6 Temmuz 2011 Çarşamba

İdeolojisiz bir doktrin: Anarşizm - 2

II. Bölüm
I. ENTERNASYONAL’DE ANARŞİSTLER
1864 yılında faaliyete başlayan I. Enternasyonal (Uluslararası İşçi Derneği) çerçevesinde Marks, enerjisinin büyük bir bölümünü Anarşistlerin saldırılarına karşı koymak yolunda tüketmek zorunda kaldı.

Anarşistler, Marks’ı Enternasyonal’den atmayı denediler. Bu olmayınca, genel sekreterlik görevinden uzaklaştırmayı denediler. Bunu da başaramayınca, hükümetsiz toplum anlayışları paralelinde genel sekreterliği olmayan bir örgütlenme savundular.

Marks, işçilerin sendikalarının yanı sıra, siyasal parti halinde örgütlenmeleri fikrini, anarşistlerin muhalefeti yüzünden güçlükle ve uzun mücadeleler sonucunda kabul ettirebildi. Anarşistler, Marks’ın parlamenter siyasal eylemden yana görüşlerine de karşı çıktılar. Marks, 1866 tarihli Cenevre Kongresi’nde işgününün sekiz saatle sınırlanması, çocukların korunması gibi konularda karar alınmasını önerdiğinde de Proudhoncuların muhalefeti ile karşılaştı. Onlar, böyle kanunlara mevcut iktidarların daha da güçlendirilmiş olacağını savunmaktaydılar. Marks, onlar karşısında, devletin göreli bağımsızlığı düşüncesine koşut olarak şu görüşü ortaya koydu; “Böyle kanunların takviye edilmesi ile işçi sınıfı hükümetinin iktidarını takviye etmiş olmayacaktır. Aksine, bu iktidarı değiştirerek kendi hizmetine daha uygun duruma getirmiş olacaktır. ( J. Braunthol, History of the International, Cilt: I, Syf. 125, Londra 1967)


I. Enternasyonal’de 1868 Brüksel Kongresi’nden sonra anarşistler, Marks’a karşı muhalefetlerini Bakunin’in (1814–1876) önderliğinde sürdürdüler. Marks, 1872’de La Haye Kongresi’nde, siyasal eylem fikrini reddetmeleri nedeniyle Bakunin ve yandaşlarını Enternasyonal’den ihraç etme kararının alınmasını sağladı. Ancak Marks, anarşistler yüzünden Enternasyonal’i Avrupa’da yaşatmanın olanaksızlığını görmüştü. Bu yüzden Enternasyonal’in merkezini Amerika’ya taşıdı. Enternasyonal, orada da ancak 1874’e kadar varlığını sürdürebildi.

Bakunin, 1876’da öldü. Rus Çarı’na hitaben yazdığı ve “Muhterem pederim” diye başlayan mektupları, hakkında çeşitli yorumların yapılamasına yol açtı. Her ne olursa olsun, Avrupa işçi hareketinde, meydana getirdiği tahribatın “muhterem peder”inin arzularına denk düştüğüne kuşku yoktur.

ENTERNASYONAL SONRASI
Komün katliamını izleyen karanlık aralanmaya başladığında, 1892’de Londra’da Avant-Garde adını verdikleri bir grup oluşturan Malatesta, Malato, Kropotkin ve Louise Michel gibi ünlü anarşistler, yandaşlarına sendikalarda örgütlenmelerini öğütleyen bir bildiri yayınladılar. Özellikle, Fransa’da etkili olan anarko-sendikalizmin doğuşu bu gelişmenin ardından geldi.

Anarşizm’in anarko-sendikalist kanadı üzerinde, faşizme esin kaynağı olan ünlü bir isimde yer almıştır. Mussolini, kendisini en çok etkileyen düşünürlerden başında, Fransız anarko-sendikalizminin ideologu George Sorel’in yer aldığını belirtir. Karşılık olarak, Mussolini’den etkilendiğini gizlemeyen Sorel’in, Anarşizm’le ile Faşizm arasında bir köprü rolü oynadığı söylenebilir. (Georges Lefranc, Histore des doctrines sociales, Cilt: I, Syf. 156, Paris 1966)

Fransız anarko-sendikalistleri 1889’dan I. Emperyalist Dünya Savaşı’na kadar faaliyet gösteren II. Enternasyonal bünyesinde, siyasi parti örgütlenmesine karşı geleneksel anarşist tavrı sürdürdüler ve bu yüzden, 1896’da örgütten ihraç edildiler.


1917 Devrimi ve ayrıca Avrupa’da siyasal iktidarların tavizci bir politika izlemelerini mümkün kılan belli bir sermaye birikiminin sağlanmış olması, Anarşistlerin etkilerini zayıflatan sonuçlar doğurdu.


Anarşistler, Bolşevik devrimini izleyen yıllarda, Rusya’da da varlıklarını duyurdular. Lev Troçki, anarşistlere karşı en sert tavrı sergileyenler arasında yer almaktaydı. Nisan 1918’de, Moskova’da anarşistlerin denetimindeki mahalleler, Troçki’nin komutasındaki askeri birlikler tarafından topa tutuldu ve Anarşizm yasaklandı.

Ancak, Bolşevik devriminin ardından yeni kurulan devlete nasıl bir biçim verilmesi konusunda beliren tartışmalarda da Anarşizm’in etkileri görülmüştür. Mart 1921’de Parti’nin 10. Kongresi’nde, yeni kurulacak devlet içinde sendikaların gerekliliği ve rolü tartışılırken, sendika liderlerinden Şiliapkinov’un başını çektiği “İşçi muhalefeti” grubu anarko-sendikalist bir tavır sergileyerek sendikaların yeni toplumun temel unsurunu oluşturması görüşünü savundular. Troçki’nin başını çektiği grup ise sendikaların devlete bağımlı kuruluşlar haline gelmesini savunmaktaydılar. Lenin, bu görüşlerden birincisine, işçi sınıfını partisizleştireceği için; ikincisine ise gerçek sendikalara sosyalist toplumda da gerek olduğu düşüncesiyle karşı çıkmıştır. (Bkz: A. Işıklı, Sendikacılık ve Siyaset, Cilt: II, V. Baskı, Öteki Yayınları, Syf. 137, Ankara 1995)

Anarşistler, sosyalistlerin fazlaca gelişme göstermediği İspanya’da iç savaş öncesinde sahnedeydiler. Primo de Rivero’nun diktatörlüğünün son bulmasından sonra, 1931’de cumhuriyetin ilan edilmesi, Anarşistlerin devlete karşı sürdürdükleri mücadelelerini daha da yoğunlaştırmalarına neden oldu. Bu dönemde, Kiliselerin ateşe verilmesi olaylarını da içeren bir şiddet dalgası hüküm sürmeye başlamıştı. Anarşistlerin 1933’te, “Oy sandıkları değil sosyal ihtilal” sloganıyla seçimleri boykot etmeleri, Katolik faşist partinin iktidarına yol açtı.

Anarşistler, sosyalistlerle herhangi bir ittifaka yanaşmadılar. İdeolojilerinin gereği olarak örgüt disiplinin reddetmekteydiler. Bu durumda, tırmanan şiddet ve kaosu önleme gerekçesiyle 1936’da harekete geçen General Franco’nun işi zor olmadı. Franco’ya karşı direnişte anarşistler, cumhuriyetçi unsurlarla kenetlenmeye ilk defa olarak yanaştılar: ama artık iş işten geçmişti. (J. Joll, The Anarchists, Syf. 224–256, Londra 1964)

1968 olaylarında anarşizm’in öncülüğünü Fransa’da Daniel Cohn-Bendit yapmaktaydı. Bendit sosyalizme şiddetle karşıydı. Olaylar yatıştıktan sonra, kovboy filmleri çevirdi. Daha sonra, Avrupa Parlamentosu üyesi sıfatıyla Tayyip Erdoğan’ın davetlisi olarak İstanbul'a geldiğinde, kendisini Marks’tan çok Refah Partisi’ne yakın hissettiğini söyledi.

I. ENTERNASYONAL TARTIŞMALARI ve GÜNÜMÜZLE BAĞINTISI
“… Devletin ortadan kaldırılmasının, komünistler için yalnız bir tek anlamı vardır o da şudur, devletin ortadan kaldırılması, sınıfları ortadan kaldırılmasının sonucudur, sınıflarla birlikte öteki sınıfları egemenliği altına almak için bir sınıfın örgütlü bir kuvvete sahip olması gereği de kendiliğinden düşer.

Burjuva ülkelerde devletin ortadan kaldırılması, devlet iktidarını, Kuzey Amerika’daki düzeyine geri getirmek anlamına gelir. Sınıf çelişkileri, orada, ancak pek eksik bir gelişme göstermiştirler; fazla gelen proleter nüfusun Batıya doğru akma eğilimi göstermesi yüzünden orada sınıfların karşı karşıya sürekli olarak gölgelenmektedir… Feodal ülkelerde devletin ortadan kaldırılması, feodalizmin ortadan kaldırılması ve olağan burjuva devletin ortadan kaldırılması, devlet iktidarını, Kuzey Amerika’daki düzeyine geri getirmek anlamına gelir. Sınıf çelişkileri, orada, ancak pek eksik bir gelişme göstermişlerdir…
.
Almanya’da, devletin ortadan kaldırılması sloganı, ya yürütülmekte olan savaşımdan sıyrılmak için korkakça bir kaçamak yolunu, ya burjuva özgürlüğünün bireyin mutlak bağımsızlığına ve özerkliğine kadar şarlatanca abartılmasını ya da en sonu burjuvanın, burjuva çıkarların ilerlemesini kösteklemedikçe her türlü devlet biçimine karşı aldırışsızlığını maskeler. Eğer bu, “en yüksek anlamda” devletin ortadan kaldırılması, böyle ahmakça öğütleniyorsa, bunda Berlin’deki Striner ve Faucher’lerin hiçbir kabahati yoktur. La plus bele fille de la France ne peut donner que ce qu’elle a. “Fransa’nın en güzel kızı bile kendisinden olanı verebilir ancak.” (Neue Rheinische Zeitung, n 4, Syf. 58.) (Karl Marks/Frederich Engels, V. I. Lenin, Anarşizm ve Anarko-Sendikalizm, Çev. Sevim Belli, I. Basım, Sol Yay. Syf. 33–34 Mart-Ankara 1979)

19. yüzyılın sonlarına doğru Anarşizm iki ana akım olarak ayırt edildi. Bireyci Anarşizm ve Komünist Anarşizm. İlkinin temsilcisi olarak, Proudhon ve Stirner, ikinci akımın temsilcisi olarak da Bakunin ve Kropotkin’den söz edebiliriz. Anarşistler daha çok I. Komünist Enternasyonal içinde Marks ve Engels ile yani Bilimsel Sosyalizm’in öncüleri ile yürüttükleri tartışmalarla fikirlerini yaydılar.

“… İlkin yık, sonra her şey kendiliğinden gelişir, ne kadar çok olursa o kadar iyi. Devrimci entelijensiyayı ve yoksulluktan dolayı hayatından bezmiş işçileri harekete geçirmek yeterlidir. Gerekli olan tek şey, ruhlarında devrim ateşini taşıyan kararlı kişilerden oluşan bir gurubun varlığıdır. Bakunin’in tüm öğretisinin özü buydu. Görünüşte bu, Weitling’in öğretisini andırmaktadır. Ancak Blanqui’nin öğretisine olan benzerlik gibi, bu da yüzeyde kalmaktaydı. Meselenin özü, Bakunin’in proletaryanın iktidarı ele geçirmesinden söz edilmesi dahi işitmek istememesiydi. Bakunin mevcut burjuva toplumu zemini üzerinde sürdürülen ve proletaryanın sınıf örgütlenmesi için daha elverişli koşullar yaratılmasını amaçlayan her türlü siyasal mücadele biçimini inkâr ediyordu. Siyasal mücadeleyi ve siyasal iktidarın ele geçirilmesi açısından proletaryanın siyasal örgütlenmesini zorunlu sayan herkes ve bu arada Marks’ın, Bakunin ve çömezlerine, gelecekteki sosyal devleti engelleyen alçak oportünistler olarak görülmesinin nedeni buydu…” (David Riazanov, K. Marks/F. Engels, Hayat ve Eserlerine Giriş, Çev. Ragıp Zarakolu, III. Basım, Belge Yayınları, Syf. 166–167 Haziran 1997)

Anarşizm, 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren ağırlığını hissettiren bir siyasal hareket olarak olgunlaşmış ve sosyal mücadeleler tarihindeki yerini almıştır. İlk mücadele yılları olarak ele alabileceğimiz 1850’lerden 1971 Ekim Devrimi’ne kadar belirli bir iddiayı taşımakla beraber, somut bir sonuç almaktan uzak müzmin bir muhalefet hareketi olarak varlığını sürdürmüştür. Özellikle I. Enternasyonal’in belirli tartışma başlıklarındaki tavırları bu tespitimizi doğrular niteliktedir. 1866 yılının Eylül ayında toplanan I. Enternasyonal’in Cenevre Kongresi’nde bunu görebiliriz.

“… Fransız heyeti, Proudhon’un ekonomik düşüncelerini sergileyen çok özentili bir rapor sunar Kongre’ye. Bizzat doğanın kadına aile ocağı çevresinde yer verdiğini, kadının yerinin fabrika değil ev olduğunu ilan ederek, kadın emeğine şiddetle karşı olduklarını açıklarlar. Grev ve sendikalara da kesin olarak karşı olduklarını bildirerek, kooperatifçi düşüncelerinin ve mübadelenin özellikle karşılıklı yardımlaşma temeli üzerinde örgütlenmesini savunurlar.

Proudhon’cular Kongre’de İngiliz ve Alman delegelerin muhalefetiyle karşılaştı, Marks’ın raporundaki ilgili kısımları, karar taslakları halinde noktası noktasına gündeme getirdiler.

Marks’ın raporu, Enternasyonal’in baş fonksiyonunun, kendi çıkarları için mücadele eden işçi sınıfının çeşitli alanlardaki çabalarının birleştirilmesi ve eş güdümlü kılınması olduğunu vurguluyordu. Uluslar arası öyle bağlar kurmak gerekiyordu ki, farklı ülkelerin emekçileri artık kendilerini yalnız kavga arkadaşları olarak hissetmekle kalmayacak, aynı zamanda tek bir kurtuluş ordusunun üyeleri olarak eylem yürüteceklerdi…” (David Riazanov, K. Marks/F. Engels, Hayat ve Eserlerine Giriş, Çev. Ragıp Zarakolu, III. Basım, Belge Yayınları, Syf. 179 Haziran 1997.)

İşçi sınıfının uluslararası bir sınıf olarak etkinliğini artırmak için, eş güdüm ve pratik devrimci faaliyetlerinin örgütlenmesi gerekliliği en iyi gösteren olay sanırım Amerikan İç Savaşı (1860) olmuştu. Kuzey Amerika’nın köleliğe son vermesi sonucunda isyan eden güney devletleri ayrılık hakkını kullanmak isteyince kargaşa çıkıyordu. Dönemin Avrupa ülkelerinin endüstriyel pamuk ihtiyacının çok ciddi bir kısmını karşılayan Güney Amerika savaş dolayısıyla pamuk ihracatında kısıntıya gidiyordu. Üstelik pamuk fiyatlarını da ciddi oranlarda artırıyordu. Azalan arzı üstelik ciddi bir fiyat zammıyla sadece büyük işletmeler alabiliyordu. Bunu aynı zamanda paralel sektörlerdeki zamlar da izliyordu. Bu da Avrupa’da binlerce küçük ve orta ölçekli sanayi kuruluşunun batması ve milyonlarca işçi ve emekçinin işsiz kalmasıyla sonuçlanacak süreci başlatıyordu. Ardından ciddi çalkantılar ve sınıf mücadelesindeki sertleşme geliyordu.

İşte Proudhoncuların grev ve sendika karşısındaki olumsuz duruşları sadece bu olayla bile geçersizleşiyordu. Çünkü onların önerdiği dayanışma kooperatifleri böylesi bir dönemeçte ezilen sınıfların sorunlarına çözüm olmak bir yana bir direnç noktası dahi yaratamıyordu. 1861 yılında Çarlık Rusya’sında serfliğin kaldırılması da yine Avrupa’da benzer sıkıntılar yaratacaktı.

Emperyalizm öncesi dönemde kapitalist barbarlığın koltuk değneği olan anarşizm, emperyalizm çağı ile beraber onun sopası haline geliyor. Bunu bugün emperyalizmin Üçüncü Dünya’nın ezilen halklarına karşı giriştiği savaşta görebiliyoruz. Devlet karşılığı bunun siyasi argümanı oluyor.

Burada ve diğer tartışmalarda esas olan Anarşizmin bir bağımsız siyaset olarak değil ama merkezi ideolojilerden olan kapitalizmin aparatı görevini yüklemiş olduğudur. Günümüz hâkim sınıflarının sistemi olan emperyalizm üçüncü dünyaya dışarıdan terörizm ile saldırırken içten ise anarşizm ile vurmaktadır. Anarşizm özellikle kültür ve siyaset alanında kayıtsızlık, lümpenlik ve cehalet gibi olgular üzerinden tahrifat görevini yürütmektedir. İlkelerin yerine başıbozukluk ve etik olarak nihilizm çıkışsızlığının iki temel gerekçesidir.

ANARŞİSTLER YENİ LİBERALİZMİN HİZMETİNDE
Her türlü kamusal iktidara ve kamusal alan olan her şeye karşı olan anarşist mantık, yeni liberalizmin “Daha az devlet daha çok pazar” sloganıyla başlattığı tırmanışıyla tam bir uyum içindedir.

Kuşkusuz, yeni liberallerin asıl amaçları, ulusal iktidarları ezip geçerek sermayenin uluslar üstü iktidarını sağlamlaştırmaktır. Ancak, bu amaçla biçimlendirdikleri, diktatörlüklere gerekçe oluşturmaya hizmet eden görüşlerine ve sosyal devleti ortadan kaldırmaya yönelik modellerine, kimilerine cazip gelebilecek görünümler kazandırma gereğini duydukları için “Devleti küçültme” görüntüsünden yararlanma yolunu tutmuşlardır.

Yeni liberallerin en başta gelen akıl hocası Von Hayek’in 1944’te yayınladığı kitabının adı “Esarete Giden Yol”dur. Bununla anlatmak istediği, devletin ekonomik sosyal yaşam içindeki ağırlığının artmasının kaçınılmaz olarak esarete yol açacağıdır. Onun öğrencisi olan Milton Friedman’ın devlet karşıtlığı, “Liberal anarşist” olarak nitelendirilmesine varacak kadar açık bir biçimde Anarşizm’e paraleldir. Örneğin Friedman’a sorarsanız, “Bir kraliyet sömürgesi olan Hong Kong, serbest Pazar ve sınırlı devlet müdahaleciliğinin çağdaş örneğidir” ve “Hong Kong’da geçirilecek birkaç saat hükümet müdahalesinin savunanların görüşünü çürütmeye yetecektir”. (Gus Tyler, Friedman’ın İcatları, Bir Başka İktisat, Der: A. Işıklı, II. Baskı, Öteki Yay. Syf. 75, Ankara 1987)

Dün, grevci işçilerin kurşunlanmasına ideolojik gerekçe uyduran Proudhon’un rolünü, günümüzde Pinochet türü diktatörlere akıl hocalığı yapan Friedman devralmıştır.

Anarşist bakış açısına bağlı kalınca, özel işletmelerle kamusal işletmeler arasında herhangi bir fark görmemek, hatta iktidarın yoğunlaşmasına ve devletin güçlenmesine yol açacağı için kamusal olan her şeye karşı çıkmak, kaçınılmazdır. Bunun sonunun özelleştirmelere taraftar olmaya varmasına şaşmamak gerekir.

Seattle’den bu yana süre gelen kapitalist küreselleşme karşıtı tepkilerin beyin kadrosunu, Samir Amin, Susan George gibi ciddi sosyalist düşünürler ve bilim adamları oluşturmaktadır. Bunların en başta gelen kaygısı, hareketin kitleden kopmasına neden olabilecek mantık dışı ve provokasyona açık eğilimlerden uzak kalınmasıdır. Ne var ki anarşizm, tarihsel misyonunu bu konuda da sürdürmekten geri kalmamakta: hareketi itibarsızlaştırmak ve itici bir görünüme sokmak yönünde elinden geleni yapmaktadır. Onların varlığı, böylesine tarihsel önem taşıyan bir gelişmeyi, kısır mecralarda tüketme kararlığında olan egemen medya tarafından ustalıkla değerlendirmektedir.


Devamı:

Hiç yorum yok: