9 Mayıs 2011 Pazartesi

Biz O'nun yoldaşlarıyız!

Katledilişinin 38. yılında komünist önder İbrahim Kaypakkaya yoldaş mücadelemize yol göstermeye devam ediyor!

4 Mayıs 2011 Çarşamba

Devrim ve sosyalizm mücadelemizde yaşıyorlar!

6 Mayıs’ın devrimci geleneği sürüyor!
Deniz, Yusuf, Hüseyin kavgamızda yaşıyor!
Ankara’da 1972 6 Mayıs şafağında faşizm THKO’nun önderlerinden Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ı darağacına çekerek katletti. 12 Mart faşist diktatörlüğü, emekçilere gözdağı vermek ve devrimci halk hareketinden intikam almak için Deniz’i, Yusuf’u ve Hüseyin’i ipe çekti. Deniz Gezmiş ve yoldaşlarının Ankara’da ipe çekilmesinin üzerinde 29. yıl geçmesine karşın On’ların kaldırmış olduğu devrim bayrağı hep yukarılarda dalgalanırken, On’ları ipe gönderenler bin kez lanetle anılmaktadırlar.

Düşünceyi anlamak için, kavranması gereken iki halkadan biri; onu hazırlamış olan ortam, diğeri; onu esinlemiş olan tasarımın dikkate alınmasıdır. Ortam elbette düşüncenin oluşumunda belirleyici bir etkendir. Düşünceyi geleceğe aktarmada kullandığımız çıkış noktası, yine ortama dayanır. Bizi yöneltebilecek, önceden belirlenmiş bir veri olarak, bir tek değişmez çizgi nedir diye sorduğumuz zaman, yanıtımız geçmiş olur. Bu geçmiş, yani deneyimler, doğaldır ki, insanın geleceği kısıtlar...

Kısıtlanan o deneyimlerden edinilen bilgiler doğrultulsun da, yapılmayan yanlışlıklardır... Deneyimler bize farklı yetiler kazandır... Ve geleceğimize ilişkin tasarımlarımızda, daima geçmişimizi göz önüne alarak yaşarız. Çünkü geçmiş, denenmiş olandır. Aynı zamanda önemli ve işlevseldir. Bunun önemini iyi kavrayın, onu daha işlevsel kılar.

Kargaşa, her bunalım çağıyla at başı gider. '68'i anlatırken bu tümceyle başlamak yerinde olur. Süreç; farklı yerlerde, farklı zaman aralıklarıyla başlamış ve bitmiştir. Bitişi başlangıcından daha hızlı oldu denebilir. Gençlik hareketi olarak nitelense de görece bir şekilde işçilerin de tüm süreç boyunca, eylemlilik içinde olduğunu belirtmekte yarar var. Ortaya çıkışını hazırlayan en önemli sorunlardan biri, ''Vietnam sendromu''dur. Üniversite işgalleri, sokak yürüyüşleri, grevler ve mitinglerde dile gelen seslenişler, esas şekliyle sistemin temel özelliklerine duyulan aşırı güvensizliktir. Kapitalist istemin ''bunalımı'', yığınların ''kargaşa''sına zemin hazırlamıştır.'68 eylemliliklerinde, öğrenci ve işçilerin kapitalist sistemden bilir bir özellik gösterdi.

İşçiler, ekonomik mücadele boyutunu aşamazken, öğrenciler de demokratik haklar ve düzenin ''bunalımı’ndaki belirtilerde kalakaldılar. İşçilerin teslimiyetçi sendikaları; doğru mücadele araçlarını vermekte öngörülü olamadı. Bilimsel sosyalizmin yol gösterici çizgisinin bu dalgalar üzerindeki zayıf etkisi, doğallıkla, ''kargaşa''nın hızlı bitmesine bir neden olarak gösterilebilir. Üstelik kapitalist sistemin kendini çabuk toparlaması, gençlik içindeki unsurları sisteme dâhil ederek ''yumuşatılması'', sisteme görece avantaj sağladı. '68'leri kahramanlık destanlarına dönüştürüp, kendilerince nostaljik takılan ''tatlı su devrimcilerinin'' arada bir kükreyip '68 demeleri, işte bu yumuşatılmanın etkisinden kaynaklanır.

İstisna olan Türkiye'dir. 1965'lerde başlayan süreç, 12 Mart 1971 tarihindeki askeri faşist darbeye kadar, geleceğe miras bırakacak denli engin kazanımlara sahne olmuştur.

Bu süreç, bizde uzun soluklu bir koşuyu andırır. Sistemde duyulan rahatsızlıkla, meydanlarda boy gösteren gençlik; ayırtına vardığı dünyanın içeriğini kavramakta tembel davranmaz. Sanki devrimci bir '68 bırakmak için, canlarını dişlerine takmışlardır. Vietnam, Küba ve Filistin örneklerini tanımaya başladıkça, yapılabilecek savaşımın maddi temellerini oluşturmada acelecidirler. İşçi ve köylü halkın arasında, müthiş bir dinamizm kazanırlar. Verili dünyanın taşıdığı bilgiler, onlar açısında '''öncü'' kavramını hep en önde tutmayı zorunlu kılar.

Gençlik, önderlerini de yaratır. Deniz'ler, İbo’lar, Mahir'ler sürece damgasını vuran gençlik önderleridir. Onlar sayesinde, yeni bir yaşam tarz biçimlenir. Diğer bir deyişle, yaşamlarını ideallerinin hizmetine verirler. Devrimcilik ruhunun gerçek özü bu ince ayrıntıda gizlidir. Bu üç kimlik arasındaki fark, dönemin yetersizliği gibi konumsal bir etkeni göz ardı etmeden, sosyalizmin gerekli olup olmaması değildir. İbo ve Mahir'in konulardaki yetkinliğini unutmadan, Deniz'de simgeleşen '68'lilik, döneme damgasını vurur. Türkiye devrimci hareketi tarihinde özgün bir, yere sahip olan bu üç kimlikte ifadesini bulan 1971 sürecinden, şu çıkarsamayı yapmadan kıyaslayamayız. O çağda oluşturulan fikirler, birbirlerine, başka çağlarda oluşturulan fikirlere benzediklerinden daha fazla benzerler. Deniz, Yusuf, Hüseyin, THKO içinde bulunduğu ya da bulunmadığı tüm eylemlerde, faşizmin boy hedefi, olma özelliğini kimseye kaptırmadı. Protesto eylemlerinden okul işgallerine, mitinglerden direnişlere, her yerde onun önder kimliğini görmek abartı sayılmaz. Onun katıldığı eylemlerde, kitleler daha atak ve cesur davranırdı. Birçok kez cezaevine girdi. Fakat her seferinde, daha bir öfkeyle döner kavganın içine. Davranış tarzı, yaşam biçimi, cesareti, insanların ve yiğitliği, gereksindikleri önder bir kimlik olmasına yetti. İdam edilen değin, ödünsüz bir şekilde kimliğine sahip çıkmada titiz davrandı.

Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan, Sinan Cemgil ve Cihan Alptekin; 4 Mart 1971 tarihinde THKO'yu kurdular. Öyle, yazılı tüzüklerle, önceden oluşturulmuş prosedürlerle donanmış bir işlevselliği yoktur. Doğal kurallarla yürür. ''Öncü savaş'' anlayışını hedef edinirler. Süreç boyunca, Türkiye Devriminin Yolu broşüründen başka pek yazılı bir doküman çıkarmazlar. THKO ve Deniz’lerin Türkiye halklarına sunduğu manifestosudur. Kırlar öncü savaşın başlatılacağı devrim merkezleridir.

Çağdaş şövalyeleri andırırlar. Bu inanmışlık içerisinde, adeta koşarcasına ölüme giderler. Kır onlara yenilgiyi çabuk tattırır. Çoğu düşer kavganın şaha kalktığı yerde, kimi tutuklanır. O güne kadar sergilenen reformcu, bürokratik, revizyonist partilerin sergilediklerinden bambaşka bir yaşam anlayışları, davranış tarzları vardır. Devrimcilik onlarda bir yaşam şekline dönüşür. İpi göğüsleyinceye kadar önder kimliklerine tek bir leke düşürmezler. 6 Mayıs '72'de idam edilirler. Saflık, cesaret ve görkemli bir geçmişi arkalarında bırakarak bizlere ve de geleceğe ilişkin yürünecek yolu göstererek.

Görkemi görünüşte kalan, gelip geçici bir 'an'ın ardından, başkaldırı sonrası dönemlerde elbette, çöküntü yaşanır. Ortalama insan çürür. Geçici yol arkadaşları zorlu dönemeçte mücadeleden terk-i diyar olurlar. Teori ve pratiği ileriye taşıyan, ürünü olduğu hareketin ortalamasının üstüne çıkan ve sürükleyen, dönemi, kimliğinde simgeleyen çağdaş Şeyh Bedrettinlerin tüm eksiklerine karşın, ipe giderken, yiğitliklerini görmezden gelmek erdem olmamalıdır. Doğal davranışları bize kişiliklerini yansıtır. Oysa içinde bulundukları dönemde bunlar birer özelliktir.

Namlunun üstüne yürümeyi kimse onlara örneklenmemiştir. İpe boyunlarını uzatırken haykırdıkları sloganlar, öldükten sonra bizlere bırakılan vasiyetleridir. Özellikleri şu an dahi çoğumuzun sahip olamayacağı tarihsel nitelikli yapılarından gelir. Davaya tutkulu bağlılık, her türlü fedakârlık, tüm bir yaşamın ve hatta alışkanlıkların dahi mücadelenin gereklerine göre düzenlenmesi, varlığını devrime adama ve en önemlisi zafere olan kesin inanç. Varsın kaçınılmaz bir takım zaaflar taşısınlar doğru bir önderlik olmayı versin. Hatta burjuvaziye yakınlıkları dahi söz konusu edilsin... Bütün bunlar anti-emperyalist devrimci demokrat olmalarını göz ardı etme.

71 Mücadelesi’nin kitlelere mal edilmesi ve sahiplenilmesi bambaşka bir dönemi daha taşır. Öyle zamanlar olur ki, kitlelerin devrime kazanılması görevi, belli bir kuşağın aydınına düşer; toplumun tümünü 'tarihsel kısırlığa' hüküm giymekten, ancak onlar kurtarabilirler. O kuşaklar, toplumun geleceğini belirleyen ''karar kuşakları''dır ve eğer ''cepheye koşmayacak olurlarsa'', yalnız kendileri kuşak olarak bozguna uğramakla kalmazlar, tüm halkın bozgununu hazırlamış olurlar. 1971 kuşağının bize miras bıraktığı değerlerin üzerinde henüz yürüyorken, 'geçmiş'e karşı nankör ve inkârcı olmamayı acaba kaçımız becerebiliyoruz?

Ölüm diye adlandırdığımız şey, yalnızca kuramdır; ardındaki gerçek ancak bir başkası öldüğünde bize kalan yalnızlıktır. O halde, Nasıl da yarına kalır yaşayanlar!

Onlar uzun soluklu koşuların yorgun koşucuları değildiler. Bir varmış, bir yok muşlu masallara hiç konu olmadılar. Çünkü masal kahramanı da değildiler. Zamana karşı yaraşırcasına yeni özellikler sergilediler. On yılların insan yüreği üzerinde oluşturduğu o kalın tozu silkelemek uğruna, canlarını söz konusu etmek pahasına dişe diş bir kavgaya girmede ikircikli davranmadılar.

Devrimciliği ''bir yaşam biçimi'' şekline dönüştürerek, ''ilk'' olmanın ağırlığını taşıyacak sevecen birer neferdiler. Öncellerinin olmayışı şansızlıklarıydı. Devrimi ülkenin gündemine yerleştirmeyi görev edinmişlerdi, başardılar. Devrimin öncüleri gibiydiler, bu sıfata da doğrusu yakıştılar. Devrimciyi, devrimci olmayandan ayıran turnusol kâğıdı nedir öyleyse? Sınıf mücadelesi karşısında aldığı yerdir.

Mütevazı, ağırbaşlı ve sevecendiler. Alabildiğine kavgaya sevdalıydılar. Bugünün görece farklı çağından o zamana bakarken, onların yaptıklarının derinliğini kavramak zorlaşıyor, ama insanlığın doğrularını onların yaşamı belirler. Ekim'in şanlı devrimcileri ve zindanlarda bir ömür boyu direnenler belirler. Zaten bilinmesi gereken de budur aslında. Çünkü kurtuluş bir gün gerçekleşirse, kurtuluşu başaranlar baş eğmeyi bilmeyenler olacaktır. Devrimcinin ölümüne ilişkin en keskin belirleme belki de şu fıkrada gizlidir: Yaşamını ipin ucunda geçiren birine sorarlar. ''Ölüm nedir” yanıt, “Enerji hiç bir zaman yok olmaz, sadece biçim değiştirir.”

6 Mayıs’ı unutmadık, unutmayacağız!

Deniz'lerin izinde...


Ulaş ve Mahirler… Kendi fraksiyonlarının geleceğini düşünmeden, Deniz'leri kurtarmak için ölüme gittiler. Devrimcinin devrimciyi yalnız bırakmaması gerektiğini gösterdiler. Keza aynı şeyi Sinan Cemgil’i ihbar eden muhtarı cezalandırarak İbrahim Kaypakkaya’da yapmıştır. Bu yüzden Deniz Gezmiş’ler, Mahir Çayan ve İbrahim Kaypakkaya yoldaşlar temelde ezilen halklar adına kavga ederken, bunun mücadelesini verirken hem halklar için hem de birbirleri için ölmüşlerdir. Anıları mücadelemize rehber olsun!

3 Mayıs 2011 Salı

İbrahim Kaypakkaya yoldaş: işkence ve poliste tavır

SORGU
Getirildiği görülen sanık İbrahim Kaypakkaya huzura alındı, hüviyet tespitinden sonra suç konusu olay ve örgütsel ilişkiler hatırlatılarak soruldu.

Sanık cevaben: Ben yoksul bir ailenin çocuğu olarak 6 yıllık Hasanoğlan İlköğretmen Okulu'nda yatılı okudum. Hasanoğlan'daki başarılı öğrenciliğim nedeniyle Yüksek Öğretmen Okulu'na gönderildim. Bir yıl hazırlık sınıfında okuduktan sonra İstanbul Çapa Yüksek Öğretmen Okulu'na ve aynı zamanda İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi'ne girmiş oldum. Bundan sonra devrimci gençliğin demokratik ve devrimci eylemlerine katıldım ve devrimci düşüncemi geliştirdim. 1967 yılında 9 arkadaşla birlikte Çapa Fikir Kulübünü kurduk. O dönemde FKF (Fikir Kulüpleri Federasyonu)'nun ve TİP'in bir üyesi olarak, onların düzenlediği bütün toplantı, forum, miting ve gösterilere katıldım. 1968 yılında okulun gerici yönetimi tarafından önce muvakkat ve daha sonra da kati olarak uzaklaştırıldım. Buna karşın Danıştay'dan yürütmenin durdurulması kararı almama rağmen okulun faşist idarecileri bu karara uymadı. Benim düşünce yapım, katılmış olduğum eylemler ve gençlik örgütündeki çalışmalarım, okuldan uzaklaştırılmamın başlıca nedenleri olarak gösterildi. Hatırladığım kadarıyla o zamanlar katıldığım, NATO'ya Hayır! ve Amerikan 6. Filosunu protesto eylemleri, Halk Âşıkları Gecesi düzenlemeye çalışmam, bazı bildirilerin dağıtılması ve işçi yürüyüşlerine katılmam öğrencilik sıfatıma zarar getiren hareketler olarak telakki edilmişti. Oysa bunlar, yurdunu ve halkını seven herkesin, kendi inancı ve bilinci doğrultusunda sürdürmesi gereken ve kişisel sorumluluğu olan çalışmalardır.

Gelişen zaman içerisinde FKF gençlik örgütünde bazı görüş ayrılıkları belirmişti. Bu bir bakıma, ilerleyen bilincin ve edinilen tecrübelerin doğal sonucuydu. FKF içindeki beliren başlıca iki görüş: Birincisi, FKF yönetiminin öteden beri TİP'in parlamentocu ve reformcu görüşü, İkincisi, milli demokratik devrimi savunan aşamalı devrim tezi. Bu düşünceyi ilk zamanlar Türk Solu ve Aydınlık Sosyalist Dergi, daha sonraları PDA ve İşçi-Köylü de savunmaya çalıştı. Türk Solu ve Aydınlık Sosyalist Dergi bazı olumsuz yanlarına rağmen, devrimci kadroların bilincinin ilerlemesine ve devrimci düşüncenin kavranmasına yardımcı oldu. Çünkü TİP ve yönetici kadrosu, devrimci kadrolar, işçiler ve köylüler arasında devrimci düşüncenin, Marksizm-Leninizm’in yayılmasını engelliyorlardı. Ben, TİP'in yöneticilerini, kendilerine sosyalist adını veren reformcu orta burjuva aydınları olarak görüyorum. TİP'in çizgisi de, orta burjuvazinin radikal kesiminin tutarlı reformist çizgisiydi.

Ben bu ayrılıkta MDD (Milli Demokratik Devrim)'i savunan grup içerisinde yer aldım. Türk Solu ve Aydınlık Sosyalist Dergi çevresi, tam ve kelimenin gerçek anlamında devrimci mahiyette olmamakla birlikte, TİP'ne göre, işçilerin, köylülerin, gençliğin ve diğer halk kitlelerinin demokratik ve devrimci anlamdaki eylemlerine biraz daha fazla ilgi göstermeye çalıştı.

Daha sonra 1969 yılında FKF'nin DEV-GENÇ'e dönüştüğü kurultayda, DEV-GENÇ ve Aydınlık Sosyalist dergi içinde de ayrılık oldu. Ben bu ayrılıkta Proleter Devrimci Aydınlık ve İşçi-Köylü dergi gazetesi çevresindeki arkadaşların grubunda yer aldım. Bu dergi ve gazetenin çıkışına, dağıtımına yardımcı olmaya, savunduğumuz görüşleri işçiler, köylüler ve gençlik içerisinde yaymaya çalıştım. Yine bu arada Trakya'daki topraksız köylülerin ellerinden toprağı jandarma gücüyle gasp etmiş büyük çiftlik sahiplerinin topraklarını işgal etmesi eylemlerine, İstanbul'da Demir Döküm, Sungurlar, Horoz Çivi, Pertriks, Ege Sanayi, EAS Akü, Gıslaved, Gamak, Singer ve Derby fabrikalarındaki işçilerin haklı grev ve direnişlerine yardımcı olmak için elimden geleni yaptım. 15-16 Haziran büyük işçi yürüyüşüne katıldım ve fırsat buldukça da faşistlerin üniversitelere yaptığı saldırılara karşı savunma mücadelesi veren devrimci gençliğin bu mücadelesine ve diğer demokratik eylemlerine katkıda bulunmaya çalıştım. Ben buraya kadar anlattığım şeyleri söylemekte bir sakınca görmüyorum. Bütün bunlar, o dönemdeki legal ve kanunen de suç olmayan faaliyetlerdi. Ben de, bir devrimci olarak bu faaliyetler içerisinde yukarıda anlattığım çerçeve içerisinde yer aldım. Bu çalışmalarımı, Marksizm-Leninizm’e inanan bir komünist devrimcinin halkın kurtuluşu için yapması gerekli çalışmalar olduğu kadar, devrimci gençliğin örgütü DEV-GENÇ'in üyesi olan bir devrimci gencin halka ve gençliğe karşı sorumluluğunun gereği olarak da sürdürdüm. Ancak şahsımı ilgilendiren konular ve hakkımdaki isnatları taşan hususlardan gayri, gençlik örgütü ve çalıştığım devrimci gruplar içinde başkalarını etkileyebilecek bir beyanda bulunamam. Anlatmış olduğum şeyler, gençlik ve içinde bulunduğum devrimci gruplar saflarında kendi çalışma ve düşüncelerimle ilgili bulunmaktadır. Başkaları hakkında beyanda bulunmayı, kişisel sorumluluk sahamı aşan bir hareket sayarım. Sıkıyönetim ilanına kadarki faaliyetlerim bunlardır.

Sıkıyönetim ilanından hemen sonra ve özellikle İsrail Başkonsolosu Efraim Elrom'un öldürülmesi olayının arkasından şiddetlenen faşist baskılar ve bir yığın tutuklamalar sonunda birçok genç ve aydın tutuklandı. Hatta DEV-GENÇ içerisinde kayda değer bir faaliyeti olmayanların dahi yakalanıp tutuklanmaları karşısında, benim de aranıp yakalanacağımı tahmin ederek uzun bir süre gizlendim. Gizlendiğim yer ve bu devredeki ilişkilerim konusunda herhangi bir şey söylemeyi gereksiz buluyorum. Kaçak bulunduğum dönemde ve tahminen 1972 Nisan ayı sonuna kadar elime Şafak adlı dergi ve Şafak yayınları geçmekte idi. Bu yayınları bana kimin nasıl getirdiği konusunu önemli görmüyorum ve bu konuda bir şey söylemeyi de gereksiz buluyorum. Şafak Dergisi’nde ve yayınlarında demokratik halk devrimi açısından katılmadığım bazı görüşler yer almakla birlikte, bir devrimci çalışmanın varlığından ve sürdürülüyor olmasından memnuniyet duydum. Daha sonra bu yayın organını çıkaran örgütle herhangi bir ilişki kurmaksızın, bulunduğum yerde kendi olanaklarımla ve kendi düşüncem doğrultusunda propaganda ve bilinçlendirme çalışmaları yaptım. Şafak yayın organının, Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi (TİİKP) adlı bir örgüte ait olduğunu ve böyle bir örgütün varlığını bilmiyordum. Bunları daha sonraları, bu örgütle ilgili yakalama haberleri dolayısıyla radyo ve gazetelerden öğrendim. Ben, bu illegal örgütün yöneticisi olduğunu söylediğiniz Doğu Perinçek ile sorgularınızda iddia ettiğiniz gibi bir ilişkide bulunmadım. Ve bana Doğu Perinçek tarafından örgütsel veya başka bir görev verilmedi. Esasen Doğu Perinçek'i de tanımam, sadece sıkıyönetimden önce adını duymuştum. Kendisini PDA'ya yazı yazan bir devrimci olarak biliyordum. Sizin deyiminizle, Şafak Örgütü’nün illegal organizasyonuna katılmadım. Bu devredeki çalışmalarımla ilgili herhangi bir şey söylemeyeceğim. Çalıştığımı söylememin şahsi sorumluluğum açısından yeterli olduğu görüşündeyim. Ben sormuş olduğunuz şekilde Malatya ve Tunceli bölgelerinde faaliyet göstermedim.

Çalışma alanım buralar değildi ve neresi olduğunu söylemeyi de gereksiz buluyorum; neresi olmadığını belirtmeyi yeterli görüyorum. Benim, bahsettiğiniz TİİKP adlı örgütle hiç bir bağlantısı olmayan kişisel nitelikteki faaliyetlerim, Türkiye Komünist Partisi (Marksist-Leninist) ve Türkiye İşçi Köylü Kurtuluş Ordusu saflarına katılmama kadar sürmüştür. Sonradan katıldığım bu örgütlere ne zaman katıldığımı hatırlamıyorum. Ve beni bu örgütlere kimin aldığını söylemeyi de gereksiz buluyorum. TKP/ML ve ona bağlı TİKKO örgütlerinin kimler tarafından kurulduğunu ve yönetildiğini bilmiyorum. Yalnız bu örgütlerin saflarına katıldığımı ve onların illegal üyesi ve taraflısı olduğumu saklamıyorum ve bu örgütlerin üyesi olmaktan büyük bir kıvanç duyuyorum. Bu örgüt içerisindeki çalışma yöntemim ve örgütün kuruluşuna esas olan düşünceler, bahsetmiş olduğunuz yazılarda geniş ölçüde yer almaktadır. Mensup olduğum bu örgütlerin "ŞAFAK REVİZYONİZMİ TEZLERİNİN ELEŞTİRİSİ", "TÜRKİYE'DE MİLLİ MESELE", "TÜRKİYE'DE KEMALİST HAREKET, KEMALİST İKTİDAR DÖNEMİ, İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI YILLARI ve 27 MAYIS HAREKETİ", "BAŞKAN MAO'NUN KIZIL SİYASİ İKTİDAR ÖĞRETİSİNİ DOĞRU KAVRAYALIM" başlıklarını taşıyan ayrı ayrı, uzun ve örgütün görüşlerini yansıtan tezleri ve düşünceleri kabul ediyorum. Bu başlıklar altındaki yazılara benim de görüşlerim diye imzamı atmaya hazırım, fakat bu yazıların esas olarak kimin veya kimler tarafından kaleme alınmış olduğunu bilmiyorum. Ben bu görüşler doğrultusunda devrimci mücadele vermek üzere 1973 Ocak ayı başlarında, faşist güçler tarafından şehit edilen yiğit arkadaşım Ali Haydar Yıldız ile Tunceli'ye gelmiştim. Köylüleri devrim için, halk ihtilali için örgütlemek amacıyla köylere gitmiştik. Buradaki çalışmalarımız 24 Ocak 1973 günü, kalmış olduğumuz Vartinik mezrasındaki komün basılmasına kadar sürdü. Bunlar dışında başka bir açıklamaya gerek görmüyorum.

Esasen biz komünist devrimciler, prensip olarak siyasi kanaatlerimizi ve görüşlerimizi hiç bir yerde gizlemeyiz. Ancak örgütsel faaliyetlerimizi, örgüt içinde bizimle birlikte çalışan arkadaşlarımızı ve örgüt içerisinde olmayıp da bize yardımcı olan şahıs ve grupları açıklamayız. Kişisel sorumluluğum açısından gerekeni zaten söylemiş bulunuyorum. Ben buraya kadar anlattıklarımı samimiyetle inandığım Marksist-Leninist düşünce uğruna yaptım. Ve sonuçtan asla pişman değilim. Ben bu uğurda her türlü neticeyi göze alarak ve can bedeli bir mücadeleyi öngörerek çalıştım ve neticede yakalandım. Asla pişman değilim. Bir gün elinizden kurtulursam gene aynı şekilde çalışacağım" dedi. Başka bir diyeceği olmadığını söyledi ve birlikte tutulan işbu zaptı, okunup imzalandı (21 Nisan 1973, TKP/ML, TİKKO, TMLGB Davası, Klasör No 3, Dosya No 1, Sıra No 4)

"İbrahim Kaypakkaya 'ya, iddia edilen suç konusu olay anlatıldı ve huzurdaki şahıs gösterilerek soruldu. Sanık Ôben burada gösterdiğiniz şahsı ve Hacı Erdoğan'ı tanımıyorum. Sizlerin iddia ettiği gibi bu şahıstan nüfus cüzdanı filan almış da değilim. Üzerimden çıkan ve burada gösterilen şahsa ait olduğunu söylediğiniz hüviyet cüzdanını Malatya'da buldum. Sıkıyönetimce arandığım için, hüviyetimi gizlemek amacıyla, bulduğum bu nüfus cüzdanına kendi fotoğrafımı yapıştırdım. Ben proletaryanın ideolojisini benimsemiş, halkın kurtuluşunu savunan bir komünistim. Bir sınıf mücadelesi olan size karşı yürüttüğüm mücadelede böyle şeyleri doğal karşılıyorum. Karşımda bulunan ve üzerimde bulunan hüviyet cüzdanının kendisine ait olduğunu söylediğiniz şahsı tanımıyorum; onun beni tanıyorum demesi, ya sizin işkence ve baskılarla zorlamanızdan, ya da yine aynı sebeple korkması dolayısıyla yalan söylemesinden ileri geliyor; bunun sebebini ben bilmem' dedi.

Sanık İbrahim Kaypakkaya’ya huzurdaki diğer üç kişi gösterilerek, suç konusu olay izah edilip soruldu. Sanık, Ôben, burada bana göstermiş olduğunuz üç köylüyü tanımıyorum ve bu kişilerle de hiç bir zaman hiç bir yerde karşılaşmış değilim; bu üç köylünün bana baskından sonra yardım ettikleri iddianız da yalan ve uydurmadır. Ben, müsademe sırasında yaralanmış olduğum için ekmek dahi yiyemiyordum. Huzura getirilmiş olan bu üç köylü, benimle hiç bir ilişkileri olmadıkları halde, fiilsiz, sebepsiz ve haksız olarak buraya getirilmiş ve kendilerine baskı ve işkence ile gözdağı verilmek istenmiştir. Bu, faşizmin bir zulüm örneğidir ve faşistlerden halka zulmetmenin hesabı er geç sorulacaktır' dedi." (TKP/ML, TİKKO, TMLGB Davası Dosyası, Klasör No 3, Dosya No 4, Sıra No 13/2)