29 Kasım 2011 Salı

Seyit Rıza kimdir?

Seyit Rıza ne devletin deyimiyle “isyancı”, “derebeyi”, “toprak ağası”, “şaki” ne de Kürtçülerin deyimiyle “Kürdistan Dersim Generali” idi. O Kırmanciye’nin ruhani önderiydi. Dersim 38′in sembolüydü.

Seyit Rıza ne devletin deyimiyle “isyancı”, “derebeyi”, “toprak ağası”, “şaki” ne de Kürtçülerin deyimiyle “Kürdistan Dersim Generali” idi. O Kırmanciye’nin ruhani önderiydi. Dersim 38′in sembolüydü. Düşmanına boyun eğmedi, dar ağacına giderken ipini kendisi çekti. Düşmanı bile ölümü karşısında utandı. Zalimlerin yalanını yüzlerine çaldı asla teslim olmadı. O Evlad-ı Kerbela idi, masumdu…

11 Kasım 2011 Cuma

Çelik aldığı suyu unutmayacak...

90 gün güvenlik görevlilerinin elinde olan biri, bir gün babasına parçalanmış bir beden olarak verildi. Kaypakkaya’nın öldürüldüğü gün Türkiye’nin karanlık sayfalarından biri…

KASKETLİ FOTOĞRAF
Kaypakkaya’ya ait meşhur bir fotoğraf var. Meşhurluğu başka fotoğrafı olmamasından vs değil. Pekâlâ başka fotoğrafları var. Dahası, politik bir figür ile daha bir örtüşen fotoğrafları var. Birinde bir toplantıda konuşma yaparken, bir diğerinde, savcı karşısında umursamaz bir eda ile kollarını bağdaş yapmışken misal… Ama meşhur olan fotoğraf, şu kasketli fotoğrafı işte. Zihinde kalacak politik bir sembol söz konusu olduğunda, bir hayli ilginç de ondan. Politik semboller, kitlelerin usuna muhakkak politik bir mesaj verecek fotoğraflar ile girerler. Bu zaten propagandanın da bir parçasıdır. Kitlelere mal olmuş politik kişiler, kişilikleri ve eylemleri ile örtüşen, ama muhakkak bakışlarına sirayet etmiş fotoğrafları ile saklanır, anılırlar. İbrahim Kaypakkaya’nın o meşhur fotoğrafı ise, pek bu geleneğe uygun bir portre değil. Son iliklerine kadar düğmelenmiş ve fotoğrafa özel bir “mütevazılık” veren o gömlek ve hafifçe sağa yatırılmış o köylü kasketi arasındaki ifadeye bakınca, koca bir devletin, üzerine bilmem kaç bölük kolluk gücünü seferber ettiği bir yüze hiç mi hiç benzemiyor. İfade, masum ve hatta garip bir şekilde biraz muzip ve aslında bununla çelişecek şekilde dingin, rahatlatıcı çünkü. Dahası, o meşhur ifadenin Mona Lisa paradoksunu andırdığı dahi söylenebilir. Öyle ki, gülümsüyor mu, acı mı çekiyor, bir şey mi istiyor, yoksa bir hınzırlık mı planlıyor, anlamak güç. Ama bir şey var ki, o da, benzer konumdaki politik simgelerin toplumsal belleğe yerleşmiş ifadeleri ile ilgisi yok bu ifadenin. Hatta radikal bir politik kahramanın, taraftarlarının belleğine benzer bir yüz ifadesi ile girdiği başka bir örnek var mıdır, bilmiyorum. Bu konuda ezici bir çoğunlukla “sert” ifadeler tercih edilir çünkü.

Anısı mücadelemize rehber olsun!

Mustafa Suphi

Türkiye Komünist Partisi’nin ilk Merkez Komitesi başkanıdır. Suphi 1883 yılında o zamanın Trabzon vilayetine bağlı olan Giresun kazasında doğdu. İlköğrenimini Kudüs ve Şam’da, idadi (lise) öğrenimini Erzurum’da yaptı. 1905 yılında İstanbul Hukuk Mektebi’nden mezun olduktan sonra Paris’te Siyasal Bilgiler Okulu’nu bitirdi.

Fransa’da bulunduğu dönem, Mustafa Suphi’nin Jean Jaures, Celestin Bougle gibi isimler başta olmak üzere burjuva sosyolog olarak nitelendirilebilecek düşünürlerin etkisinde kaldığı yıllardır. Bu yıllarda Suphi’nin İttihatçılar’la yakın ilişki içerisinde olduğu biliniyor. O dönemki hükümetin gazetesi olan Tanin gazetesinin muhabirliğini yapar.


Paris’ten İstanbul’a dönüşü 1908 yılına, İkinci Meşrutiyet’in ilan edildiği günlere rastlar. Tanin, Servet-i Fünun ve Hak gazetelerine yazılar yazar; Ticaret Mekteb-i Alisi’nde, Darülmuallimin-i Aliye ve Mekteb-i Sultani'de hukuk ve iktisat dersleri verir.


İttihat ve Terakki Fırkası’nın 1911 yılındaki genel kongresine Anadolu delegesi olarak katılır. İttihatçılıktan kopuşu bu kongreden sonra başlar ve 1912 Ağustos'unda partiden tamamen ayrılır ve fırkaya muhalefet etmeye başlar. 1912 yılında Ahmet Ferit (Tek)'in başkanlığında kurulan ve kurucuları arasında Yusuf Akçura'nın da bulunduğu Millî Meşrutiyet Fırkası'nın kurucuları arasında yer alır. Suphi, muhaliflere karşı 1913 yılının sonlarında başlayan sürgün furyasından nasibini alır ve Sinop’a sürülür.


1914 yılının başlarında kendisini komünist düşünceyle tanıştıracak olan süreç, bir grup arkadaşı ile birlikte bir tekne ile Rusya’ya kaçmalarıyla başlar. Önce siyasi mülteci olan Mustafa Suphi, Birinci Dünya Savaşı’nın başlaması ile birlikte Osmanlı tebasından olduğu için sürgüne gönderilir. Sürgün yıllarında Türk kökenli çeşitli devrimcilerle ve Bolşevikler’le tanışır. Doğu cephesinde esir düşerek Rusya içlerine sürgüne gönderilen Anadolulu askerler arasında çalışma yürütür. Suphi’nin Bolşevik düşüncelerle tanışıp devrimci bir çalışma yürütmeye başlaması 1914-15 yıllarına denk düşer.


Ekim Devrimi’nden sonra Moskova’ya gider. Halk Komiseri Josef Stalin'in yardımcılarından Mir Seyyit Sultan Galiyev'in sekreterliğini üstlenir. Bu dönemde daha çok Kırım ve Odessa’daki, Rusya kökenli ya da savaş esiri Türkler arasında çalışma yürütür. Kızılordu içinde örgütlenen Türk savaş esirlerinden bir birlik ile Rus İç Savaşı'na katılır.


Gerçek anlamda Anadolu’ya yönelik çalışmaya başlaması Mayıs 1920’de Bakü’ye gelmesi ile olmuştur. Bu dönemin zirvesi 10 Eylül 1920’de 15 bölgeden gelen 75 delege ile Türkiye Komünist Partisi'nin kurulmasıdır.


Mustafa Suphi aynı dönemde hem Komintern’in ikinci kongresinde iki Türk delegeden biri olmuş, hem de Bakü Doğu Halkları Kurultayı’nın başkanlık divanında yer almıştır. Sovyet hükümeti tarafından güvenilen ve Anadolu’daki komünist hareketin gelecekteki lideri olarak görülen Suphi, partinin aldığı karar doğrultusunda Anadolu’ya geçme ve Türkiye'deki komünist harekete yön verme kararını alır. Bu kapsamda işgale karşı Anadolu'da savaşmak üzere Sovyetler Birliği'nde bulunan Türk askerlerden bir Bolşevik Tabur oluşturulur ve Anadolu'dakiKuvayı Milliye hareketi komutanlığının emrine verilir. Ancak bu birliğin beraber savaşması mümkün olmayacak ve askerler değişik birliklere dağıtılacaktır. 1921 yılının Ocak ayında BMM'nin çağrılısı olarak Ankara’ya doğru yola çıkan Suphi ve arkadaşlarının Türkiye'de siyasi kargaşa çıkartmak istediğinden şüphelenen TBMM ve Doğu Cephesi Komutanlığı kendilerine koruma vermeyerek, Kars ve Erzurum’da linç girişimlerine uğramalarına lakayt kalırlar. Bazı iddialara göre 1921 yılının 28 Ocağı'nı 29'a bağlayan gecesi 14 yoldaşı ile birlikte Trabzon'dan Sovyetler'e geri gönderilmek için bindirildikleri teknede Kayıkçılar Kahyası Yahya Kahya tarafından öldürüldüler.


Başka kaynaklara göre Mustafa Suphi Enver Paşa'nın Moskova'daki siyasi aktivitelerinden haberdardı ve Enver Paşa'nın Türk Ulusal Hareketi'nin yenilgiye uğramasından sonra Bolşeviklerikullanarak Türkiye'deki otoriteyi ele geçirme planını biliyordu. Enver Paşa Suphi'nin bu gizli planını ifşa etmesinden endişe ettiği için Trabzon uyruklu Enver Paşa taraftarları tarafından öldürüldü.