arasındaki bir mücadele değildir. Marksizm’le burjuva, küçük-burjuva ideolojiler arasındaki PDA, THKO, THKP-C vb. gibi akımlarla kesin bir kopuştur. Türkiye özgülünde temel kopuş halkasında bu bileşenlerin önemli yeri vardır. Türkiye devrimci ve komünist hareketi daha bu kopuşmaların üzerinde tartışmalar ve ideolojik mücadeleler yürütmektedir. Bu ha1kanın bir ayağını daima Kaypakkaya ya da TKP/ML Hareketi'nin görüşleri oluşturmaktadır. Bunun doğrudan veya dolaylı yansıması hiç te önemli değildir.

Kaypakkaya söz konusu olduğunda bu kopuş tarihsel bir olgudur, bir mirastır. Kaypakkaya Marksizm teorisini o günün koşulları içerisinde devrimci hareketin dönüştürülmesinde özel bir tarzda kullanmıştır. Ortaya çıkan ideolojik saflaşma devrimci hareketin '70'Ii yıllarında zorunlu bir olgusuydu. Bu yapılmadan ileriye doğru adım atılması söz konusu değildi. Birincil derecede bunun başarılmasıydı. Devrimci hareketin düzenle bütün ideolojik bağlarını koparması ve cepheden mücadele edilmesi, siyasal iktidar mücadelesinin Marksist-Leninist perspektiflerle ele alan komünist hareketin doğuşunu da koşulladı.

İşte Kaypakkaya bu temel görevi başardı. Eğer Kaypakkaya bu temel görevi başaramamış olsaydı, devlet sorununu kavrayamazdı, parlamento sorunun çözümleyemezdi. Türkiye'nin siyasal tahlilini yapamazdı. Sınıflar mücadelesini tahlil edip, devrimin temel sorunlarını çözüm bulmazdı. Nasıl ki, revizyonizme karşı mücadele uluslararası komünist harekette bir ideolojik saflaşma yarattıysa, Kaypakkaya'nın ülke özgünün de ortaya koyduğu görüşler devrimci hareket arasında yeni bir saflaşma oluşturdu ve komünist hareketin oluşumunu sağladı. 

TKP-ML Hareketi'nin  hataları, yetmezlikleri ve eksikliklerini ise Kaypakkaya da görevi devralan yoldaşları sürekli olarak kendisini ML bilinçle donatarak aşmasını bildi. Hem mükemmeliyetçilik görüntüsü altındaki inkarcılığa ve hem de  dogmatizmi ve sübyektivizmin kendini yenileyip geliştiremeyen çürüme haline  cepheden savaş açarak, komünist hareket hata ve zaaflarına karşı mücadele içinde gelişip güçlenir perspektifine bağlı kaldı. Bu gerçeklik abartılmaksızın bilinmeli ve  emekçilerin- devrimcilerin tarih çarpıtıcılığına değil daha çok gerçeğe  gereksinimleri olduğunu unutmayalım.

9 Nisan 2020 Perşembe

Devrimci tıp üzerine* - Ernesto Che Guevara

Kutsal özel mülkiyet hakkına duyduğumuz saygıyı silahlı mücadele kursunda yitirdik ve şunu gayet iyi anladık ki sıradan bir insanın hayatı dünyanın en zengin adamının bütün mülkiyetinden milyon kez daha değerlidir.

Küba halkının, devrimci kanunların sağladığı ilerlemeleri, tam bağımsızlık yolundaki yürüyüşünü ve özgürlüğünü kutladığı yüzlerce kamusal etkinlikten bir diğeri olan bu sade tören beni özel olarak ilgilendiriyor.

Hemen hemen herkes, yıllar önce kariyerime bir doktor olarak başladığımı biliyor. Ve ben bir doktor olarak yola çıktığımda, tıp okumaya başladığımda, ideallerim arasında şu an bir devrimci olarak sahip olduğum fikirlerin çoğu yoktu.

Herkes gibi başarmak istedim. Ünlü bir tıp bilimcisi olmanın hayalini kurdum; insanlığa yardımı dokunabilecek bir şeyler -fakat bana kişisel zaferler kazandıracak şeyler- keşfetmek için durmaksızın çalışmanın hayalini kurdum. Ben de, tüm hepimiz gibi, içinde bulunduğum ortamın çocuğuydum.

Mezuniyetten sonra, özel sebeplere ve belki de karakterime bağlı olarak, Amerika’yı baştanbaşa gezmeye başladım ve Amerika’nın tamamıyla tanıştım. Haiti ve Santa Domingo dışında, diğer tüm Latin Amerika ülkelerini bir şekilde ziyaret ettim. Seyahat ettiğim koşullar sayesinde, önce bir öğrenci sonra da bir doktor olarak, yoksullukla, açlıkla ve hastalıkla yakından tanıştım; parasızlık yüzünden bir çocuğu tedavi ettirememekle; sürekli açlığın ve eziyetin kışkırttığı ve bir babayı oğlunun ölümünü önemsiz bir kazadan saymasına vardıran şaşkınlıkla tanıştım. Ki bu durumlara kıtamızın ezilen sınıfları arasında sıklıkla rastlanıyor. Ve o anda, benim için, ünlü olmak ya da tıp bilimine çok önemli katkılarda bulunmak kadar önemli şeyler olduğunu fark etmeye başladım: o insanlara yardım etmek istiyordum.

Ama ben, her zaman hepimiz için geçerli olduğu gibi, yine içinde bulunduğum koşulların çocuğuydum ve o insanlara kişisel çabalarımla yardım etmek istedim. Epeyce seyahat etmiştim -o zamanda Guatemala’daydım, Arbenz’in Guatemala’sı- ve devrimci doktorun yönünü tayin edecek bazı notlar almaya başlamıştım. Devrimci bir doktor olmak için ne gerektiğini araştırmaya başlamıştım.

Ama saldırı (darbe) patlak verdi, saldırının arkasında United Fruit Company, ABD Dışişleri Bakanlığı, (CIA şefi) John Foster Dulles -gerçekte ikisi aynı şey- ve Castillo Armas adlı kuklaları vardı. Saldırı başarılı oldu, çünkü halk Küba halkının bugün bulunduğu gelişim seviyesine ulaşmamıştı. Herhangi başka bir gün gibi güzel bir gün, iltica yoluna çıktım, ya da en sonunda, Guatemala’dan uçuş yoluna çıktım, çünkü orası benim ülkem değildi.

Sonra önemli bir şey fark ettim: Devrimci bir doktor olmak için ya da sadece bir devrimci olmak için, öncelikle ortada bir devrim olması lazım. Yalıtık bireysel çaba, tüm saf ve temiz amaçlarına karşın yararsızdır ve en yüksek idealler için bütün bir hayatı adama isteği eğer biri yalnız başına çalışıyorsa -Amerika’nın herhangi bir köşesinde, yalnız başına- ilerlemeyi engelleyen kötü hükümetlere ve toplumsal koşullara karşı mücadele açısından anlamsızdır. Bir devrim yaratmak için, şu an Küba’da olan şeye sahip olmak gerekir -kolların ve birliğin değerini anlamak için kollarını kullanarak ve militan birliği uygulayarak öğrenen, bütün bir halkın seferberliği.

Ve şimdi, şu anda önümüzde duran sorunun çekirdeğine inmek zorundayız. Nihayet, bugün bir insan, her şeyden önce, devrimci bir doktor yani kendi mesleki teknik bilgisini devrimin ve halkın hizmetinde kullanan biri olma hakkına ve görevine sahiptir. Fakat şimdi eski sorun yeniden açığa çıkıyor: Toplumsal refah işi gerçekte nasıl hayata geçirilebilir? Kişisel çabayla toplumun gereksinimleri nasıl birleştirilebilir?

Hepimiz tek tek kendi yaşamlarımızı gözden geçirmeliyiz, doktorlar olarak ya da herhangi bir kamu sağlığı görevinde ne yaptık ve ne düşündük. Bunu son derece eleştirel bir istekle yapmalı ve sonuç olarak geçmiş dönemde düşündüğümüz ve hissettiğimiz her şeyin raflara kaldırılmakta ve yeni bir insan tipinin yaratılmakta olduğu bir karara varmalıyız. Eğer her birimiz bu yeni insan tipinin oluşumu için maksimum enerjimizle çabalarsak, halk için onu yaratmak ve yeni Küba’nın örneği olmasını sağlamak çok daha kolay olacaktır.

Şu an burada bulunan Havana sakinlerine vurgulamaktan mutluluk duyarım ki, Küba’da, burada başkentte yeterince değerlendiremediğimiz ama ülkenin dört bir köşesinde bulunabilecek yeni bir insan yaratılıyor. 26 Temmuz’da Sierra Maestra’ya gidenleriniz hiç bilinmeyen iki şeyi görmüş olmalı. Birincisi, çapalı kazmalı bir ordu; en büyük gururu, Oriente’deki yurtsever festivallerde, asker yoldaşları tüfeklerle yürürken çapalarını ve kazmalarını kaldırarak yürümek olan bir ordu. Fakat daha da önemli bir şeyi görmüş olmalısınız. Çoğu 13-14 yaşlarında olmasına rağmen bedensel gelişimleri 8-9’unda gösteren çocukları görmüş olmalısınız. Onlar Sierra Maestra’nın en gerçek çocukları, açlığın ve sefaletin en gerçek evlatlarıdır. Onlar yetersiz beslenmenin yarattıklarıdır.

Dört ya da beş televizyon kanalı ve yüzlerce radyo istasyonuyla, modern bilimin bütün ilerlemeleriyle bu küçücük Küba’da, bu çocuklar ilk olarak gece vakti okula vardıklarında ve yanan ampullerini gördüklerinde o gece yıldızların çok alçakta olduğunu haykırdılar. Ve o çocuklar, bazılarınız görmüş olmalısınız, kolektif okullarda okumaktan ticarete kadar çeşitli hünerler ve elbette devrimci olmanın zorlu bilimini öğreniyorlar.

Onlar Küba’da doğmakta olan yeni insanlar. Onlar izbe alanlarda, Sierra Maestra’nın değişik bölgelerinde ve de kooperatiflerde ve iş merkezlerinde doğuyorlar. Bütün bunlar bugün üzerine konuştuğumuz şeyle, yani doktorların ya da diğer sağlık işçilerinin devrimci hareketle bütünleşmesiyle çok yakından ilgili. Çocukların eğitimi ve beslenmesi görevi, ordunun eğitilmesi görevi, -bir zamanların- büyük toprak sahiplerine ait olan arazilerin aynı topraklar üzerinde ondan faydalanamadan her gün çalışan insanlara dağıtılması görevi, Küba’da hayata geçirdiğimiz toplumsal tıbbın başarılarıdır.

Hastalığa karşı mücadelenin temel ilkesi sağlıklı bir beden yaratmaktır; fakat sağlıklı bir bedeni bir doktorun zayıf bir organizma üzerindeki çalışmasıyla değil; daha çok, sağlıklı bir bedeni toplumun/kolektivitenin tamamının bütün toplumsal kolektivite üzerinde çalışması yoluyla yaratmaktır.

Bir gün, bu yüzden, tıp kendini hastalıkları önleyen ve halkı tıbbi görevlerini yapması konusunda yönlendiren bir bilime dönüştürmek zorunda kalacak. Tıp sadece, yaratmakta olduğumuz yeni toplumun becerileri dışında kalan çok uç, kritik durumlarda ameliyat yapmak ya da benzeri bir şey için müdahale etmelidir.

Bugün Sağlık Bakanlığı’na ve ilgili organizasyonlara düşen görev kamu sağlık hizmetlerini mümkün olan en yüksek sayıdaki insana ulaşmak için geliştirmek, önleyici bir tıp programı geliştirmek ve halkı sağlıklı yaşam konusunda yönlendirmektir.

Fakat tüm devrimci görevler için olduğu gibi bu görev için de esasında ihtiyaç duyulan şey bireyseldir. Devrim kolektif istek ve kolektif girişimi standartlaştırmaz. Tersine, kişinin bireysel becerisini özgürleştirir. Ve bizim görevimiz tüm sağlık uzmanlarının yaratıcı yeteneklerini toplumsal tıbbın görevlerine yönlendirmektir.

Biz bir çağın sonundayız ve sadece Küba’da da değil. Tersine ne söylenirse ya da umut edilirse boşuna; içinde büyüdüğümüz, altında ezildiğimiz, bildiğimiz kapitalizm tüm dünyada mağlup edilmektedir. Tekeller devriliyor, kolektif bilim her gün yeni ve önemli zaferlere imza atıyor. Uzun zaman önce diğer zapt edilmiş kıtalarda, Asya ve Afrika’da başlayan bir özgürlük hareketinin Amerika’daki öncüleri olma görevi ve gururuna sahibiz. Böylesi büyük bir toplumsal değişim, halkın zihniyetinde de aynı büyüklükte bir değişim gerektirir.

‘Bir sosyal çevrede tek başına bir insanın bireysel eylemi’ şeklinde bir bireycilik Küba’da yok olmalıdır. Bireycilik, gelecekte, bireyin tamamının kolektivitenin mutlak yararı için etkin kullanımı olmalıdır. Hepiniz ne söylediğimi anlıyorsunuz ve bugünün, geçmişin ve geleceğin nasıl olması gerektiği konusunda biraz düşünmeye hazırsınız; bu da bu fikrin bugün anlaşılması için yeterli. Bir düşünme biçimini değiştirmek için, büyük içsel değişimlere uğramak ve büyük dış değişimlere şahit olmak gereklidir, özellikle de topluma karşı sorumluluklarımız ve ödevlerimizi yerine getirirken.

O dış değişimler Küba’da her gün meydana geliyor. Devrim’i tanımanın ve halkın içinde uzun süredir uyumakta olan birikmiş enerjinin farkına varmanın bir yolu, tüm Küba’yı gezerek şu an yaratılmakta olan kooperatif ve iş merkezlerini görmektir. Sağlık sorununun kalbine inmenin bir yolu ise sadece Küba’yı gezip bu kooperatifleri ve iş merkezlerini yapan insanları tanımak değil, bu insanların hastalıklarını, çektikleri acıları, yıllardır süren kronik sefaletlerini, baskı ve boyun eğme altında geçen yüzyılların mirasını bulup çıkarmaktır. Doktor, sağlık işçisi yeni görevinin çekirdeğine gitmelidir; bu da kitlenin içindeki insan, kolektivitenin içindeki insandır.

Her zaman, dünyada ne olursa olsun, doktor hastasına çok yakındır ve onun ruhunu derinliklerine kadar bilir. Çünkü o acıya/ıstıraba müdahale eden ve onu dindirendir, toplum için paha biçilmez bir emek sarf eder.

Birkaç ay önce, Havana’da, burada, yeni mezun bir grup doktor ülkenin kırsal bölgelerine gitmek istemedi ve gitmek için daha fazla ücret talep ettiler. Geçmişin bakış açısına göre böyle bir şeyin yaşanması dünyadaki en mantıklı şeydir; en azından bana öyle geliyor, ben bunu gayet iyi anlayabilirim. Bu durum, bana birkaç yıl önce ne olduğumu ve ne düşündüğümü hatırlattı. Benimkisi isyancı gladyatörün yeni baştan başlayan hikayesi, daha iyi bir gelecek ve daha iyi koşulları güvence altına almak ve insanların ona ihtiyacı olduğunu göstermek isteyen dayanışma savaşçısının hikayesi.

Peki, aileleri tarafından okul masrafları yıllar boyu karşılanabilen bu çocuklar değil de daha az şanslı, sıradan çocuklar okullarını bitirmiş ve mesleklerini icra etmeye başlamış olsalardı ne olacaktı? Üniversite koridorlarında, iki-üç yüz köylü belirseydi, farz edelim öyle olsaydı ne olacaktı?

Ne mi olacaktı, bu köylüler kendi kardeşlerine yardım etmek için hemen ve içten bir heyecanla koşacaklardı. Yıllar boyu aldıkları eğitimin boşuna olmadığını göstermek için en zor ve en büyük sorumlulukları gerektiren işleri isteyeceklerdi. Ne mi olacaktı, önümüzdeki altı ya da yedi yıl içinde her meslek dalında yeni öğrenciler, işçilerin ve köylülerin çocukları mezun olduklarında ne olacaksa o olacaktı.

Fakat geleceğe kaderci bir gözle bakmamalı ve insanları işçilerin-köylülerin çocukları ve karşı devrimcilerin çocukları diye ayırmamalıyız, çünkü bu basite indirgemektir, çünkü doğru değildir, çünkü onurlu bir insan yetiştirmesi için bir devrim içinde yaşamaktan daha iyisi yoktur. Hiçbirimiz, Granma’ya ulaşıp Sierra Maestra’ya yerleşen ve birlikte yaşayarak köylüye ve işçiye saygı duymayı öğrenen ilk gruptan hiçbirimiz köylü ya da işçi sınıfı kökenli değildik. İçimizde çalışmak zorunda kalmış olanlar, çocukluğunda kimi yoksunluklar çekmiş olanlarımız doğallığında vardı; ama açlık, gerçek açlık denen şey hiçbirimizin daha önceden tattığı bir şey değildi. Fakat Sierra Maestra’daki iki uzun yıl boyunca bunu öğrenmeye başladık. Ve ardından çoğu şey oldukça netleşti.

Zengin bir köylünün ya da toprak sahibinin dahi mülkiyetine dokunulduğunda şiddetle cezalandıran biz, bir gün Sierra’ya on bin baş sığır getirdik ve köylülere basitçe şöyle dedik, “Yiyin.” Ve köylüler, yıllar ve yıllar boyu ilk kez olmak üzere, bazıları da hayatlarında ilk kez sığır eti yediler.

O on bin baş sığır için kutsal özel mülkiyet hakkına duyduğumuz saygıyı silahlı mücadele kursunda yitirdik ve şunu gayet iyi anladık ki sıradan bir insanın hayatı dünyanın en zengin adamının bütün mülkiyetinden milyon kez daha değerlidir. Ve biz, ne işçi sınıfından ne de köylü sınıfından olan biz bunu öğrendik. Peki, biz ayrıcalıklılar, dört rüzgara Küba’nın geri kalanının bunu öğrenemeyeceğini mi anlatacağız? Öğrenebilirler, hatta devrim bugün onların öğrenmesini istiyor, birinin komşusuna hizmet edilmesinin gururunun iyi bir maaştan çok daha önemli olduğunun iyice anlaşılmasını istiyor; birisinin biriktirebileceği tüm altınlardan daha nihai ve daha kalıcı olan şey bir halkın minnettarlığıdır. Ve her doktor, kendi faaliyeti çerçevesinde o kıymetli hazineyi, halkının minnetini toplayabilmeli ve toplamalıdır.

Sonra, tüm eski kavramlarımız silmeli ve halka daha da yakınlaştırmalı ve gittikçe bilinçlenmeliyiz. Onlara eskisi gibi yaklaşmamalıyız. Hepiniz diyeceksiniz ki, “Hayır. Ben halkı severim. İşçilerle ve köylülerle konuşmaktan hoşlanırım ve Pazar günleri onları görmeye oraya buraya giderim, falan.” Bunu herkes yaptı. Ama bunu hayırseverlik için yaptık ve bugün hayata geçirmemiz gereken şey dayanışmadır. İnsanlara gidip şunu söylememeliyiz, “İşte buradayız. Size kendi varlığımızın hayrını sunmaya, size bizim bildiklerimizi öğretme, hatalarınızı, kültürsüzlüğünüzü, cahilliğinizi göstermeye geldik.” Bunun yerine araştırıcı bir zihin ve alçak gönüllü bir ruhla halkın devasa bilgelik kaynağında öğrenmeye gitmeliyiz.

Sonra, çok defa, bizim bir parçamız haline gelecek ve düşüncemizin otomatik bir parçası olacak kadar alıştığımız kavramlarda yanıldığımızın farkına varacağız. Sık sık kavramlarımızı değiştirme ihtiyacı duyacağız; sadece sosyal ve felsefi alandaki genel kavramlarımızı değil bazen tıp alanındaki kavramlarımızı da değiştirme ihtiyacı duyacağız.

Hastalıkların her zaman büyük-şehir hastanelerinde olduğu gibi tedavi edilmesine gerek olmadığını göreceğiz. Bir doktorun tarımsal ve potansiyel anlamda dünyanın en zengin ülkelerinden biri olan Küba’nın oldukça yoksul ve sınırlı olan besin yapısını zenginleştirmek ve yeni yiyecek talebini karşılayabilmek için aynı zamanda bir çiftçi olmak ve yeni gıdalar yetiştirmek zorunda olduğunu göreceğiz. Sonra, nasıl olmak zorunda olduğumuzu göreceğiz; biraz eğitsel, zaman zaman da çok eğitsel. Politikacılar olmak gerekecek ve o zaman ilk yapmamız gereken şey halka bilgeliğimizi sunmak için gitmek olmamalı. Biz, aslında, halkla birlikte öğreneceğimizi, o büyük ve güzel ortak tecrübemizi yani yeni bir Küba’nın inşasını birlikte başaracağımızı göstermek için gitmeliyiz.

Halihazırda pek çok adım atıldı. 1 Ocak 1959’la bugün arasında bildik geleneksel ölçülerle hesaplanamayacak bir mesafe var. Halkın çoğunluğu uzun zaman önce anladı ki burada devrilen sadece bir diktatör değil bir sistemdi. Şimdi de halkın öğrenmesi gereken bölüm geliyor, çürümüş bir sistemin yıkıntıları üzerinde halkın mutlak mutluluğunu getirecek yeni bir sistemin inşası.

Geçen yılın ilk aylarında bir zaman, yoldaş Guillen’in Arjantin’den gelişini hatırlıyorum. Belki kitaplarının çevrildiği diller bugünkünden bir ya da iki daha azdı -ki her gün dünyanın bütün dillerinden yeni okurlar ediniyor- ama O, yine bugünkü büyük şairdi. Ne var ki, Guillen için şiirlerini, halkçı şiir olan eserlerini, halkın şiirlerini burada okumak zordu, çünkü o zaman henüz ilk dönemdi, ön yargıların dönemiydi. Ve yıllar ve yıllar boyu hiç kimse şair Guillen’in olağanüstü şiirsel yeteneğini halkına ve inandığı davaya adadığını düşünmek için sabit fikirlerini bir kenara bırakıp bir an olsun duraksamadı. Halk onu Küba’nın onuru olarak değil yasaklı bir siyasi partinin temsilcisi olarak gördü.

Şimdi, bütün bunlar unutuldu. Eğer ortak bir düşmanımız ve ortak bir hedefimiz varsa, ülkemiz içindeki bazı farklı yapıların farklı bakış açılarının ayrılıklara sebep olmayacağını öğrendik.

Üzerinde anlaşmamız gereken şey, ortak bir düşmanımız olup olmadığı, ortak bir hedef için uğraşıp uğraşmadığımızdır.

Şu an itibariyle, ortada kesinlikle ortak bir düşman olduğuna kani olmamız gerekiyor. Hiç kimse, tekellere karşı bir fikir beyan etmeden ya da “Bizim düşmanımız ve tüm Amerika’nın düşmanı, tekelci ABD hükümetidir” diye açıkça konuşmadan önce omzunun üstünden bir kulak misafiri olan -belki elçilikten, istihbarat taşıyacak bir ajan- var mı diye bakmıyor. Eğer şimdi herkes düşmanın kim olduğunu biliyorsa ve o düşmana karşı savaşan herhangi birinin bizimle ortaklığı olduğu anlaşılmaya başlıyorsa, artık ikinci bölüme geliyoruz. Küba için hedeflerimiz nelerdir? Ne istiyoruz? Halkın mutluluğunu istiyor muyuz, istemiyor muyuz? Küba’nın tam ekonomik özgürlüğü için savaşıyor muyuz savaşmıyor muyuz?

Herhangi bir askeri bloka dahil olmadan, burada alınacak herhangi bir iç ve dış kararla ilgili olarak dünya üzerindeki herhangi bir süper gücün elçiliğine danışmak zorunda olmadan, özgür uluslar içinde bir özgür ulus olmak için mücadele ediyor muyuz, etmiyor muyuz? Eğer çok fazla şeyi olanlardan alıp hiçbir şeyi olmayanlara vermek için zenginliği yeniden bölüştürmeyi planlıyorsak; eğer yaratıcı çalışmayı mutluluğumuzun gündelik, dinamik kaynağı haline getirmek istiyorsak, artık ulaşmak için çalışacağımız hedeflerimiz vardır. Ve aynı hedeflere sahip olan biri bizim dostumuzdur. Eğer onun ayrıca başka fikirleri de varsa, eğer kimi organizasyonlara ya da bir başka şeye dahilse bunlar önemsiz şeylerdir.

Büyük tehlike anlarında, büyük gerilim ve büyük yaratılış anlarında önemli olan büyük düşmanlar ve büyük hedeflerdir. Eğer şimdi anlaştıysak, eğer hepimiz nereye gittiğimizi biliyorsak -ve bırakın bu kimi üzerse üzsün- artık işimize başlayabiliriz.

Size, bir devrimci olmak için öncelikle bir devrime sahip olmanız gerektiğini anlatıyordum. Biz buna zaten sahibiz. Sonra, birlikte çalışacağınız halkı tanımalısınız. Henüz iyice tanışmadığımızı düşünüyorum, öyle ki bu yolda bir süre daha ilerlememiz gerekiyor. Bana, halkı tanımanın kooperatiflerde onlarla birlikte yaşamak ve çalışmaktan başka yolları nelerdir diye soracaksınız. Herkes bunu yapamaz ve sağlık işçisinin varlığının çok önemli olduğu pek çok yer var. Devrimci milis kuvvetleri Küba halkının dayanışmasının en büyük tezahürlerinden biridir diyeceğim. Milis kuvvetleri şimdi doktora yeni bir görev veriyor ve onu, kısa bir süre öncesine kadar geçerli olan şeye, Küba için üzücü ve hemen hemen ölümcül olan gerçekliğe, yani büyük çaplı bir askeri saldırıya maruz kalacağımız gerçeğine hazırlıyor.

Sizi şu konuda uyarmalıyım; doktor bir devrimci ve asker görevindeyken her zaman bir doktor olmalıdır. Bizim Sierra’da düştüğümüz hatanın aynısına siz düşmemelisiniz. Ya da belki de o bir hata değildi, fakat o dönemden bütün sağlıkçı yoldaşlar bunu biliyor. Yaralı birinin ya da bir hastanın yanında kalmak bize onursuzluk gibi göründü ve bir tüfek kapıp yapabileceklerimizi savaş alanında ispatlamaya gitmenin bir yolunu/mümkününü aradık.

Şimdi koşullar farklı ve ülkeyi savunmak için kurulan yeni ordular değişik taktiklerin orduları olmalı. Yeni ordunun planı içinde doktorun çok büyük bir önemi olacak. O, var olan en güzel ve bir savaşın en önemli görevlerinden biri olan doktorluğa devam etmelidir. Ve sadece doktorlar değil, hemşireler, laboratuvar teknisyenleri ve kendini bu çok insani işe adayan tüm herkes son derece önemlidir.

Her ne kadar gizli tehlikeyi biliyor ve atmosferde hala var olan bu saldırı havasını def etmek için kendimizi hazırlıyorsak da, bunun hakkında düşünmeyi bırakmalıyız. Eğer ilgi merkezimizi savaş hazırlıkları olarak belirlersek, kendimizi yaratıcı çalışmaya adamamız mümkün olamaz. Askeri bir eylem için yapılan tüm çalışma ve maddi yatırımlar çöpe atılmış emek ve çöpe atılmış paradır. Ama maalesef bunu yapmalıyız, çünkü kendilerini buna hazırlayan başkaları var. Fakat şurası gerçek ki -ve bir asker olarak şerefim üzerine tüm samimiyetimle söylüyorum- harcamalar içinde beni en çok üzen, Ulusal Bankanın kasasından birkaç silah daha alınsın diye çıktığını gördüğüm paradır.

Bununla birlikte, milis kuvvetlerinin barış zamanında da bir görevi vardır; milis kuvvetleri, yoğun nüfuslu merkezlerde, halkı birleştirmenin bir aracı olmalıdır. Doktorların milis kuvvetlerinde olağanüstü bir dayanışma hayata geçirilmelidir. Tehlike zamanlarında, hemen yoksul Küba halkının sorunlarını çözmeye gitmelidirler. Ama milis kuvvetleri aynı zamanda, bir üniformayla birleştirip eşitleyerek, Küba’nın bütün sosyal sınıflarından insanlarla birlikte yaşamak için bir olanak da sunar.

Eğer biz sağlık işçileri -bir zamanlar unutmuş olduğum bu unvanı bir kez daha kullanmama izin verin- başarılıysak, eğer dayanışmanın bu yeni silahını kullanıyorsak, eğer hedefleri biliyorsak, düşmanı biliyorsak ve gitmemiz gereken yönü biliyorsak artık bizim için geriye sadece bu yolun her bir gün aşılacak parçasını/adımını bilmek kalıyor. Ve bu adımı bize hiç kimse gösteremez; bu adım her bireyin kendi özel yolculuğudur. Bu adım, kişinin kendi bireysel deneyiminden edinecekleri ve halkın iyiliğine adanmış işini yaparken kendinden verecekleridir.

Şimdi geleceğe doğru yürüyüşümüz için tüm her şeye sahipken, hadi Marti’nin tavsiyesini hatırlayalım. Şu an için ben bunu bilmezlikten geliyorsam da, biri daima örnek almalı “Anlatmanın en iyi yolu yapmaktır.” Hadi, artık, Küba’nın geleceğine doğru yürüyelim.

* Che Guevara’nın 19 Ağustos 1960’ta Kübalı milislere hitaben yaptığı konuşma. (Monthly Review dergisi, Ocak 2005, sendika.org çevirisi.)