15 Aralık 2012 Cumartesi

Şefika Necla Kaya yoldaş ölümsüzdür

Yaşamını işçi ve emekçi yığınların örgütlü savaşımın adayan komünist kadın militanın prototipi olan Necla Kaya yoldaşı bundan tam 8 yıl önce 15 Aralık 2004 yılında kahrolası bir kanser hastalığından kaybettik. Yaşamını tümüyle komünist hareketin gelişip güçlenmesine adayan, üreten yaratan ve aynı zamanda bunu mücadelesini veren Necla yoldaşı davamıza daha fazla yararlı olacağı bir dönemde kaybettik.

Gerek kadın sorunun teori ve pratiğinin kurulup geliştirilmesinde ve gerekse de komünist hareketin değerlerine titizlikle sahip çıkıp koruması bakımından her daim titiz oldu ve üzerine düşen görevleri yerine getirmeye çalıştı.

Hem bir anne ve hem komünist bir kadın militan olmanın uyum içinde yürütülmesinin örneğini veren Necla yoldaş çok ağır koşullarda savaşım yürüttü. Zorlukları ve olanaksızlıkları aşmak için sürekli bir mücadele içinde oldu. Ama yeri geldi komünist hareketi yeniden ayakları üzerine dikmek için küçük burjuvazinin en deklase kesimlerine teslim olup yozlaşan MLKP-K ile yollarını ayırıp komünist değerlerin yozlaştırılıp-ayağa düşürülmesine cepheden tutum aldı, yeri geldi tek başına kalsa bile doğruları savunmaktan geri durmadı.

Kuşku yok ki Necla yoldaşı en derinden etkileyen 95’ yılında MLKP-K ile yollarını ayırıp (Komünist Parti-İnşa Örgütü) KP-İÖ’nün kuruluş mücadelesine omuz vermeye yöneldiği koşullarda bir dönemler yoldaşın “ bunların devrim diye dertleri yoktur. Eğer öyle olsaydı örgütün en çok ihtiyaç duyduğu zor dönemlerde, mücadelenin başına dönerlerdi larağmen diye eleştirildiği ve sonra MLKP’yi tasfiyeciliğin derin ölüm çukuruna  çeken çürümüş, yozlaşmış kaçkınlar tekkelerini korumaktan başka bir amaçları olmayan -ve daha sonra bu saldırganların bir kısmı mücadeleyi terk eden- revizyonistlerin ihanet yüklü saldırıları ve kontracı yöntemleri derinden etkiledi.

İşin daha da ilginç olanı, KP-İÖ’ye yönelik her türlü kontr-gerillanın kirli yöntemini uygulamaya sokmaktan geri durmayan MLKP önderliği, yalan ve palavra yüklü kirli bir savaş yöntemleriyle, onlarca devrimcinin puslarda kanını döküldü. MLKP önderliğinin “parti yıkıcılarını, yok edin, öldüren” vb. talimatıyla devrimcilikten nasibini almamış ve "neden saldırıyorum ve kime hizmet ediyorum" diye düşünmeden hareket eden sürüleşmiş güruh çivili sopalarla, bıçaklarla, silahlarla, pusular kurdular, evleri basıp arabaları kırıp dökerek Onlarca yoldaşı yaralayıp, gebe yoldaşlara bıçaklar vurmaktan, mücadeleden uzaklaştırmaktan geri durmadılar.

Türkiye de ve Avrupa da içinde Necla yoldaşında olduğu üç yoldaşı kaçırıp, aynen kontracılar gibi kafalarına silah dayayarak infaz oyunlarıyla ihanete zorladılar. Necla yoldaşı tam 15 gün elinde silahlı kişilerin olduğu yerde tuttular. Dahası 9 yaşındaki çocuğunu yoldaşa karşı kullanacak kadar TC polisinin bile kullanmaktan özen gösterdi yöntemi pratiğe sürdüler.

Tüm bu ihanet yüklü saldırılar, kirli propagandalar vb. Necla yoldaşı derinden etkiledi ve hastalığının derinleşmesinde önemli bir etki yaptı. En yakın akrabasının bile ihanette ve kontracılıktan sınır tanımaz bir çizgide yürümesi ve bir dönemler kendisinin yetiştirdiği ama zaaflı kişiler, Necla yoldaşın kaçırılması eyleminde ve ölüm senaryolarında kullanıldılar.

Bütün ihanetlere, kontracı saldırılara ve kirli yöntemlere, yokluk ve yoksunluklara rağmen Necla yoldaş devrime olan inancından sarsıntı geçirmedi. Kocaman partilerin nasıl yozlaştığını, Stalin yoldaşın ölümün hemen ardından “Partiye ihanet etti “ diyerek Kruşçev revizyonistlerinin komünistlere gözdağı vermek için Beria’yı bir gecede nasıl yargısız infazları aslında MLKP önderliğinin de Kruşçevcilerin izinde yürüdüklerini ve komünist çizgide ısrar ve inat edenleri katlederek susturulmaya çalıştıklarını gösteriyor.

MLKP önderliğinden arkasına bakmadan kaçanların açıklamalarına baktığımızda aslında nasıl sağır körler bir birlerini ağırlar konumda olduklarını ve KP-İÖ’ye yönelik kontracı yöntemlerin daha sonrasında MLKP'de kopanların susturulması için nasıl devreye sokulduğunu, MLKP YKH ve Garbis Altınoğlu ve diğer ayrılıklarda görüp yaşadık. KP-İÖ'ye uygulanan aynı kontracılığı aratmayan kirli saldırılar daha sonradan ayrılanlara uygulandı,

Necla yoldaş MLKP önderliğin kontracı saldırılarına ve katletme senaryolarına ve her türlü aşağılı hakaretlere ve onurunu kırmaya yönelik ahlaksız saldırılara rağmen, O asla devrim ve sosyalizme olan inancından geriye düşmedi. MLKP’nin kontracı saldırılarının devrimci ve sosyalizmden kopuşuyla bağlı olduğunu ve dünyada, Türkiye de bu yolda yürüyüp onlarca yoldaşını ve emekçi halkı katleden karşı devrimci tutum içine giren- MKP, DHKP-C, PKK, TKP-ML vb.- akımların sayısının oldukça yüksek olduğunu ve bu bakımdan MLKP önderliğinin kendi ideolojik-politik hattına güvenmeyerek, sorunu karşı-devrimci şiddet eylemlere çözmeye yönelmesinin hiçte beklenmedik bir durum olmadığını, ama kısa zamanda bir akımın bu kadar yozlaşıp- geriye düşmesinin özel olarak irdelenmesinin belirtmişti. Gerçektenden devrimci hareket kendi susurluğuyla hesaplaşarak, eli kanlı katilleri, provakatörleri ve çeteleri açığa çıkarıp bunlarla hesaplaşmadan, halkın güvenini kazanmaları ve karşı devrimle arasına kalın sınır çekmesi beklenemez.

Necla yoldaş kadınların özgürleşmesi savaşımında her daima en önde savaşım yürüten yoldaşların başında geldi. Kadınların savaşıma çekilmesinin devrimci savaşımı geliştirip ileriye taşımak ve toplumun yarısının enerjisini savaşımla buluşturmanın önem ve aciliyetine vurgu yaparak, erkek egemen değerlere ve örgüt içindeki feodal-burjuva gerici eğilimler- barikatlara karşı sürekli ve sistemli bir savaşım içinde yüzlerce emekçiler cenaze törenine katıldı. Buda aslında Necla yoldaşın nasıl bir enternasyonalist çalışma ve çaba içinde olduğunu gösteriyordu.

Kahrolası kanser hastalığı döneminde de deneyim ve tecrübelerini yoldaşlarına taşımaya devam etti. Bir kış günü Aralık 2004 yılında Necla yoldaşı ölümsüzler ordusuna uğurladık. Yüzlerce çeşitli milliyetten emekçi Necla yoldaşın cenaze merasimine katılarak, onu tanıdıklarından dolayı ne kadar mutlu olduklarını ve Ondan çok şeyler öğrendiklerini dillendirdiler.

Ölümünün 8 yılında özgür kadının timsali olan Necla Kaya yoldaşı bir kez daha saygıyla anarken, onun açtığı kadının özgürleştirme savaşımını yukarıya taşıyarak, O’nun ideallerini yaşatacağımıza söz veriyoruz.

Özgür kadın Necla Kaya yoldaş ölümsüzdür!
Kadınlar makus talihinizi değiştirmek için haydi örgütlü kavgaya!

29 Kasım 2012 Perşembe

Çiçekdağlıların öldüğüdür…

Bir an ne yapacağımı bilemedim. Sonra çöktüm olduğum yere. Nihayet örtüyü biraz kaldırdım. İrfan’ın başı önümde; uyuyor. Çok yorgun, uykusuz geçmiş gecelerin ardından olduğu gibi derin, dingin bir uykuda. Yanı başına uzanmam gerekiyor… Ya da onun kalkması gerek… Gözyaşlarım onu ıslatıyor… Gözlerinin hafif açık olduğunu fark ediyorum, parmaklarımı okşar gibi yüzünde dolaştırırken. Yeşili solmuş, çok yorgunken, uykusuz kaldığında da böyle olurdu. Bıyığı yok yerinde. Herhalde kestirmiş diye düşünüyorum… İşkenceler sırasında bıyıklarını yolduklarını daha sonra öğrenecektim. Şakaklarından aşağıya, kollarından bileklerine doğru kesilip biçildiğini kalın sicimlerle dikildiğini gördüm. Boynunda, yüzünde, çenesinde, omuzlarında yara bere izleri çok belli. (Bizim Çakır-Mukaddes Erdoğdu Çelik)

I
1996 yılının ocak ayının herhalde 15’i olmalı. Burdur’a gittim, oradan İstanbul’a bir tren bileti aldım. Trene ilk binişim, İstanbul’a ilk gidişim olacaktı. Akşamüzeri altıya çeyrek kala, hareket ettik. Başlarda, sarsıntı ve gürültü. Sonra, walkmen, muhtemelen bir Grup Yorum ya da Kızılırmak kasedi, ya da benim yol klasiğim Kitaro’nun Silk Road’u…Kompartımanlar arasından yemek vagonuna doğru, amaçlı amaçsız gezintiler… Dışarıda kar, pencerenin buğusu. Hareket halindeki zeminin, ters yönüne doğru hareket edebilme ihtimali, devrimciliği pratik olarak ispatlayan ne güzel bir terslik duygusu…

Sonra tanışmalar, karşılaşmalar.
Tam hatırlamamakla birlikte, herhalde, tren Afyon civarlarına vardığında, ileri geri gitmelerden yorulup uyumuş olmalıyım. Artık trenin ritmi ve gürültüsü, rahatsız eden bir şey değil, yorgunluğu ve uykuyu derinleştiren bir şey haline gelmişti. Neden sonra, tren bir yerde durdu. Görevli, uzun bir düdük çaldı ve trenin buhar tahliyesi her zamankinden daha derin bir nefes verir gibi oldu. Dışarıya baktım, kristalden bir gece, her taraf bembeyaz, gecenin o saatinde, tren istasyonu, ana baba günü. İnsanların arasına karışmak istedim, dışarıya çıktım, kalabalığın arasından, yolcu gibi değil de, uğurlayan gibi, oturduğum üçüncü mevki kompartımana baktım. İnanılmaz bir soğuk, iliğimi titretti… Buranın soğuğu Burdur’un tozlu rüzgarına, Antalya’nın nemli yağmurlarına rahmet  okutur…Yaşanmaz buralarda diye düşündüm… (Stalingrad daha soğuktur… Sovyet partizanları da Volokolomsk şosesinde kim bilir nasıl üşümüştür… Mehmet Fatih bilinci kapanmadan ‘bana 14’lümü getirin, Beyazlar Stalingrad’a saldırıyor’ demiş… Moskova Önlerinde-Aleksandr Bek, Deniz’in Balgat’ta Amerikan askerlerini ceplerinden çıkan prezervatifin hatırına infaz etmeden çıktığı evde bıraktığı kitap. Kitap devrimciye gaddarlığı öğretir, biz de gaddarlık da muhafazakardır, tevekkül yoktur, naiflik yoktur… Deniz öğrenememiş  gaddarlığı ama üşümüş, Gemerek’te de ıslanmış çok üşümüş, çok üşümüş ama Ulucanlar’da titrememiş…) Ayazın hatırına, yanımdaki istasyon görevlisine, ‘Dayı burası neresi?’ dedim, cevap vermedi, elindeki kırmızı tabelayla, sonradan o tarz üslubun İttihat Terakki mimarisi olduğunu öğreneceğim, taş binanın alnını işaret ederek ‘Okuman yok mu yiğenim?’ dedi. Kafamı çevirirken, kompartımanda beni bekleyen ihanete uğramış mağripli Othello’nun hikayesi aklıma geldi, zavallı Desdemona, bir mendil, bir yanlış anlama…

Dayı’nın işaret ettiği yerde, büyük harflerle beyaz zemine siyah harflerle BOZÜYÜK yazıyor, okumayı elbet bilirdim ben ama şimdi uyumak lazım, ‘kavganın başkenti İstanbul’a gidiyorum… ‘Tophanenin karanlık sokaklarında koyun koyuna yatan/ ve bir kuruşa Yeni Hayat satan çocukların kentine/haramilerin elindeki’ şehre…  Çıktım kompartımana, uyudum…
II
Yattığım odada, birisi göğsüme hafifçe bastırdı, ‘Uyan, uyan!’. Uyandım. ‘Kimliğini ver’. Verdim, ‘Bu kimlik sana mı ait’. ‘Evet’. ‘Sen bizimle geliyorsun, giyin, kemerini almana gerek yok…’
Evinde misafir olduğum ‘arkadaş’, ‘Beyefendi, Osman’ın babası memlekette önemli bir siyasetçidir, bir yanlışlık yapıyor olmayasınız?’. Polis, ev sahibinin kafasını okşayarak, ‘Siz akıllı bir adamsınız, E.. Bey, ailesine haber verin…’
Evin içinde yedi polis, dışarıda da bir o kadar var, arabaya biniyoruz, beyaz bir şahin, arka koltuğa oturtuyorlar, polisler evde arama yaptıkları için, biraz bekleyeceğiz. Önde sonradan o ekibin komiseri olduğunu anlayacağım bir memur oturuyor. Dönemin ruhuna uygun olarak bıyıkları sarkık, genç, yüzü zayıf ve pudralanmış gibi beyaz, derisinin altındaki damarlar, arabanın tepe lambasının sarısına çarptıkça barok moruna dönüyor. Komiser bu haliyle, cenazesine katılamak yerine, beni almaya gelmiş bir kadavra gibi. ‘Demek Osman Özarslan sensin.’ Evet. O esnada, sert yapmak için, yüzüme bakmıyor, arabanın ön camından karşıya, incir ağaçlarının olduğu (bu ağaçların inanılmaz güzel kokusu, yazları, arkadaki metruk evin sidik kokusuyla karışır) yere doğru bakıyor. Ben komiserin tiradından, faydalanıp, üzerimdeki notları (Bir LÖB broşüründen alınmış örgütlenme perspektifleri ve Hüseyin Toraman adına derlenmiş Gençlik Üzerine kitabından alınmış kimi notlar) ekip otosunun döşemesine zulalıyorum. Şimdi bir sıfır öndeyim, ilk golü ben attım… ‘Demek Osman Özarslan sensin’ Evet dememiş miydim demin… Ezan okunuyor, komiser ‘Eziz ellah’ diyor… (Sonrasında, nezarette de durmadan kendimizi Lenin ile zehirlemek yerine Harun Reşit’in hayatını doğru bir şekilde okusak, onun döneminde kurulan sosyal adalet sisteminden dolayı, zenginlerin zekat verecek kimse bulamamalarından ne kadar da büyük sıkıntılara (manevi olarak) gark olduklarını bize anlatıp duracaktı) ‘Aslan mısın kedi misin birazdan görecez…’ Görelim.
III
Gözaltında geçen 13 günün sonunda, teşhir masasına çıkartıldık… TRT ve bazı yerel kanallarda bizi fena halde ifşa etmişler. Babamın siyasi ağırlığı, beni oradan da çekip çıkartmaya yetti, tümüyle kurtulmasak da, dosya Buca’da görülürken, biz dışarıda kalabilecektik. Antalya’da kalmadım, çıkar çıkmaz Çavdır’a geldim. Başlarda iyiydim, sonra bir hafta yattığım yerden kalkamadım. Sonra tekrar ayağa kalktım. Biraz iyileşince, babam, ‘Seni bir arkadaşımın fabrikasına göndereceğim, fabrikayı yeni almışlar, orada onları temsil edeceksin’.
‘Peki, ama neresi?’
‘Bozüyük’.
Beyaz zemine siyah puntolar, taş bina, zavallı Desdemona, zavallı Othello, ‘Ha bu mendili icad edenin/yağ yağ/ yağlıca yağya…’
IV
Babamın arkadaşı, 80’lerde voleyi vurmuş, eski bir solcu. ‘Sana güveniyorum, hesaba kitaba iyi bak, devrimciler para çalmaz biliyorum ama benim paramı millete de çaldırmayacaksın, bu işlere (solculuğa) çok kafa yormayacaksın. Eskiden ben de çok okurdum, ama anlamazdım, mesela Politzer vardı anladın mı sen onu, okudun mu hiç?’
Önce Eskişehir, ardından Bozüyük’e varıyoruz. Patron beni Bozüyük’teki personel ile tanıştırıp, Antalya’ya dönüyor. Bana bir ev tutulacak ve gerekli eşyalar alınacak… İdareten bir otele yerleştiriliyorum. Akın Oteli.

Hayatımın o zamana kadar ki en hızlı kırk günü geçmiş, daha kırk gün önce, İstanbul’a abisini ziyarete giden birisiyken, şimdi otel odasından dışarıya, siksen durulmaz burada dediğim yere bakıyorum… Geceleri, pencereden istasyona bakınca bazen, gene bana elindeki tabelayla duvarı işaret eden dayıyı elindeki sigarayla görüyorum.
Akın otelde iki gün kaldım, üçüncü gün idrarda kızarma ve bayılma, geri Antalya’ya… Hastane, hastane, hastane… Bademciklere veda, böbreklerde problemler…
Bir ay sonra, tekrar Bozüyük… Artık otel odasında değil, şehrin merkezinde, PTT’nin karşısında Bozkaya Apartmanında, 4.katta kalacağım. Ev yeterince sıcak, kafi miktarda eşya var, ama yalnız yaşamak için çok büyük, depresif… Hülasası tuhaf rüyalar gördüren evlerden…
Çok kalamadım burada, şehrin dışında bir yamaca kurulmuş Yeşilkent’e taşındım… Aslında kaloriferli olan bu apartman dairesini ısıtmak mümkün değildi. Balkanlardan gelen soğuk hava dalgası, pencerelerden, kapılardan bize konuk olmadan gitmiyordu. Kendime tıpkı Bahoz filmindeki gibi rezistanstan ve iki tuğladan bir soba yaptım. İptidai soba sürekli yanıyor, demlik üzerinden hiç inmiyor. Dahası, rezistansın üzerinde, hayatımın tek tadı, dünyanın en lezzetli kabak tatlıları pişiriliyor…

Neşet Ertaş’ın hayatıma girmesi işte tam bu günlerde oldu. 94 yılında Ayşegül adlı bir kadın Güzelleme adında bir albüm çıkartmış ve  zülüf dökülmüş yüze, türküsünü inanılmaz bir şekilde yorumlamıştı. Aslında bizim için o dönemde, bir örgütün müzik grubu yoksa o örgüt örgüt sayılmaz, gruplar bir örgüte mensup değilse insan yerine konulmaz ve de söylediklerine pek itibar edilmezdi… Ruhi Su mücadelesinin hatırına, Zülfü ve Selda ise geçmişin canlı tanıkları olarak, Edip Akbayram ise kontenjandan hostes koltuğunda stepne kabilinden bir yer işgal ediyordu… Ezginin Günlüğü ise, bir nevi aşk-ı memnu gibi, ihanet gibi vardı hayatımızda…

Öteden beri duyardık Neşet Ertaş’ı, Selda’nın (Mapushanelere Güneş Doğmuyor) Ruhi Su’nun (Acem Kızı) albümlerinden bilirdik, her ne kadar kasetlerine para verip almasak, sote dükkanlardan kasetlerini çalmasak da Antalya’nın solcu radyolarında çalındıkça daha bir candan kulak vererek dinlenirdi(m) Neşet ustayı… Tek sesliydi, tek enstrumanlıydı ama Alevi ozanlarından (örneğin Mahsuni-İhsani) farklı olarak (bana yabancı gelen) Ali davası ve soğan-bulgur-tarhana popülizminden uzak içli sesi güzeldi….
Güzelleme albümündeki, Ayşegül yorumundan sonra, Neşet Ertaş’ın adına bir mim koymakla birlikte, iki yıl daha hiçbir albümünü baştan sona dinlememiştim. Fakat, Bozüyük’te uzun soğuk kış gecelerinde, ömrümüzün en güzel günlerini, demli çaylarla avuttuğumuz gecelerde, Neşet ustayı dinlemeye başladım… Gitme Leyla, Pancar pezik değil mi, Acem kızı, Melo...

Yeşilkent’in vadileri karla doldukça, özlenen denizlerin kederi Neşet ustanın sesiyle kekreleşti, demli çayla bastırıldı, bir bardak, bir bardak daha… Demlikler, sohbetler tükendi… Ömür kısaldı, ‘kuşlar uçuştu…’.
Sonra askerlik… kötü günler, zor günler. Zara işte ben askerdeyken meşhur oldu. Radyolar aylarca Kesik Çayır’ı çaldı, ardından Şad’olup gülmedim geldi… İkisi de Neşet ustanındı. En son askerde uzun uzun dinledim… Askerlikten sonra, cezaevi girdi araya, ve uzunca bir ara Neşet usta hayatımdan çıktı…

V
Günün birinde, Mukaddes’in, sevgili eşi İrfan Çelik için yazdığı biyografiyi okudum. Tatsız bir tartışma, tıpkı Desdemona’nın mendili gibi ikisinin arasına girmiş ve İrfan’ın ölümüne kadar gidecek süreci tetiklemişti… Bana göre, bu kitapta, bir devrimcinin hayatı, sevgilisi tarafından bir ağıt, bir kıvanç, onsuz günlerde ona duyulan özlem ve liyakat ama en çok o ana adanmış bir pişmanlık olarak ele alınmıştı… Sevgilinin, sevgili ailesi, sevdiği yemekler, sevdiği tatlılar, gençlik maceraları, devrimciliği, örgütçülüğü, sevgililiği, militanlığı, insanlığı ve bunların hepsini özetleyen ve hepsini dışarıdan ana rahmi gibi sarmalayan, Neşet Ertaş türküleri.
İllegal hücreye gitmek için Ankara’ya geldiğinde, üzerinde teşkilatın silahıyla yakalanıp, polise rüşvet verecek parası olmadığı için içeride, kan davalı hasımlarından çekindiği için silahlı gezen, köylü delikanlısı senaryosuyla yatan Çiçekdağlı İrfan. İlk gazete çıkarılınca, ‘samanlıktan kaldıramadım samanı da zühtü’ radyoda çalınca ‘erotik türkü bu aslında’ deyip, kıvırta kıvırta oynayan İrfan. 1 kilo helvayı her daim gövdeye indirmeye hazır Gönüldağlı yoksul İrfan… İçeride günlerce dayak yiyip, adını, sevgilisini, ailesini, anahtarlarını inkâr eden Dadaloğlu İrfan…

Biyografiyi okuduktan sonra, kitabın iki cilt bir arada basımı için, kitabı  bir kez daha okudum ve düzelttim… Artık Neşet ustayı köylüsü İrfan’sız düşünmek mümkün değildi benim için… Mukaddes için, hayat acabalarla doluydu… O tartışma olmasaydı, 12 Eylül olmasaydı, hiç olmazsa birlikte gözaltına alınmasalardı… Makbüş hamama gitmeyeydi… Mukaddes’in sırtındaki kaya da herhalde bu acabalardı bence…

2003 filan olmalı, MP3’ler hayatımızda artık, teselli kabilinden bir hediye hazırladım Mukaddes’e, Neşet Ertaş Bütün Albümler… Mukaddes çok sevindi… Görüştükçe, o CD’den inanılmaz bir şey gibi bahsetti… Eski türkülerle,  sanki bütün eski hafıza canlanmış gibiydi. Sanki, anahtarlar kapılarını bulmuş, kabul edilmeyen adresler sakinlerine kavuşmuş, İrfan’ın işkencede şişen ayakları iyileşmiş, odalar temizlenmiş, diyelim ki Adana’nın Antep’in izbelerinde, İrfan ve Mukaddes, pusudan ya da polis çevirmesinden değil de,  yalnızca acaba halkımıza ayıp olur mu diye utana sıkıla el ele tutuşmuş olmaktan duydukları kaygıyla, yoksul konduda onları bekleyen yoldaşlarıyla sofraya oturmuşlar, güzel günlerden konuşmuşlar…

İrfan’ın hikayesinden sonra, Neşet Ertaş dinlemeye gene uzunca bir ara verdim… Zira bütün bir tarihin yükü; yenilmiş devrimlerin naaşları, ince boyunlu yoksul kavruk çocukların yaşanmamış aşklarına, işkence edilmiş bedenlerin parçaları, sökülmüş saçlar, kırılmış dişler muhayyel ya da mukadder sevgililerin dökülmüş zülfüne; ölüm kararlarının verildiği anda küllüğü dolduran izmaritler ve tüketilmiş paketlerin buruşukluğu, küf kokan evlerde hamam böcekleriyle birlikte yaşayan devrimcilerin elbiselerinde kokan rutubet, silah yağı ve matbaa mürekkebinin kokusuna, avuçları terleyen kederli insanları çaresizlikleri, işkencehanelerde terlemeye sırtından değil, koltuk altından başlayan devrimcilerin kederine kadar, her şey birbirine karışıyor, Neşet ustanın sesiyle hayat buluyordu.
VI
Sonra gene İstanbul… 2008 yılının güzünde, gene bir mendil aramıza girdi, bir sürü dostumuzla aramız açıldı durduk yerde. Yaptığımız hatalar, arkadaşlarımızın hatalarını derinleştirdi ve kendi kendimizi, Armutlu’ya sürgün ettik.
Süleyman’la Zeynel ben köydeyken evimizi Armutlu’ya taşıdılar. Gittim. Ev çok kötü kokuyordu. Tıpkı o metruk evde, gözaltına alındığım gecede karşıda gördüğüm boşlukta hissettiğim, incir ağacıyla, şaraplı-biralı idrar kokusunun bir benzeri…. Taşınalım buradan dedim…
Oturduk bir yemek yedik, ezilmiştik, muhtemelen sürgün edilmiştik. Ya da bana öyle geliyordu. Zeynel’le Sülo işlerine gitti. Ben evi toplayıp odamı yerleştirmek için kaldım. Bozüyük’de yaşadığım sürgün hissi, gözaltı gecesindeki kokular, burnumdan gitmiyordu. Kasetler darmadağındı, kitaplar da… Ev sanki baskın yemiş gibiydi. Teybi açtım. Arif Kemal, tenhada vururlar bizi/terimiz düşer toprağa… Biraz dinledim… Boğazım düğümlendikçe düğümlendi. Sonra, o bitmeyen, gitmeyen sürgünlük hissi. Kasetlerin arasında Neşet ustayı buldum “Gitme leylam…” günlerce hiç çıkartmadan dinledim.

VII
Armutlu’da yakın arkadaşlarımızın dışında bizi pek kimse ziyaret etmedi, Yusuf geldi, Özge geldi yokladı, Ozan, Göksel, Mustafa ve benim tarihçi tayfası zaman zaman… Orada ben kendi adıma en fazla Serdar’la zaman geçirdim. Birlikte Orhan Pamuk’un Kara Kitap’ından, Mantık-al Tayr’ın mesellerinden konuştuk ve genelde de Neşet Ertaş dinledik, birlikteyken.
Sonra 2009 yılının Ocak ayında, Sülo ve Zeynel’i Hisar’a dönmeye ikna ettim. Mustafa Bey apartmanına taşındık birlikte yine… Bu sıralar ben gene Neşet ustayı dinlemeyi bıraktım. Aslında onunla arama mesafe koymama sebep yalnızca İrfan’ın hikayesindeki burukluğu benim gündeliğime taşıyan yan değildi, bundan başka, Roll Dergisi, Murathan Mungan’ın Müslüm Gürses’i Cihangir’in yeni lezzetler yeni karışımlar, yeni tenler ve dokular arayan entellerine, bu toprağın Leonard Cohen’i olaraktan takdim etmesine benzer bir şekilde, Neşet Ertaş’ı ve Aşık Veysel’i bu toprağın Bluescuları olarak John Lee Hooker ve Jimi Hendrix ile karşılaştırmaya başlaması benim Neşet usta ile aramı açmamın bir başka sebebi olmuştu. Ki zaten bu bluesun Türkiyeli muadili olma hikayesinin ardından çok geçmeden Neşet usta önce Hisar’da bir dizi konserler verdi, ardından da Kardeş Türküler’in kimi projelerinde yer aldı, artık sahnede ceket çıkartmadan önce ‘izleyiciden izin istemenin’ alkış getiren bir kıymet olduğunu fark etmişti ve bunu her konserinde yapıyordu sanki… Gücendim kendisine…
VIII
Neşet Ertaş öldüğü zaman, Çavdır’da dükkanda çalışıyordum. Şimdiye kadar yazdıklarım, geçti aklımdan… Yalan Dünya dedim kendime, sonra Facebook’a onun Karac’oğlan’dan bestelediği ‘bir ayrılık bir yoksulluk bir ölüm’ünü girdim… Yanlış hatırlamıyorsam ertesi gün, Serdar aradı beni. ‘Başın sağolsun, gerçi benim ve hepimizin de başı sağolsun ama, sen Neşet Ertaş’ı ayrı severdin’ dedi. Sonra tüm bunları bir kere daha düşündüm, haklıydı…

Tam hatırlamıyorum ama, Neşet ustanın ölümünden iki üç gün sonra, bizim Hal’oğlu Mehmet’in düğünü başladı. Cuma günü akşam, düğüne gittim ve ben düğündeyken telefonum çaldı. Arayan Mukaddes’ti. Sesi baya kederli geliyordu. Dedi ki, ‘Biliyorsun, Neşet Ertaş öldü, çok üzgünüm. Aslında Ankara’daydım cenazesine katılmak istedim Kırşehir’e gidebilirdim ama HDK’nın işlerinden dolayı gidemedim. Keşke gitseydim, çok üzgünüm, etrafımda bunları konuşabilecek pek kimse yoktu, sonra biliyorsun o CD ne kadar güzeldi, aslında konuşacak bir şey de yok ama seninle konuşmak, dertleşmek istedim bunları… Biliyorsun, İrfan’da aslında Çiçekdağlıdır, oradan göç etmişler…” Sonra, biraz daha bugünlerden konuştuk, kapattık. Düğüne döndüm.
Cebimden bozuk paraları çıkarttım, içinden 5 TL aldım. Düğünde Bayır köyünden iki tane çalgıcı kardeş çalıyordu. Adettendir, bedavaya istek istenmez, 5 TL’yi bahşiş çantalarına attım, kardeşlerden birinin kulağına eğilerek dedim ki, ‘Yabandan gelen misafirlerimiz var, lütfen isimlerini anons edin.’ Misafirlerin isimlerini ve istediğim parçayı yazdım. Sonraki parça sizin misafirleriniz için olacak denildi.
Bir süre sonra çalgıcıların anonsu yıldızlı geceden Kocapınar deresine doğru yankılandı: “İrfan Çelik ve Mukaddes Erdoğdu Çelik, Neşet Ertaş’dan Kesik Çayır sizin için çalınıyor, lütfen piste buyurun…”

Osman Özarslan
Haber Fabrikası

14 Kasım 2012 Çarşamba

Yoldaşların dilinde Yücel Hazar yoldaş

Yoldaşlar, içtenlikle belirtmeliyim ki, bugün can yoldaşım Yücel hakkında bu satırları yazmak hakikaten bana zor geliyor. Bu zorluk, hem onun komünist özelliklerini iyi anlatamama korkumdan, hem de o yoldaşın öldüğünü kabullenemeyişimdendir.

Yücel yoldaşla 1979 Haziran ayında, ikimizin de yeni atanmış olduğu bir Hareket Komite toplantısında karşılaştık. Da ha önce karşılaşmadığımız gibi, hakkında önceden hiçbir bilgiye de sahip değildim.

İlk dikkatimi çeken şey, toplantı yaptığımız evdeki taraftarlarımızla olan ilişkileriydi. Yücel’in aileden biri ya da yakınları olabileceğini düşündüm. Ama az bir zaman geçtikten sonra tahminlerimde yanıldığımı, Yücel'in o aileden biri olmadığını fark ettim. O'nun ilk belirgin olumlu özelliğini yakalamıştım. Bu, O’nun emekçi yığınlarla olan sıcak ve yakın bağlantısı ve onlar üzerindeki dost ve yoldaşça etkisiydi. Tam da bir komünist yönetici de aranması gereken iyi bir özelliğe sahipti.

Biz daha toplantıya başlamadan o yoldaşın yarattığı sıcak iletişim ortamında, sanki yıllardır birlikte çalışmışız gibi bir ortamda kendimi buldum. Ve o ölçüde de hemen yakınlaştık. Çok rahat bir ortamda, yoldaşlık ilişkilerinin derin sıcaklığı içinde, toplantıya başlama imkânını elde ettim. Toplantı başlangıcında yönetici yoldaşın verdiği bilgilerden anladım ki, bu yoldaş, tüzüğümüze göre daha 6 aylık aday üyelik sürecini tamamlamadan, MK özel kararıyla doğrudan üyeliğe alınmıştı.

Bu, o yoldaşın aldığı görevlerdeki başarısını ve mücadeledeki istikrarlı ve yan ısıra hızlı gelişmesini simgeliyordu. Ben, o zaman hem duygulandım, hem de böyle bir yoldaşla birlikte çalışma imkânına sahip olduğum için gururlandım.

Yücel yoldaş hakkında verilen bilgilerden çıkardığım bir başka gerçekte o yoldaşın çekirdekten sağlam bir devrimci kişilik edinerek gelişmesidir. 0, daha ortaokul yıllarında Hareket'imiz kadro ve militanlarının Malatya'da faşistlere karşı yürüttüğü mücadelede yer almış ve küçük yaşlardan itibaren aldığı görevler içerisinde devrimci gelişimini sağlamıştı. Yücel yoldaş komite toplantısında büyük bir bölgenin örgütlenmesinin sorunları ve diğer siyasal sorunlar tartışılırken, fikirleriyle, önerileriyle ne kadar ilgili olduğunu bu görevin üstesinden gelebilecek inisiyatif, kararlılık ve örgütleyici yeteneklere sahip olduğunu gösteriyordu. O, yapılan bütün komite toplantılarında, örgütün ve yoldaşların hatalarına karşı yapıcı bir eleştiricilik tavrı göstermiş ve çalışmaların geliştirilmesi için yoğun bir çaba içerisinde bulunmuştur.

Yücel yoldaşla olan birlikteliğimiz içerisinde ve kendisi hakkında gelen bilgiler çerçevesinde, hatalarına karşı en ufak bir tutuculuk örneği göstermediğini, son derece mütevazı ve hatalarına karşı mücadeleci davrandığını yaşayarak gördüm. Ki, zaten bu tutumu onun hızlı gelişme dinamiklerinden biriydi. Bu çalışmalarda gösterdiği çalışkanlığı, fedakârlığı ve enerji dolu yapısıyla birleştiğinde geleceğin daha iyi bir örgütçüsü ve önderi olacağını sergiliyordu. Yücel yoldaşla bir yılı aşkın bir süre birlikte aynı komitede çalışma. İmkânına ve şansına sahip oldum. Çalışma alanlarımız her ne kadar farklı da olsa nispeten sık sayılabilecek aralıklarla bir araya gelebiliyorduk.

Yukarda belirttiğim gibi, Yücel yoldaş; Antep gibi örgüt çalışmalarımız açısından büyük önem taşıyan bir alanın doğrudan başına getirilmiş, Nisan Konferansı'nın çizdiği perspektif doğrultusunda işçi sınıfı içinde yoğunlaşma çalışmasına bizzat önderlik etti. Bu çalışmanın bir ürünü olarak Antep'te gerçekleşen birçok grevin, özellikle de Güneydoğu Birlikleri’nde ki büyük grevin fiili önderliğini Hareket'imiz kadro ve taraftarlarıyla birlikte üstlendi. Yücel yoldaş, ağır sıkıyönetim koşullarında, devrimci yığınsal mücadelenin daha fazla geliştirilmesi için diğer yoldaşlarıyla birlikte aktif siyasal etkinlikleri gerçekleştirebilmişti. O, resmi ve sivil faşist güçlerin; örgütümüze ve halka karşı saldırılarına siper olmuş, dahası faşist yuvaların ve mihrakların dağıtılması çalışmasını bizzat yönetmiştir. Yoldaş, faşist güçlere karşı baş eğmez direnişi örgütlemeye çalışırken, PKK’nin gerici silahlı saldırı ve komplolarıyla defalarca yüz yüze gelmiş, bu karşı devrimci saldırılardan kıl payı sıyrılabilmişti.

Yücel yoldaşın yoldaşlarıyla olan ilişkileri, yoldaşlarına ve davaya olan bağlılığı her şeyin üzerindeydi. O, en zor, en tehlikeli görevler söz konusu olduğunda hemen kendisini önerir ve öne çıkartıp Yoldaşı, yaşamında derin bir şekilde etkileyen en önemli olay, Hareket'imizin önderlerinden Münir Dışkaya yoldaşın acı kaybıydı. O, herkesten çok, yıllarca birlikte olduğu, birlikte savaştığı bir yoldaşı kaybetmenin acısını derinden yaşıyordu. Münir yoldaşın yeri Yücel'in yanında farklıydı. O, O'nun için hem bir önder, hem bir siper arkadaşı, hem de iyi bir dostuydu. Her fırsatta Münir yoldaşın mezarını ziyaret eder, O'na saygı duruşunda bulunur ve kavga andı içerdi.

Yücel yoldaş, Marksizm-Leninizm 'e yaşamı boyunca bağlı kaldığı gibi, Marksizm-Leninizm'e yönelik saldırılara karşı da kararlılıkla mücadele etti. En başta ideolojik yozlaşma ve örgütsel mücadeleden kaçış şeklinde kendisini ortaya koyan ve Antep'te de ortaya çıkan ''Tanrı arayıcılığı'' olmak üzere, Mao Zedung revizyonizmine, modern revizyonizme, reformizme, maceracılığa ve Kürt milliyetçiliğine komünist bir bakış açısıyla karşı koydu, mücadele etti. O, geniş çaplı görevlerin altında araştırma, incelemeye yeterli zamanı bulamamasına rağmen her fırsatı değerlendirerek Marksist bilgisini derinleştiriyor ve örgütümüzün kadro ve taraftarlarının eğitimine de özel bir önem veriyordu.

Ben 1980 Ağustos ortalarında başka bir göreve atandım. Bölgeden ayrılmadan önce uzun bir süre görüşme olanaklarının olamayacağı için çeşitli yoldaşları ve Yücel yoldaşı görmeden ayrılmayacağımı söyledim. Yücel yoldaş da, benim başka bir göreve atandığımı duyunca hüzün duymuş ve beni gömmeye gelmişti. Birbirimizi uzun süre göremeyeceğimizi bildiğimizden olacak, kol kola, sarmaş dolaş, son derece üzüntülü bir şekilde Düztepe sokakların da bir süre dolaştık, sohbet ettik. Ayrılık anı geldiğinde, her ikimizin de gözlerine yaşlar inmişti. Sımsıkı bir şekilde kucaklaştıktan sonra istemeyerek de olsa birbirimizden ayrıldık. Yücel yoldaş ben gözden kayboluncaya kadar olduğu yerde durup beni gözledi.. Ben ise fazlaca arkama bakmamaya cesaret edemeden ağlamaklı ve çok karışık duygularla uzaklaştım. Uzun yolculuğum boyunca Yücel'le ve diğer yoldaşlarla olan ilişkilerim bir film şeridi gibi gözlerimin önünde geldi. Gece,18 saatlik yolculuk boyunca gözüme uyku da düşmedi.

Yücel yoldaştan ayrıldıktan üç ay sonra acı ölüm haberini öğrendim. Gerçek ismini bilmiyordum. Muzaffer öldürülmüş diye duymuştum. Muzo diye hitap ettim, Yücel'in ölümü beni anlatamayacağım şekilde etkiledi. Kendime hâkim olamayarak bir odaya çekilip, gözyaşlarımı diğer yoldaşlardan gizlemeye çalıştım.

Yücel yoldaş, bir başka yoldaşla Antep'in bir köyünden gelirken asker ve polislerin alçakça kurduğu pusuya takılıyor ve çatışmadan sonra yaralı olarak ele geçiriliyor. Yarası ağır olmayan Yücel yoldaş, polislerce hastaneye kaldırılıyor ve burada hemen sorguya ve işkenceye alınıyor. Sorgudan bir şey çıkaramayacaklarını anlayan faşist katiller çıkar yol olarak Yücel yoldaşın ki yoldaşımıza ihaneti kabul ettiremeyip, acze düşen faşist iblisler yoldaşı öldürmeye kalktıklarında, O'nun gür sesiyle haykırdı ''Kahrolsun faşist diktatörlük”, Yaşasın TKP-ML Hareketi!” şiarlarıyla bir defa daha komünist kararlılık karşısında yenilgiyi tadıyorlardı. Yücel yoldaşın kurşun sesleri arasında haykırdığı şiarlar, o günkü hastane personelinin zihinlerinde canlılığını korumaktadır.

12 Eylül gibi faşist karşı-devrimin şaha kalktığı koşullarda, O, en ufak bir tereddüt göstermemiş, faşizme duyduğu nefreti mücadeleye dönüştürmüş, iyi bir komünist yönetici gibi görevlerine dört elle sarılmış ve bu uğurda yaşamını ortaya koymuş seçkin bir komünist ve kavga adamıdır. Devrimin ve sosyalizmin başarısı yoldaşların varlığına ve mücadelesine bugün her zaman- kinden daha çok ihtiyaç duymaktadır. Komünist kadrolar, kendilerine Yücel Hazar yoldaşı örnek olarak almalıdırlar.

Yücel yoldaş, şehit olduktan sonra da yalnız bırakılmamış faşist teröre karşın cenaze törenine yüzlerce emekçi ve yoldaşı katılmıştır. Bugün Yücel yoldaş bir yakada Münir ve diğer yoldaşlar diğer yakada yükselen devrimci kavgada, mücadeleleriyle anılarıyla, kararlılıkları ve baş eğmez tutumlarıyla esin kaynağı olmaya devam ediyorlar.

Yoldaşlarımızın uğruna canlarını feda ettikleri devrim ve sosyalizm bayrağı bugün de kavgada en önde yoldaşlarının elinde bütün kızıllığıyla dalgalanıyor. Tek bir neferimiz kalıncaya dek utkumuzu yerine getirmek için uğruna can bedeli bir mücadele yürüteceğimizi, yoldaşlarımızın sıcak anılan önünde bir daha saygıyla eğiliyor ve onlardan aldığımız güçle kavgayı büyütüyoruz.

6 Kasım 2012 Salı

Örgütü geliştirmede örgütçü yöneticilere daha çok ihtiyaç var

Nereye yönümüzü dönsek ve hangi devrimci gazete ve derginin kapağını açsak, yada her hangi bir basit sohbette, en başta proletarya ve emekçi yığınların örgütsüz ve dağınık olduğundan, var olan devrimci örgütlenmelerin yeterince sağlam ve kendi kendisini örgütleyebilir konumda olmadığından ve bu alanda büyük bir boşluğun yaşandığından vb. bahsederiz. Başta şunu vurgulamalıyız ki, ilk adım olarak kendisini örgütlemede başarıyı yakalayamayan bir devrim örgütünün, yüz yılların deney ve tecrübesiyle örgütlenmiş ve tepeden tırnağa silahlanmış bir karşı devrimci iktidarı yıkması ve yerine devrim ve sosyalizmin inşa edebilmesi elbette gerçekçi olmayacaktır.

Demek ki devrimi örgütlenmek için çekirdekten yetişmiş özel yöneticilere ihtiyaç var. Türkiye devrimci hareketi bugün Leninist tipte yönetici yetiştirememenin sıkıntısını yaşıyor. Devrimci hareket bu zaafını ne kadar hızlı aşarsa o kadar devrimi örgütlemede ve gelişmelere müdahale ederek büyümede başarılı olacaktır. Peki, nedir Leninist tipte yönetici?

En başta Leninist yöneticilik, örgütlere dayalı çalışma demektir. Kadroların yeteneklerine göre görevlendirilerek çalıştırılması ve her insanın bilgi, deney, yetenek ve gelişme potansiyelinde azami derece yararlanabilmesi demektir. Dahası, örgütsüz, işlevsiz tek bir kadro ve sempatizan bırakmamak demektir.

Leninist yöneticilik, örgütlere ve kadrolara perspektif vermek, deney aktarmak, eğitmek, ama işin yapılmasını alt örgüt ve kadrolara güvenerek, onlara inisiyatif tanıyarak, sıkı ve disiplinli bir denetim ve onlara bırakmak demektir. Eğer eğitim ve deneyimsizlikten alt örgüt ve kadrolar bir işin nasıl yapılacağını bilmiyorsa, doğrudan onların başına geçerek işin nasıl yapılacağını göstermek, alt örgüt ve kadroları bağımsız inisiyatifleriyle işi yapacak asgari seviyeye gelmişlerse geri çekilip, sıkı bir denetimle işleri onlara bırakmazlar.

Ne ki devrimci komünist hareket bu alanda işin ciddiyetine uygun bir pratik duruş sergilediği söylenemez. Komünist ve devrimci örgütler eldeki gücü, işbölümü ve uzmanlaştırma temelinde yeteneklerine göre seferber ederek, örgütlü güce dayanarak, onların eğitimi, denetimi ve yönlendirmesi üzerinde yoğunlaşarak, eldeki güçlerden ustaca yararlanmak yerine, her işi kendilerine koşturur durumdalar. Eldeki hazır gücü işlevli kullanmasını yeterince başaramıyorlar. Böylece geniş bir bakış açısına sahip bir kaç adım ötesini gören bir yönetici gibi çalışmak yerine, plansız, enerjisini öncelikleri-sonralıkları ayrımına göre yönlendirmeyen, her işe kendileri yetişmeye çalışan dar pratikçi-amatör yöneticiler olarak çalışıyorlar. Devrimci ve komünist hareketin toparlanması ve devrimci bir çıkışı için en başta saflardaki bu kötü eğilimin hızla terk edilmesi, Leninist önderlik anlayışı ve çalışma tarzının tepeden tırnağa kararlı bir mücadeleyle yerleştirilmesi gerekiyor.

Söz konusu plansız ve dar pratikçi çalışma tarzının tipik sonuçlarından birisi, alt örgüt ve kadroların, sempatizan kitlesinin üstlen bekleme psikoloji ve alışkanlığını kazanmasıdır. Bu durum alt örgüt ve kadroların bağımsız iş yapma yeteneğinin, duyarlılığının gelişimini engelliyor, biçimselliğe sürüklüyor, küçük burjuva bürokratik memur mantığını yerleştiriyor. Altan çok sayıda yeni yönetici ve militanın yetişmesini köreltiyor. Yeni taze güçlerin başta yönetici yapıya olmak üzere, çok sayıda göreve, çok sayıda yeni insanın yetiştirilmesini engelliyor. Ve bu zaaf, önemli bir zaaf, hatta eksiklik olarak, kadrolar arasında basit çekişmelere, yöneticilerin yetmezliklere, deney ve tecrübesizlikleri, değişik düzeylerde kişisel didişme ve çekişmeleri koşuluyor ve bu durum saflarda disiplini bozucu ve ilişkileri zedeleyici etki yapıyor.- örgütsel çalışmalarımızda kabaca göze batıyor.

Oysa alt örgüt ve kadrolara güvenmesini bilmek gerek. Onlara inisiyatif tanımada ustalaşmalıdır. Eğitim ve deneyim eksikliği, yada hata işlemeleri onlara güvensizlik duymada gerekçesi olmamalıdır. Her nitelikli ve yetenekli yoldaşa göre görev, yetki, sorumluluk vermesi başarılmalıdır. Eğitim ve denetim eksikliğini aşmaları için özel çaba gösterebilmelidir. Öyle ki her alt örgüt, kadro ve insanüstü beklemeden perspektiflere uygun olarak iş yapabilmelidir. Verilen direktifleri yaşama geçirmede inisiyatif ve ataklık gösterebilmelidir. Siyasal ve örgütsel çalışmaz öyle bir düzenlenmeli ve yönetilmeli ki, adem-i merkeziyetçilik, bağımsızlık ve inisiyatif güçlü bir tarzda yaşam bulabilsin, inisiyatif sahibi, yaratıcı bir çalışma gelişebilsin. Eldeki hazır güçler işlevsel kılınabilsin. İnşa’nın yöneticilerinin yırtıcılıkları, bilgileriyle otorite olmaları, yaratıcılıkları, ataklıkları, dinamizm ve ön açacakları örgüt ve kadrolar üzerinde yaşam bulabilsin.

Az konuşma çok iş yapma, birilerini beklemeden hareket geçme, tüm insanlardan yeteneklerine göre yararlanma, her ilişkiyi bir biçimde inisiyatif sahibi kişiler olarak örgütleme, yetiştirme, insanlara güven duyma, güven duyarak inisiyatif tanıma, eksiklik ve hatalarını sıkı bir günlük denetim, planlı eğitimle aşmasına sağlama, propaganda, ajitasyon, örgütleme, eylem çalışmasına tüm güçleri, bize yakınlık duyan kesimlerde dahil seferber etme vb. tüm bunlar başarılı bir yöneticilik çalışması için gerekli ve zorunludur. Her yönetici çalışmalarını bu tara göre şekillendirmelidir. Bu çalışma tarzı ve yöneticilik anlayışı her yöneticinin beynine çıkmazcasına kazınmalı ve bir alışkanlık olarak yerleştirilmelidir.

Planlı çalışma, ML çalışma tarzının, plansız çalışma ise dar pratikçi kendiliğindenci çalışma tarzının karakteristik özelliklerindendir. Başarılı yöneticilik ve başarılı bir çalışma için yöneticinin çalışmalarını sınıf mücadelesinin ihtiyaçlarına göre düzenlemek zorundadır. Plansız çalışma kendiliğindenci bir çalışma tarzıdır ve devrimi bir milim ileri taşımaz ve burada öncelikler ve sonralıklar ayrımı yoktur, enerjiyi her tarafa savurur ve verimsizlik üretir. Devrimci çalışmaların yeterince planlanmaması, yöneticilerin hata ve eksikliklerinin görünen yanlarından biridir. Bu zayıflığa karşıda etkili bir mücadelenin geliştirilmesi gerekiyor. Yöneticiler bu alanda da ilke ile esnekliği birleştiren, siyasal ve örgütsel çalışmalarının ihtiyaçlarına yanıt verecek tarzda yönetmeli ve yönlendirmelidir.

Yöneticiler başta kendi çalışmaları gelmek üzere tüm çalışma dallarını da alt örgütleri ve kadroları ideolojik-politik eğitim, günlük siyasal müdahaleler, örgütsel çalışma vb. faaliyetlerini genel bir plan, bu plana dayalı özgül planlar çerçevesinde yönetilmelidir.

Yöneticiler tüm örgüt ve kadroları çalışmaları belirlenmiş somut hedefler temelinde yoğunlaştırmalıdır. Planlar güncel mücadelenin ihtiyaçları ve gücüne uygun olarak şekillendirilmelidir. Güçler, çalışmalar öncelikler ve sonralıklar ayrımına bağlı tarzda geliştirilmelidir. Mekanik, dogmatik ve şematik davranmadan somut gelişmelere bağlı olarak, esnek davranabilmeli ve planın aşılan, eskiyen yanları yenileriyle değiştirilerek yola devam edilmelidir. Mücadelenin ve örgütün dinamizmine dayanan bu dinamizmi dakik tarzda kullanan bir yöneticilikle planlı çalışma tarzı ve geleneği kazanılmalıdır.

Plansız, hedefsiz çalışma, pusulasız denizde yol almaya benzer. İyi bir yönetici örgüt çalışmasının merkezi olarak, örgütsel çalışmaları hedef seçtikleri alanlara yöneltme, yoğunlaştırma, denetleme pratik kararlılığı içinde olmalıdırlar. Oysa bu alanda da önemli hata ve eksikliklerin yaşandığı ve hala yaşanıyor olduğu gerçekliğidir. Bu olumsuzlukların hızla aşılması için gereken çaba, uğraş gösterilmeli ve bireysel yaklaşımlar, küçük hesaplar peşinde koşma vb. olumsuzluklar hızla giderilerek, verimli, kendini üreten, enerjiyi yeterince kullanan yönetici ve çalışma tarzını yakalamak hedefiyle kadro ve örgütleri bu doğrultuda seferber etmeliyiz.

30 Ekim 2012 Salı

28 Ekim 2012 Pazar

Hüseyin Toraman yoldaşı unutmadık!

Toraman dosyasına “zamanaşımı”
21 yıl önce, İstanbul Kocamustafapaşa'daki evinin önünden gözaltına alınarak kaybedilen Hüseyin Toraman'ın dosyası “zamanaşımı” gerekçesi ile kapatıldı. Dosyaya bakan İstanbul Cumhuriyet Savcısı tarafından başlatılan soruşturma “zamanaşımı” gerekçe gösterilerek kapatıldı.

Gözaltında kaybedilmişti
Hüseyin Toraman, 27 Ekim 1991 sabahı ailesi ile beraber yaşadığı evin önünden sivil giyimli, silahlı ve telsizli kişiler tarafından kaçırılmıştı. Görgü tanıkları da Toraman'ın kaçırıldığını doğrulamış, kaçıranların kullandığı arabanın plakasını dahi vermişlerdi. Dönemin Emniyet Genel Müdürü Mehmet Ağar da, oğullarını arayan aileye "Oğlunuz emniyettedir, merak etmeyin, evinize gidin" demişti. Ancak aradan geçen yıllara, ailesinin ve yoldaşlarının mücadelelerine rağmen Toraman'dan haber alınamamıştı.

Toraman'ın ablasından mektup
Toraman'ın kaybedilişinin yıldönümünde mektup gönderen ablası Sakine Toraman, kardeşinin kaçırılması ile ilgili şunları ifade etti:

“Mahallelinin gözü önünde, gündüz gözüyle, hem de mahalle karakolunun 100 metre ilerisinde kardeşimi kaçırdılar. Mahalleli tanıklık etti. Kaçırma olayında kullandıkları arabanın plakası sahte çıktı. Mahalle karakolunun bildirimi üzerine araba sahil yolunda durduruldu, ancak kardeşimi kaçıranlar kendilerinin de polis olduklarını söylemeleri üzerine mahalle karakolu komseri duruma müdahale edemediklerini bizzat babama ve dayıma söyledi. Aralarında geçen konuşma gizlice kasete kaydedildi.

Annemin babamın çalmadıkları kapı kalmadı. Dönemin Eminiyet müdürü Mehmet Ağar’a bile konuştular. Ağar “oğlunuz eminiyettedir, merak etmeyin, evinize gidin“ diyerek eve gönderdi. Kardeşimin arkadaşları ve yoldaşları destek verdi, açlık grevi yaptılar. Gazetelerde her gün boy boy haberler yer aldı.

Çalınan kapıları burada sıralamak istemiyorum. Sonuçta hiçbir sey sonuç vermedi. Devletin yaptığı tek şey Maraş katili diye tanınan Ökkeş Şendiller'in de içinde bulunduğu bir araştırma komusyonu oluşturmak oldu. Komusyon kardeşimden önce evde oturan kişinin Ermeni olması nedeniyle, olayda Ermeni parmağı olabileceğini, hatta kardeşimin yurt dışına kaçırılmış olabileceği sonucuyla soruşturmayı bu şekilde sonlandırdı.”

Sakine Toraman'ın mektubu şöyle devem ediyor:

“Biz Kardeşim Hüseyin Toraman'ın kaçırılmasından devletin sorumlu olduğunu biliyoruz, bunu söyledik ve hep söyleyecegiz. Devlet, bütün kurumlarınla suçlusun.

Bugünkü hükümet, sen de bir o kadar kardeşimin kaybedilmesinden suçlusun. Mehmet Ağar'ı kolluyorusun. Kayıpların sorumlusu o ve çetesidir. Bunu bilmeyen yok. Ağar, devlet içinde gizli çeteleri örgütleyip yöneten kişidir. O bunca insanın katiliyken tutup Susurluk davasndan 5 yıl ceza verdin. 2 yıl dinlenme tesislerinde kalıp çıkacak. Halbuki Ağar'ın bugünkü devlet yasaları çerçevesindeki cezası ağırlaştırılmış müebbettir. Elin kimlere ulaşmadı ki sayın Erdoğan, en üsteki genaralleri bile hapse tıkmaya gücün yetti de Ağar'a neden dokunamıyorsun. Kirli çamaşırları saçıp dökeceğinden mi korkuyorsun? Hangi sırları (suçları) saklıyor!”

Öldür, kaybet zaman aşımı de. Özlemimiz, beklememiz zamanaşımına uğruyor mu?! Bir ananın, annemin acılarının zaman aşımı olur mu hiç? Elikanlı katiller, öfkemiz zaman aşımına uğrar mı sanıyorsunuz?”
Genç Komünistler Hareketi (GKH) önderliğinde yer aldı. KP-İÖ’nün önceli komünist öncü  TKP/ML Hareketi'nin bu yiğit militanı ve komünist gençliğin önderi ve aynı zamanda gençliğin anti-faşist önder savaşçısı Hüseyin Toraman yoldaş, 27 Ekim 1991'de faşist diktatörlüğün beyaz müfrezeleri tarafından kaçırıldı ve bir daha haber alınamadı. Hüseyin Toraman yoldaşı unutmadık, unuttumayacağız!

Özgürlük ağacını kanlarıyla sulayan Ekim Şehitleri ölümsüzdür!

Ekim ayı dünya işçi ve emekçileri bakımından Sosyalist Ekim Devrimi'yle nasıl ki tarihsel bir olaya tanıklık ettiyse aynı biçimde Türkiye’de de Ekim Ayında onlarca devrimci, devrim ve sosyalizm için yaşamlarını ortaya koydular.

Ve Ekim, baharın bitişi yeni bir baharın müjdeleyicisi...Yeni baharlar doğurmaya gebe bırakır yaşamı...Ve bir doğuş, bir doğuş daha..Ölümden yaşamı yaratan, yaşamı ölümsüzleştiren yaşamın diyalektiği bütünleşir yaşama yeni baharlar, yeni yaratımlar bahşeden Ekim’le.

Ekim ayı kahraman şehitler ayı... Öyle kahramanlar bağrına bastı ki, yazılamaz, çizilemez ve anlatılamazlar. Her birisi sayfalar dolusu romanların konusu... Her birisi birer efsanenin başkahramanıdır.

Devrim ve sosyalizm tarih, yeni bir doğuşa tanıklık etmiştir. Bir doğuş, bir başlangıç bir yaşam denemesinin adı olmuştur. Unutulmayan ve unutulamayacak Ekim Devrimi de, bu ayda kapitalist ve emperyalist sistem karşısında başarı kazanmıştı. Tüm saldırılara ve kara çalmalara rağmen bu Ekim devrim tarih karşısında önemini ve kutsallığını asla yitirmemiştir. Tüm güncel sonuçlarının yanında kadrolar bu devrimde aktif rol oynamıştır. Bir deneyim, bir arayıştı, yitik yaşam karşısında... Karanlıkların efendileri, yürekleri yaşam kıvılcımıyla aydınlatmaya yüz tutan bu umuda tahammül ederler miydi? Elbette hayır. Yürekler bir kez daha karartılarak yitik yaşam içinde kaybedilmek istendi. Ancak karanlıkların efendileri bilemezlerdi ki, uygarlığın doğuş mekanı kutsal çocuklarıyla, çalınan aydınlığı bir kez daha insanlığa sunacak...

Önce 14 Ekim 1989'da Aydınlık-İP hainlerince İsviçre'de Mehmet Türk yoldaşı kaybettik. Ardından faşist diktatörlüğün devrimci mücadeleyi ezip dağıtmak için uygulamaya koymuş olduğu kayıplar saldırısında genç komünist Hüseyin Toraman yoldaşı 27 Ekim 1991 yılında yitirdik. Sınıflar savaşımı şehitler vererek ilerliyor ve şehit düşenlerin bayrağını arkadaki yoldaşlar kaparak kavgayı sürdürüyorlardı. 27 Ekim 1992 tarih sayfalarını gösterirken Kilis'te altı kızıl gülümüzü toprağa verdik. Büyük Ölüm Orucu Direnişi'nde feda eylemcisi 18 Ekim 2002 yılında Ali Ekber Barış yoldaşı ölümsüzlüğe uğurladık.

Hayatta en güzel şey nedir diye sorulsa kuşku yok ki her devrimci özgürlük diyecektir. Nice kavgalara sebep olan hayatın ötesine saklanan özgürlük insanları ardında koşturur da durur. İnsanlığın kalbinde yanan bir umut ışığıdır özgürlük. Sınır tanımayan bir rüzgâr gibi savrulur duru sürekli olarak. Tenhaya verir kendini, damıtmaz, aranırda bulunmak ister. Bizler de onu arar dururuz. Zaman, mekân ve şartlar ne olursa olsun ona ulaşmak için büyük bedeller ödemekten ve feda ruhuyla ileriye atılmaktan geri durmayız. Çünkü insanca bir toplumda yaşamanın yolu özgürlük yürüyüşünden geçmektedir.

Nice şehitler verdik bu toprağa devrimin tohuma durması için. Toprağı kızıl kanlarıyla sulayan bizden öncekiler gibi sürekli bir arayış içerisinde olduk. Halktan aldık gücümüz ve denenmiş sınanmış ideolojimizle donandık zafer yürüyüşümüzde sayımız çok olmasa da, yalnız da kalmadık. Yanı başımızda sürekli bir yoldaşımız var oldu, umut. Ödün vermedik hiç bir zaman. Tek silahımız umudumuz olarak algıladık. "Umut zaferden daha değerlidir" dedi, ve sabırlı olmayı öğretti bize sosyalizm kavgası. Aşkın sabrına gömüldük ve tek taraflı ilan ettik aşkımızı. Aşkın bedeli ağır oldu. Kan, sel oldu taştı, ülkenin her yerine. Yeni bir yaşam doğdu. Uçsuz bucaksız Türkiye coğrafyasında gök gürledi, yer inledi. Bir ananın çığlıklarıyla gözlerini açtı yoldaşla, köhnemiş ve eskimiş dünyaya yeniyi kurmak adın. Mama yerine açlıkla, yoksunluklarla büyütüldüler. Yoksulluk yaşadıkları en büyük sorun, tüm emekçiler gibi. Devrim ve sosyalizm için dövüşen ve şehitler ordusuna katılanlar bir düş olup girmişti rüyalarına bir gece vakti. İstanbul sokakları, Kilis sınır boyları bir nehrin taşkınına uğramış sel olup akmıştı adeta. Bunca insan tek bir amaç için meydanlarda dövüşüyordu ve sloganları da ortaktı:"Yaşasın devrim ve sosyalizm mücadelemiz!”

Ama düşman da boş durmuyordu Her fırsatta devrime saldırıyor ve devrimci hareketi etkisiz kılmaya ve korku duvarını büyütmeye çalışıyordu. 91 yılında genç komünist Hüseyin Toraman yoldaş kaçırılarak katlediliyordu. Kayıplar ve failli mechül cinayetler almış başını yürümüş, sokak infazları artarak sürüyordu. Ve silahların sesinin duyulmadığı gecelere hasret kalınmıştı. Ve gazete manşetlerine kaç kişinin öldürüldüğü haberleri inmiyordu. Korku, ölüm gibi sarmıştı bütün ülkeyi. Büyük bir öfke ve kin içerisinde, yoldaşlar mücadeleyi örüyorlardı.

Çünkü faşizmin baskı ve saldırı dalgasını püskürtmenin yolu devrimci görevlere sıkıca sarılmak ve bunun gereklerini yerine getirmekten geçiyordu. Kendi emeğiyle yaşamayı bu sayede öğrendik. Aynı zamanda kendine güvenen, onurlu bir genç olmayı da. Yaşama dair umut dolu, ele avuca sığmayan bir yoldaşlar elde silah dövüşmek için Bekanın yolunu tuttular askeri eğitim için. Çünkü mücadele görevleri çeşitlendiriyor ve daha bir zorlaştırıyordu. Özgürlüğe aşık olmuştu yoldaşlar ve bunu pratiğe sürmek için genç yaşta silaha sarılmanın yolunu tutmuşlardı.

Her gün düşman baskınına uğrayan, sürekli itilip kakılan, hakaret, işkence, saldırıların gündelik yaşama döndüğü bir Türkiye yaşam olumsuzluklara seyirci kalınmazdı.

Seyirci kalmayan komünistler sıkıca sarıldılar devrimci görevlerine ve büyük görevler için öne atıldılar, faşizmi yenmek için onlar, devrimin ve geleceğimizin temsilcileriydiler bu kavşakta. Yüreğinde devrim ateşinin korlandığı altı komünist gerilla, devrime gebe ülke topraklarında savaşma arzusuyla sının geçmeye çalışıyorlar. Ama ölüm kalleşti. Ölüm sınırdaydı. Düşman ve ölüm pusuya yatmıştı.

Altı komünist savaşçı, ölümden korkmaksızın, ölümün üstüne üstüne gidiyorlardı grubun en önünde, Saim Bozkurt Yoldaş vardı. Belki de, ilk ve son savaş muharebesini yönettiğini bilmeden giriyor zulüm tufanına. Arkasından diğer canlar / yoldaşlar, Ertan Uzunyayla, Müslüm Akyol, Hasan Çiçek, Erdoğan Tatar ve Mehmet Beşgen yürüyordu. Kahrolası bir karanlık ve sessizlik. Çok sürmüyor karanlığın hükmü ve birden anlamsız sessizliği bozan kurşun sesleri yankılanıyor dağlarda. Karşı-devrimin silahları kan kusuyor gencecik bedenlerin üzerine. Ve devriliyor birer birer genç fidanlarımız Kilis toprağına. Her biri yarım kalan şiarlarını haykırarak kanlarını katıyorlar toprağa. Kan ile sulanıyor toprak. Ve aynı anda proletaryanın kızıl bayrağı, daha da kızıllaşıyor. Tarihin, bu nirengi noktasında altı komünist gerilla daha şehit düşüyor, Kürdistan dağlarında.

Evet, altı Mayıs Onsekiz gerillası yoldaş, hain pusularda devrime canlarını armağan ederek, katıldılar ölümsüzler kervanına. Sonsuz fedakârlığın ve inancın sembolü oldular. Can bedeli ölümün üzerine yürüdüler.

Bazı insanlar vardır, akıp giden yaşamımız içerisinde belki binyıllardır tekrarlanan herhangi bir davranışı öyle kendilerine özgü gerçekleştirirler ki, sevdirirler bize o davranışı. Yaşamın içerisinde hep var olan bir kavramı yeniden keşfetmeye, onun peşinden hesapsız yürümeye çekerler bizi. Yaşamdan yitirdiğimiz parçalarımızı yeniden birer birer toplamaya yöneltir böyle insanlar bizi, yani insan olmaya. Aynı zamanda yaşamla aramızdaki mesafenin ölçü birimidir bu insanlar; kendimizi vurduğumuz teraziler, boyumuzu ölçtüğümüz aynalar, hayallerimizi sınadığımız dünyalar.

İşte karanlığa ışık olan Ölüm Orucu feda savaşçısı Ali Ekber Barış yoldaş, teslimiyetin ve ihanetin dayatıldığı 19 Aralık 2000 operasyonunda öne atılarak faşizmin saldırılarına geçit vermemek için gönüllü feda savaşçısı olarak öne atılarak, İNŞA'nın Ölüm Orucu bandını alnına ve yüreğine takarak ileriye atılıyordu. Düşman haindi, düşman kalleşti. Devrimci tutsaklardan intikam almak için F tipi hücre saldırısını pratiğe sürerek, kolektif direniş ve iradeyi kırmak istiyordu.

Ne ki bunun karşısında devrim ve sosyalizmden başka bir şey düşünmeyen devrimci tutsakların devrimci iradesi duruyordu. Bölük bölük ölüm orucu savaşçılar barikatın başına koştular. Şehit olanların bayrağı yere düşmeden bir başka feda savaşçısı barikatın başında kızıl bandıyla devrimci görevi devraldı. Nöbet asla boş kalmadı. Göğüs göğüse bir kavga sürüyordu F tipi hücre zindanlarında. Ya düşmanın dayatmaları kabul edilecek kölece ve onursuzca yaşama boyun eğilinecek ya da Ö.O. direnişiyle bu faşist kuşatma dağıtılacaktı.

Yüzlerce devrimci ve komünist bu faşist teslimiyet dayatmasının parçalanması için Ö.O eyleminde görev üstelendiler. Bu uzun süreli adım adım ölüme gidilen yürüyüşle faşist MGK diktatörlüğünün zindanları ihanet yuvası haline getirme politikası darbelenerek boşa çıkarıldı. Bedenlerini ölüme yatırarak şehitler ordusuna kattığımız 122 ölüm orucu şehitlerinden biriside KP-İÖ savaşçısı Ali Ekber Barış yoldaştı. O, üstlenmiş olduğu devrimci görevini ölümü çekinmeden kucaklayarak yerine getirdi. Yaklaşık 6 aylık bir ölüme meydan okumanın ardından 18 Ekim 2002 tarihinde Ali Ekber yoldaşı şehitler ordusuna kattık. Ö.O savaşçısı Ali Ekber yoldaş kavgamızda hep yaşacaktır.

Bazen bir bebeğin sıkıca tuttuğu elimizde hissettiğimiz enerji yaşam bağlılığımızı, bazen bir işçinin elindeki kazmayla toprağı işlediği andaki ahengi emekle barışıklığımızı sınar; bazen bir kadın ya da erkeğin tüm kirleriyle sisteme meydan okuyuşu cesaretimizi ölçer bazense tanıdığımız birinin dünyayı doldurduğu yüreği ile her şeye hükmedebildiklerini sananlara karşı bir kahkaha patlatırcasına toprağa düşüşü, geçmişi ve geleceği ile tüm insan yanlarımızı -eğer varsa- diriltir. Onlar gibi olmak isteriz içten içe; öyle kaygısız, öyle cesur, öyle içten ve öyle yiğit. Belki fark eder ya da etmeyiz ama onlar bizim ve başkalarının kahramanlarıdır.

Çünkü onlar hiçliği erdem sayan bir faşist düzenin öğrettiklerinin dışına çıkarak işledikleri "suçla" orantılı bir cezayı göze alarak, aslında hepimizin yüreklerinde saklı olanı yüksek sesle söylemişlerdir. Yani bir yerlerde yitirdiğimiz bir şeyleri bize geri vermişlerdir.

Çünkü onlar yaptıkları şey ne olursa olsun yaptıklarının hakkını vermişlerdir. Hakkını vererek, doyasıya ve tüm kirlerden arınmış haliyle. Diğer insanlarla onlar arasındaki sade ve gerçek fark budur. O yüzdendir ki sevdirirler bize en büyük acılar ve zorluklarla yüklü bir yaşam mücadelesini. Yaşama sevdalı genç yüreklerimiz sevdalı olmasa da ölüme, öyle bir kavgaya girişleri vardır ki, onların ardından akmak isteriz delice mücadeleye. Hayatımız boyunca kendimize sorduğumuz "nasıl bir yaşam" sorusuna aradığımız yanıtı onlarda bulur ve "İşte bu sosyalist " diyerek düşmek isteriz peşlerine.

Onlar, kabul etsek de etmesek de kahramanlarımızdır dedik de, tabi, bu da yetmez ifadeye. Can pahası köprülerdir onlar, aynı zamanda yitik dünyalarımızdan özgürlüğe, umuda ve geleceğe. Onlara tutunarak geçeriz en sarp patikalar ve en derin uçurumlardan. Bizden önce onların yolu uğramıştır oralara ve hiçbir engelin aşılmaz olmadığını kanıtlamışlardır. Bize düşen sadece kurdukları köprülerden geçmek, yaşamdan korkmamak ve üstüne üstüne yürümektir faşizmin.

Ekim şehitlerini yaşatmak ve onların ideallerine bağlı kalmak, On'ların anılarını yaşatmak ve devrimci görevleri sıkıca sarılmaktan geçtiğini unutmadan, On'ların açtığı feda yolunda yürüyerek zafer yürüyüşümüzü sürdürmeli ve On'ların bize bıraktıkları değerlere sahip çıkarak, devrimci görevlerimize sıkıca sarılarak, şehitlerimize sahip çıkıp yaşatmalıyız.

Ekim Şehitleri ölümsüzdür!
Yaşasın devrim ve sosyalizm mücadelemiz!

18 Ekim 2012 Perşembe

Zor günlerin devrimci öncüsü ‘Ölüm Orucu’ şehidimiz Ali Ekber Barış yoldaş kavgamızda yaşıyor!

Kimdir gerçekten de devrimci olan. Zor koşullarda öne atılarak bedenini devrimin zaferi için ikircimsizce ölüme yatıran mı, yoksa zoru gördüğünden arkasına bakmadan, rezilce kaçıp düzenin limanına sığınmamıştır. Türkiye devrimci ve komünist hareketi iki eğilimini de sıklıkla yaşadı. Yoldaşlarını savaş cephesinde yalnız bırakarak arkasına bakmadan kaçanlar tanık olduğumuz gibi, aynı zamanda ölümü hiçe sayarak faşizmin zindanları teslim alıp ihanet yuvaları haline getirme saldırısına karşı, bedenini ölüm orucuna yatırarak 180 günde 18 Ekim 2001 tarihinde ölümsüzler ordusuna kattığımız Ali Ekber Barış yoldaş gibi zor dönemin yürekli militan devrimcilerin direnişini de tanığız.

İşçi ve Emekçilerin devrim ve sosyalizm davasına ihanet eden, düzenin limanına demir atarak devrimciliğin unutan, düzenin pislikleri ve kirliliklerinden beslenmekten başka bir şey yapmayanların çoğaldığı dönemde, ölümünün 11. yılında Ali Ekber Barış yoldaş kavgamızın kızıl yıldızı, zor dönemin devrimci militanı, dava adamı, aldığı görevleri yerine getirmedeki kararlı duruşu ve fedakârlığıyla daha bir parlayıp öne çıkıp, biz yoldaşlarına, dürüst devrimcilere yol gösterip, örnek olmaya devam etmektedir. Zindanlar her dönem devrim ile karşı devrim güçlerinin göğüs göğüse çarpıştığı alanların başında gelmiştir. Uzun yıllar açlık grevleri, ölüm oruçları ve can-kan bedeli yürütülen cesaret yüklü ve fedakârlık üzerinde yükselen devrimci direniş sonucu zindanlar faşist teslim alma dayatması kırılmış ve devrimci tutsaklar önemli mevziler kazanmıştı. Faşist MGK diktatörlüğün, dışarıyı-içeriyi F-Tipi Cezaevine çevirerek devrimci halk muhalefetini ezip dağıtmak için 19 Aralık 2000 tarihinde 20 cezaevine yönelik kanlı operasyonuyla, içeride, dışarı da, işçilere, emekçilere ve devrimcileri gözdağı vermeyi, zindanları teslim alarak, ihanet yuvaları haline getirmeyi amaçladı. Ne ki faşist diktatörlüğün bu kanlı katliamlarına ve zindanları teslim alarak ihanet yuvalarına dönüştürme planlarına karşı, devrimci ve komünist tutsaklar SAG ve büyük Ölüm Orucu eylemiyle yanıt verdiler.

İşçi ve sınıfı ve emekçi yığınların öncüsü devrimci ve komünistleri teslim alarak, toplumu teslim almayı hedefleyen F-Tipi hücre saldırılarına karşı, mücadele bir yandan faşist diktatörlüğün topyekûn zindanları teslim alma ve Mamaklaştırma-Diyarbakırlaştırma saldırısına karşı devrimci duruş iken, öte yandan devrimci hareket içinde yeni bir saflaşmanın muştusuydu aynı zamanda. Hatırlanacağı üzere, 19 Aralık 2000 operasyonu bizzat MGK'nın kararıyla Genelkurmayın insiyatifinde gerçekleştirilmiş çok yönlü ve kapsamlı bir faşist saldırıyı. Bu çok yönlü ve kapsamlı saldırıyı geri püskürtmek ve zindanların ihanet ve teslimiyet yuvaları olmasını darbelemek, etkisiz hale getirmek topyekûn bir kararlı ve dirençli devrimci direnişi zorunlu ve gerekli kılıyordu. Faşist diktatörlüğün 19 Aralık 2000 cezaevleri operasyonuyla zindanlarda yeni bir dönem açılmıştı. Özgürlük tutsakları, Ya saldırılara karşı topyekûn direnecek ya da düşmana teslim olunacaktı.

Nitekim 19 Aralık 2000 cezaevleri faşist operasyonun ardında devrimci ve komunist tutsaklar kararlı bir devrimci direniş örerek, faşist diktatörlüğün zindanları teslim alarak ihanet yuvalarına dönüştürme planlarını karşı durdular. 19 Aralık operasyonuna karşı devrimcilerin kararlı direnişi ve bu direnişin F-Tipi hücre cezaevlerinde de artarak sürmesi, SAG ve Ölüm Orucu eylemlerinin görülmemiş cesaret ve coşkuyla devam etmesi ve yüzlerce devrimcinin bedenlerini ölüme ikircimsizce yatırması ve birer birer ölümü gülerek kucaklamaları, yüzlercesinin gazi olması dünya ve Türkiye devrim tarihinin sayfasına büyük başlıklı altın harflerle; büyük ölüm orucu direniş olarak kazındı. Bu soylu ve onurlu büyük ölüm orucu yürüyüşünde örgütümüz KP-İÖ'de ikircimsizce yer aldı.Faşist diktatörlüğün topyekun saldırısına karşı SAG ve ardında seçilmiş yoldaşlarla Ölüm Orucu eylemini katıldı ve bu zorlu mücadeleye gücü ve olanakları ölçüsünde katkı sunmaya ve faşist saldırı ve teslimiyeti geri püskürtmeye çalıştı.

Ölüm Orucu eylemine gönüllü ve seçilmiş yoldaşlardan iki grup olarak katılan örgütümüz, eylemi sonuna kadar taşıdı ve üzerine düşen görevleri en iyi bir şekilde yerine getirmeye çalıştı. Nitekim, bu soylu Ölüm Orucu yürüyüşümüzün ikinci ekibinde görev alan Ali Ekber Barış yoldaşı 18 Ekim 2001 tarihinde şehitler ordusuna kattık. Onlarca Ölüm Orucu savaşçısı gibi KP-İÖ'nün bir militanı olarak Ölüm Orucu eylemine devrimci coşku ve inançla katılan, aldığı görevin bilincinde olarak büyük bir sorumluluk duygusu içinde hareket eden Ali Ekber yoldaş, her zaman olduğu gibi, yine devrimin bir işçisi olarak üzerine almış olduğu devrimci görevini sonuna kadar götürerek ölüm orucunda ölümü kucaklayarak, kızıl bayrağı lekesizce yoldaşlarına devretmesini bildi.

Büyük Ölüm Orucu Direnişi'nin sıra neferi olarak kavgaya tutuşan ve bedenini ölüme yatıran Ali Ekber yoldaş, sessiz, sakin ama büyük bir inanç ve tutkuyla bağlı olduğu devrime ve örgütüne karşı sorumluluklarının bilinci içinde hareket etti. İnşanın ve başka örgütlerinde saflarında yönetici konumda bulunan insanların bir çoğu ölüm orucunun soğuk yüzüyle karşılaştıklarında, nasıl geriye savrulduklarına ve yoldaşlarına, davalarına ihanet ettiklerine yakınen tanıklık olduk. Ama genç, deneysiz ve tecrübesiz olmasına karşın, Ali Ekber yoldaş ölüm orucu eylemine, gönüllü ve bilinçli olarak katıldı ve eylemi sonununa kadar taşıyarak, devrime ve KP-İÖ'ye ne kadar içten bağlı olduğunu, faşizme karşı kin ve nefretle dolu olduğunu ortaya koydu. Aslında Ali Ekber Barış yoldaşın, başladığı işi sonuna kadar götürme ve hiç bir engele takılıp kalmadan devrime ve göreve kilitlenme komnist duruşu, onun örgüte ve davaya yüksek inancı ve güveni, işine ve görevlerine sıkıca, yüksek bir sorumluk bilinciyle bağlı olduğun gösteriyor.

Ali Ekber yoldaşın ölümü orucu direnişindeki göstermiş olduğu ölümü hiçe sayan fedakarlık yüklü ölüm orucu direnişiyle, şehit yoldaşlarına vermiş olduğu devrim sözüne bağlı kalarak, şehitler ordusuna katılan bu soylu ve onurlu direnişi, devrim ve sosyalizm için dövüşen emekçilere, devrimler ve yoldaşlara örnektir. Devrim ve sosyalizm davamız Ali Ekber yoldaş gibi yaşamlarını çekinmeden ortaya koyan feda yüklü komünist militanların omuzlarında zafere taşınacaktır. 122 devrimci ve komünistin ölümü kucakladığı ve yüzlercesinin gazi olduğu büyük ölüm orucu direnişi düşmanın teslimiyet ve ihanet dayatmasını boşa çıkardı.

Ölüm Orucu feda eylemcisi Ali Ekber Barış yoldaş, bir komnist gibi düşündü, öyle mücadele etti ve ölümü de aynı kararlıkla karşıladı.Yoldaş vasiyetine bağlı kaldı, az konuştu ve çok iş yaparak bizlere yürünmesi gereken devrimci yolu gösterdi. Bugün Ö.O direnişinde ölümü gülerek kucaklayan Ali Ekber yoldaşı 11.yılında anarken, onun bizlere bırakmış olduğu, KP-İÖ’yü devrimin öncü konumlarına yükseltme vasiyetine sıkıca bağlı kalarak, uğruna ölümü gülerek kucakladığı devrim ve sosyalizm mücadelesini ileriye taşıyıp, zafer yürüyüşünü hızlandırarak, yarım bıraktıklarını tamamlayacağımıza söz veriyoruz.

Ölüm Orucu şehidimiz Ali Ekber Barış yoldaş ölümsüzdür!
Yaşasın büyük ölüm orucu direnişimiz!
Tipi hücre, tecrit, izolasyon dayatmasına hayır!
Zindanlar yıkılacak, devrimci tutsaklar kazanacak!
Faşizmi devrimle ezeceğiz!
Yaşasın devrim ve sosyalizm mücadelemiz!