31 Ocak 2020 Cuma

Stalin: Söylence ve Gerçeklik - William B. Bland

Komünist Liga - Britanya- Haftasonu Okulunda Verilen Konferans - 1977

Giriş
Bildiğiniz gibi Komünist Liga, Sovyetler Birliği tarihinin tümünü kapsayan bir dizi rapor yayımlama süreci içindedir ve bu raporlar, Sovyet Komünist Partisi’nin Genel Sekreteri makamını elinde tuttuğu uzun dönem boyunca Stalin’in oynadığı rolü tam olarak açıklığa kavuşturacaktır.

Ne var ki, yoldaşlar Stalin’in rolüne ilişkin bu konferansın verilmesini istediler. Bununla birlikte, bunun, ancak araştırma programının bu bölümünün bitirilmesine kadar geçerli olabilecek eğreti ve geçici bir analiz olacağını takdir edersiniz.

Başlarken, Komünist Liga’nın Stalin’in rolünü birinci derecede önemli bir sorun olarak görmediğini söylemeliyim.

Stalin’in Sovyetler birliği Komünist Partisi’nin (SBKP) Genel Sekreteri olduğu dönem içinde -1922’den öldüğü 1953’e kadar- hem SBKP içinde hem de (1943’de dağıtılmasına kadar) Komünist Enternasyonal içinde bazı suç derekesinde hatalı politikalar izlendiğine şüphe yoktur. Bu politikaların yanlışlığını kabul etmemiz, onlardan gereken dersleri çıkarmamız ve bu dersleri Britanya’da sosyalist devrimin zaferi programıyla kaynaştırmamız, yaşamsal önem taşımaktadır.

Fakat belirli bir bireyin -bu Stalin’inki gibi son derece önemli bir rol olsa bile- SBKP’nin -doğru ya da hatalı- politikalarındaki rolü, bizce birinci derecede önemli bir sorun değildir.

Gene de, kendilerini Marksizm-Leninizm’e sadik sayanlar ve revizyonist eğilimlere karşı çıkanlar arasında bile öylesine büyük bir kafa karışıklığı var ki, yoldaşların, araştırmamız bunu olanaklı kıldığı ölçüde Stalin’in rolünün kabataslak bir çiziminin sunulmasını istemeleri anlaşılabilir bir şeydir.

“Kana susamış diktatör” söylencesi
Jozef Stalin’in adinin dünyadaki insanların büyük çoğunluğuna “kibirli, paranoyak, kana susamış diktatör” imgesini çağrıştırdığını söylemek, sanırım haksızlık olmayacaktır.

İngiltere tarihinde buna en yakın tarihsel figür, belki de III. Richard’dır. Okullarda okutulan tarih kitaplarından ve Şekspir’in anlattıklarından “öğrendiğimize” göre, III. Richard küçük prensleri kulelerde öldüren kambur bir canavar vb. idi.

Bu imgenin kaynaklandığı döneme ilişkin belgelerin hemen hemen tümünün Henry Tudor’un Richard’ı devirmesini ve yeni bir hanedan kurmasını izleyen yıllara ait olduğunu bazı tarihçiler daha son birkaç yılda fark ettiler. Bu tarihçiler Tudorların, iktidarı ele geçirmelerini “bir zorbadan kurtulma” olarak sunmakta çıkarları olduğunu ve son zamanlara kadar hakiki tarih olarak kabul edilenin aslında siyasal propagandadan başka bir şey olmadığını, III. Richard’ın kendisine atfedilen suçları işlediğini ve onun diğer krallardan daha kötü ve sakat olduğunu gösteren hiçbir kani bulunmadığını kabul ettiler.

Demek ki, eğer Stalin’in rolünü objektif bir tarzda değerlendireceksek, genel olarak kabul gören tablonun dayandığı kanıtları çok dikkatli bir biçimde gözden geçirmeli ve bu tablonun hakikate uygun olup olmadığına, kısmen ya da tamamen siyasal propagandaya dayalı bir söylence olup olmadığına ondan sonra karar vermeliyiz.

Bu bağlamda, bu imgeyi ayakta tutmuş ve tutmakta olan ögelerin hepsinin de -burjuva tarihçileri, “sosyalizme barışçı parlamenter yoldan geçiş”i savunan revizyonist komünist partilerinin liderleri, tek ülkede sosyalizmin inşası olanağını reddeden Trotskistler- Stalin’in dayandığı siyasal ilkelere karşı olduğunu unutmamalıyız.

Bilimsel sosyalistler, Marksist-Leninistler olarak bizim, eğer gerçekten işlenmişse, herhangi bir bireyin suçlarının üstünü örtmekte en küçük bir çıkarımız olmadığı tartışma götürmez.

Ama eğer sosyalizmin inşasını olanaklı kılacak doğru, bilimsel bir programa sahip bir Marksist-Leninist parti kurmak istiyorsak, sosyalist bir toplumun inşa edilmiş ve simdi yıkılmış olduğu Sovyetler Birliği’nde gerçekte neler olmuş olduğunu bilmek ve anlamak zorundayız. Böyle bir program, ancak hakikati esas alarak oluşturulabilir.

Sovyetler Birliği’nin tarihine ilişkin tüm olguları bilemeyeceğimiz açıktır. Fakat bazı olguları biliyoruz ve genel olarak kabul gören Stalin tablosu bu bilinen olgulara uymadığı takdirde, bu tabloyu reddetmek zorunda kalacağımız açıktır.

Hemen göze çarpan bir mantıksal çelişmeyle karşı karşıyayız.

Stalin’in, en azından yüz binlerce dürüst sosyalist-zihniyetli yurttaşın öldürülmesi ve hapsedilmesinden sorumlu olduğu ileri sürülmektedir; eğer bu sav doğruysa, ülkede bir üyesi, dostu ya da komsusu Stalin’in “keyfi zorbalığının kurbanı” olmayan tek bir ailenin bile bulunmaması gerekir. Ne var ki, Sovyet emekçi halkının genel kitlesinin Stalin’in ölümünü derin ve içten bir üzüntüyle karşıladığı da bir gerçektir. Öyle ki, ardılları ancak ölümünden üç yıl sonra onun sözde “suçları”na karşı, saldırıya geçebildiler. Onu bile, ancak metni Sovyetler Birliği’nde bugüne kadar henüz yayımlanmamış bir gizli konuşma biçiminde yapabildiler.

“Kişiye tapınma”
SBKP’nin, Stalin’in ölümünden üç yıl sonra 1956’da toplanan 20. Kongresi’nde O’na kamu önünde yapılan tek eleştiri, “kişiye tapınma”da dile getirilen eleştiridir.

Yaşadığı dönemde, Stalin’in çevresinde bir “kişiye tapınma”nın inşa edilmiş olduğu doğrudur ve Marksist-Leninistler böylesi bir tapınmanın ilkesel olarak yanlış olduğunu söyleyenlerin başında gelirler.

Krusçov böylesi bir “kişiye tapınma”nın inşa edilmesini, Stalin’in sözde “kibirliliği”yle açıklamaktadır.

Ancak başkaları tarafından övüldüklerinde mutlu olan kibirli kişiler, çok dar kafalı kişilerdir. Stalin’in bir devrimci olarak yaşamı, diğer özellikleri bir yana, onun asla dar kafalı olmadığını gösteren kanıtlarla dolup taştığına göre, burada gene bir mantıksal çelişmeyle karşı karşıyayız.

Peki, kendi çevresinde inşa edilen “kişiye tapınma” karşısında Stalin’in kendisinin açıkça dile getirdiği tutumu neydi? O, bunu yeniden ve yeniden mahkum etti, lanetledi ve alaya aldı. Stalin’in “tapınma”ya karşı çıktığı çok sayıdaki yazı ve konuşmaları arasında yer alan bir mektuptan bir alıntı sunuyorum. Bu mektup, Şubat 1938’de, kendisine Stalin’in Çocukluğuna İlişkin Öyküler adli kitabin taslağını gönderen Çocuk Yayımevi’ne hitaben yazılmıştı:

“Ben Stalin’in Çocukluğuna İlişkin Öyküler’in yayımlanmasına şiddetle itiraz ediyorum. Bu kitap çok sayıda maddi çarpıtmalar, yalanlar, abartmalar ve hak edilmemiş övgülerle dolu. Yazar, peri masallarına meraklı olanlar tarafından yanlış yönlendirilmiş... Ama asil önemli olan bu değil. Asil önemli olan, bu kitabin Sovyet halkına (ve genel olarak halka) liderlerin ve yanılmaz kahramanların kişiliklerine tapınma eğilimini aşılamasıdır. Bu, tehlikeli ve zararlıdır. ‘Kahramanlar ve güruh’ teorisi Bolşeviklere değil, Sosyalist-Devrimcilere özgüdür... Size bu kitabi çöpe atmanızı tavsiye ederim.”

Aslında revizyonistler de, Stalin’in kamu önünde “kişiye tapınma”ya sistemli bir biçimde karsı çıktığını kabul etmek zorunda kalmışlardır. Onlar, “tapınma”nın buna rağmen sürmesini, Stalin’in sözde “ikiyüzlülüğü”ne bağlamakta ve onun “tapınma”yı el altından “teşvik ettiği”ni ileri sürmektedirler.

Peki, ama Stalin’in mide bulandırıcı bir biçimde yüceltilmesi kimlerden kaynaklanıyordu? “Tapınma”nın kurucusu, 1937’deki açık yargılamasında ihanetini itiraf eden Karl Radek idi. “Tapınma”nın en ateşli ve tumturaklı savunucularından biri de, 1956’da “tapınma”yı lanetlemede bas rolü oynamakla görevlendirilen Nikita Krusçov’du. Tabii, “tapınma”nın bir tür moda haline gelmesinden sonra birçok dürüst komünist te bu akıma ayak uydurdu; fakat örneğin Viyaçeslav Molotov’un konuşmalarında Krusçov’un, Stalin’in sağlığında yaptığı konuşmalarda tipik olanın tersine, Stalin’e aşırı övgüler görülmez.

Bu bağlamda, Stalin’in Lion Feuchtwanger’e yaptığı, “kişiye tapınma”nın, ilerde kendisinin saygınlığını lekelemek için “yıkıcılar” tarafından kasıtlı olarak teşvik edildiği yolundaki zekice gözlemi son derece ilginçtir. Yaşanmış olan tam da budur. Ve eğer Stalin bu durumun farkında idiyse, o zaman onun kamu önünde “kişiye tapınma”ya karşı çıkışının bütünüyle içtenlikli olduğu dışındaki bir alternatif açıklama hemen hemen olanaksız hale gelir.

Dolayısıyla olgular, Stalin’in “tapınma”ya karşı çıkısında bütünüyle içtenlikli olduğu, ancak onun sürdürülmesini engelleyemediği vargısını dayatmaktadır!

Ama eğer bu kaçınılmaz vargı doğru ise, bu vargıdan -pek çok insan içtenlikle öyle olduğuna inansa da- “diktatör” Stalin tablosunun bütünüyle bir söylence olduğu mantıksal sonucu çıkar. Bundan, Stalin ile siyasal olarak onu destekleyenlerin uzun bir dönem boyunca SBKP’nin yönetici organlarında azınlıkta ve onun siyasal muhaliflerinin ise çoğunlukta oldukları mantıksal sonucu çıkar. Bundan, “kişiye tapınma”nın Stalin’in çevresinde, onun muhalefetine rağmen, gerçek durumu gözlerden saklamak, Stalin’in devrimci prestijini, bir yandan onun karşı çıkmış olabileceği politikaları meşru göstermek, bir yandan da ilerde onun saygınlığını lekelemek için inşa edildiği mantıksal sonucu çıkar.

Kremlin tutsağı
Stalin’i, SBKP liderliği içindeki gizli revizyonist çoğunluğun “tutsağı” olarak resmeden bu alışılmamış tabloyu ele alırken su noktanın akılda tutulması gerekir: Marksist-Leninistlerin, isçi sınıfının genelkurmayı olan Marksist-Leninist Partinin -bir özelliğinin de çoğunluk kararlarının hem azınlık ve (Genel Sekreter de içinde olmak üzere) hem de tekil üyeler için bağlayıcı nitelik taşıması olduğu demokratik merkezselcilik örgütsel kuralı aracılığıyla oluşturulan- bir politika birliğine dayanmasının zorunlu olduğu ilkesine sımsıkı bağlı oldukları anımsanmalıdır.

Kuskusuz, bir Marksist-Leninist, ancak Parti esas olarak Marksizm-Leninizm’i ve isçi sınıfının çıkarlarını temel almaya devam ettiği sürece kendisini demokratik merkezselcilik ilkelerine bağlı sayar. Bu bağlamda, SBKP’nin Stalin’in sağlığında, O’nun ölümünden sonra aldığı -şimdi Sovyetler Birliği’nde kapitalist ekonomik sistemin restorasyonuna yol açmış olan- türden önlemler almamış olması anlamlıdır. SBKP’nin, Stalin’in sağlığında siyasal bakımdan yanlış ve yeni bir devlet kapitalistleri sınıfının doğmasının temellerini atan kararlar da aldığı doğrudur. Ama bu kararlar, onun ölümünden sonra alınan kararlardan nitelik olarak farklıydı; bu kararlar bir Marksist-Leninist’in koşulsuz olarak, “artık SBKP Marksist-Leninist bir parti değil, revizyonist bir parti olduğu için bu durum beni demokratik merkezselciligi tanımamak ve kamu önünde bu partinin politikalarını mahkum etmek zorunda bırakıyor” demesine yol açacak nitelikte değildi.

SBKP Merkez Komitesi Politbürosu’nun bileşimine bakacak olursak 1934’ten sonraki dönemin geneli itibariyle, onun üyelerinin çoğunluğunun daha sonra revizyonist olduklarının açığa çıktığını görürüz. Tabii, bu kişilerin o dönemde Stalin’in gerçek bağlaşıkları oldukları, ancak onun ölümünden sonra onun siyasal karşıtları haline geldikleri de söylenebilir. Ama onların Stalin’e, çoktandır siyasal bakımdan muhalif olmuş olduklarını, ama bunu kamu önünde söylemeyi uygun görmediklerini kendi anlatımlarından biliyoruz.

Stalin’in uzun bir süre boyunca gizli-revizyonist çoğunluğun tutsağı olduğu yolundaki görüsün en çarpıcı kanıtını, Ocak 1934’te toplanan SBKP 17. Kongresi’nin olguları sunmaktadır. Görünüşte bu kongrede, Genel Sekreterin çevresinde tam bir oybirliği vardı. Daha önceki kongrelerin hiçbirinde bu kadar çok sayıda konuşmaca “deha”sından ötürü Stalin’i övmemişti. Açık muhalefet grupları hatalarını kabul etmiş, hiziplerini dağıtmaya söz vermiş ve Stalin’i ölçüsüz bir övgü yağmuruna tutanlara katılmışlardı. Ama kongrede, 100’den fazla üyesi olan yeni Merkez Komitesi için seçimler yapıldığında, adaylar arasında en az oyu alan Stalin oldu.

SBKP’nin, 1956’dan değil, 1934 gibi erken bir tarihten itibaren (o sıralar gizli) revizyonistlerin egemenliği altında bulunduğu hipotezini doğrulamak için yeterli kanıt bulunduğu açıktır.

İşin aslına bakılırsa, ancak bu hipotez Sovyetler Birliği’nde yaşanan olayların mantıklı bir açıklamasını sunmaktadır.

Aşırı ücret farklılıkları
Örneğin, Lenin ve Stalin kamu önündeki tutumlarını her zaman, sosyalizm koşullarında isçilere yapılan ödemelerin isin nicelik ve niteliğine göre belirlenmesi, ancak ücret farklılıklarının kesinlikle sınırlanması ilkesine dayandırmışlardı. 1930’lara kadar bu ilkeye sıkıca uyulmuştu.

Bu tutumu değiştirme kampanyası, bazı fabrika yöneticileri ve sendika görevlilerinin bir dizi sektörde tüm isçiler için ücret eşitliğine gidilmesi uygulamasına gitmeleriyle başlatıldı. Stalin Haziran 1931’de ücretlerin eşitlenmesini haklı olarak mahkûm etti.

1934’ten itibaren, SBKP’nin yönetici organlarındaki revizyonist çoğunluk bundan yola çıkarak, yani Stalin’in ücretlerin eşitlenmesini kınamasına ikiyüzlü bir tarzda göndermede bulunarak, giderek daha fazla büyüyen bir ücret farklılaşması süreci başlattı. Sonunda yüksek bir devlet görevlisi bir isçinin kazandığının 40 katından fazlasını kazanır oldu; şoförünün sürdüğü ve hafta sonunda ailesini daça’sına götürmek için kullandığı arabası edimsel olarak onun özel mülkü haline geldi. Bir fabrika yöneticisi, aylık ve primleriyle birlikte, fabrikasında çalışan isçinin ücretinin 30 katına kadar para kazanır oldu. Ve daha önce olduğu gibi, Parti üyeliği onuru nedeniyle malî bakımdan cezalandırılmak yerine SBKP üyeleri -ortalamanın üzerinde personelin çalışmasından ötürü kuyruğa girmenin gerekli olmadığı ve kamuya açık mağazalarda bulunmayan ürünlerin bulunduğu özel mağazalardan yararlanma gibi- her türlü ayrıcalığa sahip oldular.

Bu aşırı farklılıklar, toplumsal sistemin sosyalist niteliğini ortadan kaldırmadı. Fakat onlar, yüksek ayrıcalıklara sahip bir emekçi halk katmanının -Stalin’in ölümünden sonra revizyonizmi ve kapitalist ilkeleri hevesle benimseyen bir katmanın- oluşmasının ve sonunda yeni bir devlet kapitalistleri sömürücü sınıfının ortaya çıkmasının temellerini attı.

Eğer Stalin, aşırı ücret farklılıkları konusunda fikrini değiştirmiş olsaydı, O’nun bunu dile getirmesi beklenirdi. Ancak ben, Stalin’in böyle bir açıklama yaptığına ilişkin hiçbir kayda rastlamadım. Öte yandan, bu politikaya karşı muhalefetini sürdürmesi ve çoğunluğun kararının kendisini de bağlaması halinde, onun kamu önünde bir açıklama yapmaması ve muhalefetini Parti organları içinde dile getirmekle yetinmesi nesnelerin doğası gereğiydi.

Böylelikle, “kişiye tapınma”nın, partinin demokratik merkezselciligiyle yan yana bulunması, Stalin’in son derece büyük ücret farklılıkları politikasını desteklediği, hatta kendisinin ücretlerde eşitlikçiliğe karşı çıktığı göz önüne alındığında, O’nun bu politikanın mimari olduğunun ima edilmesini olanaklı kıldı.

Komünist enternasyonal içindeki durum
Hipotezimize Komünist Enternasyonal bağlamında göz atalım.

Çizilen tipik komintern tablosu bu örgütün, “Stalin’in denetiminde” bir alet olduğu ve onun politikalarının üç aşağı beş yukarı Stalin’in kavrayışına bağlı olarak sağa sola yalpaladığı biçimindedir.

Fakat bu tablo, bilinen olgularla uyuşmamaktadır.

Örneğin, Komünist Enternasyonal’in 1922’de toplanan 4. Kongresi sırasında, Lenin’in sağlığı daha o zaman o kadar kötüydü ki, kongrede esas rolü Trotski oynamıştı. Komünist Enternasyonal’e, -Komünist Partiden, sosyal-demokrat partiden ve kitlesel sendikalardan alınacak bakanlardan oluşacak ve daha sonra isçileri silahlandıracak, sermayenin iktidarını yıkacak, üretim araçları üzerinde isçilerin denetimini kuracak ve kapitalist devleti bir isçi devletine dönüştürecek- sözde “isçi hükümetleri” kurmak için çalışma revizyonist çizgisini, iste bu kongre dayatmıştı.

Stalin’in müdahalesi ilk kez Komünist Enternasyonal’in 1924’te toplanan 5. Kongresi’nde oldu; bir önceki kongrenin -sosyalizme parlamenter yoldan geçiş yanılsamasını besleyen- revizyonist çizgisinin reddi ve kapitalist devletin devrimci yoldan yıkılması için isçilerin seferber edilmesi doğrultusunda çalışma biçimindeki doğru Marksist-Leninist çizginin kabulü, esas olarak Stalin’in inisiyatifiyle gerçekleştirildi.

Bunu izleyen dört yıllık sürede Stalin’in Komintern’in çalışmalarında önde gelen bir rol oynadığı kuskusuzdur; O’nun bu döneme ilişkin “Yapıtları” Komintern’in gündemine ilişkin çok sayıda konuşma içermektedir. Fakat Komintern’in 1928’de toplanan 6. Kongresi, bir dizi önemli sorunda Stalin’in şiddetle karşı çıktığı bir çizgi benimsedi; daha sonraki birkaç yıl boyunca Komünist Enternasyonal, uluslararası harekete -özellikle Komünist Enternasyonal’in Almanya Komünist Partisi’ne dayattığı çizginin, büyümekte olan fasizm tehlikesine karşı birleşik bir cephe inşa etme kilit görevini edimsel olarak baltaladığı Almanya basta gelmek üzere- giderek daha fazla zarar veren ve zaman içinde daha da derinleşen “solcu” bir rotaya girdi. Fakat, 1928’den sonra artık, Stalin’in Komintern gündemine ilişkin konuşmalarına rastlanmaz; Stalin, Komintern’in yönetici organı olan Siyasal Sekretaryaya seçilmemişti. Komünist Enternasyonal’in denetimi, başını Dmitri Manuilski ile Georgi Dimitrov’un çektiği bir gizli revizyonistler grubunun eline geçmişti.

Bir başka deyişle, komintern, Stalin’in bu örgütteki edimsel etkisinin ortadan kaldırılmasından sonra Komünist Partilerine 1929-34 döneminin “solcu” taktiklerini; yani, komünistlerin, ayrı ve küçük “kızıl” sendikalar kurmak üzere kitlesel sendikalardan ayrılması gerektiği, burjuva demokrasisi ile faşizm arasında esasa ilişkin hiçbir fark olmadığı, Almanya’da isçi sınıfının bas düşmanının faşizm değil de sosyal-demokrasi olduğu türünden -Almanya’da faşizmin zaferinde önemli bir rol oynayan- taktikleri dayattı.

Ve Komünist Enternasyonal’in 1935’de revizyonistlerin önderliğinde toplanan 7. Kongresi, 1922’de Trotski’nin inisiyatifiyle kabul edilen sağ revizyonizme, yani “parlamenter demokrasi” yoluyla, sözde seçimle işbaşına gelecek ve sermayenin iktidarı içinde devrimci gedikler açabilecek, üretim üzerinde isçi denetimi kurabilecek ve kapitalist devleti bir isçi devletine dönüştürebilecek olan Halk Cephesi hükümetlerinin kurulması çizgisine geri döndü.

Tabii, 1935’e gelindiğinde Stalin’in Marksist-Leninist ilkelerden koptuğu ileri sürülebilir. Ama, Stalin’e bu çizgiyi kamu önünde onaylatmak, Komünist Enternasyonal’in 7. (ve son) Kongresi’nin revizyonist çizgisinin savunucularına sadece yarar sağlardı. Böylesi bir onamanın asla gerçekleşmemiş olması, Stalin’in bu çizgiye kişisel muhalefetinin güçlü bir dolaylı kanıtını oluşturur.

SBKP içindeki açık muhalefet
Simdi Sovyetler Birliği’nin kendisine dönebiliriz.

Hem Lenin hem de Stalin, isçi sınıfının siyasal iktidarını kurmasından ve sosyalist bir toplumun inşasına girişmesinden sonra sınıf savaşımının süreceğinin her zaman altını çizdiler. Revizyonistler Stalin’i, bir yandan bunun böyle olduğunu ileri sürmek, bir yandan da kapitalist sınıfının ortadan kaldırılmış olduğunu söylemek suretiyle “kendi kendisiyle çeliştiğini” belirterek eleştirmeye bayılırlar.

Evet, belli başlı üretim araçları toplumsallaştırıldığında kapitalist sınıf, emekçi halkı sömüren üretim araçları sahibi sınıf ortadan kaldırılmış olacaktır. Ancak, bu eski sınıfın mensupları, çoğunlukla var olmaya devam ederler; parasal biriktirimleri tükendiğinde çalışmak ve isçi sınıfının bir parçası haline gelmek zorunda kalabilirler. Ama onlar bundan ötürü, kaçınılmaz olarak isçi sınıfının bakış açısını benimsemezler. Onlar, eski sistem koşullarında sahip oldukları mülk ve statüyü yeniden ele geçirmenin özlemiyle yanıp tutuşur ve kendilerinden “çalınan” şeyleri geri alabilmek için doğal olarak bir araya gelir ve komplolar kurar, ama bu arada, bütün bunları açgözlülük ve bencillik gibi motiflerle değil, “özgürlük”, “demokrasi” ve “uygarlık” yararına yaptıklarına inanırlar.

Asil mülksüzleştirilen kapitalistlerin ölümüyle de bu siyasal muhalefet sona ermez. Onlar bakış açılarını kendi çocuklarına ve çocuklarının çocuklarına aktarabilmekte, onlara ailenin bir köşkünün ve hizmetçilerinin olduğu “o eski güzel günler”e özlem duymayı ve o günleri geri getirmek için çalışmayı öğretebilmektedirler.

Sovyet yönetiminin ilk günlerinde bu karşı-devrimci siyasal muhalefet, mensuplarının kapitalist ülkelerin çoğunun yabancı müdahale ordularının yardımını aldığı silahlı iç savaş biçimini aldı. Bu muhalefet ayni zamanda, Sovyet iktidarını çökertmek amacıyla karşı-devrimi destekledikleri için bastırılmalarına kadar geçen süre içinde, Kadetler, Menşevikler vb. pro-kapitalist siyasal partilerin siyasal muhalefeti biçimine büründü.

Burjuva partilerinin bastırılması nedeniyle, Komünist Partisi’nin biricik yasal parti haline gelmesini izleyen dönemde, Sovyet yönetimine karşı Komünist Partisi içindeki muhalefet hiziplerinin yürüttüğü siyasal muhalefet açık bir biçime bürünmeye devam etmekteydi. Tabii, parti içindeki bu siyasal muhalefetlerin biçimi, anti-Bolşevik partilerin muhalefetlerininkinden farklıydı; bu muhalefetler kendilerini “sosyalist” ve “Marksist” olarak gösteriyor ve hatta Lenin ve Stalin’den daha iyi Marksist olduklarını ileri sürüyorlardı. Ama birbirini izleyen her durumda Lenin ve Stalin’e muhalefetlerinde ortaya koydukları siyasal çizgi, yasama geçirilmesi halinde sosyalizmin inşasını sekteye uğratacak nitelikteydi.

Elbette, Rusya Komünist Partisi içindeki bu hizip muhalefetini yürütenler, büyük çoğunluğuna parti üyeliğinin kapalı olduğu eski-kapitalistler değildi. Fakat her Marksist-Leninist Partide, isçi sınıfının bakış açısına sahip üye kitlesi dışında, partiye küçük-burjuva bakış açısını -yani esas olarak burjuva nitelik taşıyan bir bakış açısını- getiren ve muhafaza eden belli sayıda üyeler de bulunur. Öte yandan, kasıtlı olarak onu çökertmek amacıyla bu partilere az sayıda gizli ajan da kaçınılmaz olarak sızacaktır: küçük-burjuva bakış açısına sahip parti üyeleri ise bu ajanların, üzerinde faaliyet gösterdiği zemini sağlarlar.

Dolayısıyla, Marksist-Leninist bir parti içindeki hizip savaşımları aslında, isçi sınıfıyla kapitalist (ya da eski-kapitalist) sınıf arasındaki sınıf savaşımının bir yansımasından başka bir şey değildirler.

Örneğin, 1920’lerde SBKP içindeki muhalefetin çizgisinin kilit noktalarından biri, tek ülkede sosyalizmin inşası olanaksız olduğu için Sovyet hükümetinin “uluslararası devrimci görevi”ni, Kızıl Ordu’yu, isçilerin kapitalizmi yıkmalarına “yardımcı olmak” üzere Batı Avrupa’ya göndermek suretiyle yerine getirmesi gerektiği biçimindeydi.

Uygulamaya konulması halinde, Sovyet Rusya’da isçi sınıfı iktidarının yıkılmasından basak bir sonuç veremeyecek olan bu suç derekesindeki hatalı politikaya karşı saldırıyı yöneten ve onun partinin ezici çoğunluğu tarafından reddedilmesini sağlayan Stalin oldu.

“Komplocu ve terörist bir örgüt”
Bu yenilgi ve önde gelen muhalefet lideri Leon Trotski’nin Sovyetler Birliği’nden kovulması, geriye kalan muhalefet üyelerini, Stalin’in çevresindeki önderliğin politikalarına karşı cepheden muhalefetin, yakın gelecekte başarılı olma şansının bulunmadığını kabul etmek zorunda bıraktı. Bu yüzden onlar taktiklerini değiştirdiler; açıkça muhalefet yürütmekten vazgeçtiler; eski hatalarını mahkum ettiler ve her türlü hizip çalışmasını durduracaklarına söz verdiler. Kurulusundan bu yana, Komünist Partisi’nde ilk kez siyasal oy birliği sağlanmış gözüküyordu.

Muhalefet, yeni taktikleri uyarınca üyelerini Parti ve devlet aygıtı içinde önde gelen ve etkili makamlara yerleştirmeye ve izlemek istedikleri revizyonist siyasal çizginin uzlaşmaz karşıtları saydıkları Parti üyelerini terörizm yöntemleriyle ortadan kaldırmaya girişti. Siyasal muhalefet, Stalin’in anlatımıyla, “komplocu ve terörist bir örgüt” haline geldi.

İstisnasız bütün devletlerde güvenlik polisi, devlet aygıtının önemli bir ögesini oluşturur. Bu bakımdan, muhalefetin komplo planlarının kilit noktalarından biri, güvenlik polisinin denetimini ele geçirmekti.

Sovyet güvenlik polisinin başı Viyaçeslav Menjinski 1934’te öldü ve yerini eski yardımcısı Henrikh Yagoda aldı. 1938’de ihanet suçlamasıyla yargılanması sırasında Yagoda, bir süredir gizli komplonun bir parçası olduğunu ve Menjinski’nin, doğal nedenlere bağlı olarak gerçekleşmiş gibi gösterilerek öldürülmesini düzenlediğini itiraf etti.

Bunu (yani 1934’ü - G. A.) izleyen dört yıllık süre içinde NKVD ilk basta, onu esas olarak kendi üyelerinin komplosuna katılanları korumak için kullanan muhalefetin elindeydi. Bu arada, muhalefet, uzlaşmaz karşıtları saydıkları parti ve devlet liderlerine karşı kapsamlı bir cinayet kampanyasına girişmişti. Bu cinayetler için seçilen ana yöntem, adı geçen yöneticilere eşlik eden doktorların -yani ya zaten muhalefet komplosunun üyeleri olan ya da baskı ya da şantaj yoluyla bu komploya hizmet etmeye zorlanan tip görevlilerinin- kullanılmasıydı. Bir lider hastalandığında doktor çağrılıyor, yanlış tedavi uygulanıyor ve hasta ölüyor, ardından doktor hastanın doğal nedenlerle öldüğü yolunda bir ölüm sertifikası imzalıyordu. Muhalefet liderleri ise ölünün ardından gazetelere derin üzüntülerini anlatan abartılı taziye mesajları gönderiyorlardı.

Bu yolla ortadan kaldırılan önemli liderler arasında (Menjinski’nin dışında) Valeryen Kuybisev (Yüksek Ekonomi Konseyi Başkanı ve Parti Politbüro üyesi) ve yazar Maksim Gorki de vardı.

Artık Politbüro’da azınlığa düşmüş olan Stalin, (muhalefetin bu atağına - G. A.) Parti Genel Sekreteri sıfatıyla sahip olduğu sinirli iktidarı kullanarak, kişisel güvenlik birimini yeni bastan örgütlemek ve onu, kendi denetimi ve Aleksandr Poskrebisev’in yönetimi altında bir istihbarat örgütüne dönüştürmek suretiyle yanıt verdi.

Daha sonra, Aralık 1934’de Sergey Kirov (Leningrad Parti Sekreteri ve Parti Politbüro üyesi), muhalefetin önde gelen üyelerinden olan -ve Ekim devriminin kararlaştırılan tarihini kapitalist basına açıklamış olmalarıyla tanınan- Grigori Zinovyev ile Lev Kamenev’in dostu Leonid Nikolayev adli birisi tarafından vurularak öldürüldü. Basında Yagoda’nin bulundugu NKVD, Kirov cinayetinden ötürü bir dizi eski aristokratı komplo düzenleme savıyla tutukladı.

Ancak Stalin’in istihbarat örgütü, O’nun kişisel denetimi altında, Kirov cinayetini bağımsız bir biçimde soruşturdu. Bu örgüt Nikolayev’in, başını Zinovyev ile Kamenev’in çektiği Leningrad’daki muhalefet çevresine üye olduğunu, Nikolayev’in cinayetten birkaç gün önce üzerinde bir tabanca ve Kirov’un bürosuna gidiş ve gelişinde kullandığı yolu gösteren bir harita olduğu halde NKVD tarafından yakalandığını ve ardından serbest bırakıldığını ortaya çıkardı. Genel Sekreterin istihbarat örgütünün hazırladığı rapor üzerine, NKVD, Zinovyev ve Kamenev’in yanı sıra yerel NKVD yöneticisini tutuklamak zorunda kaldı. Zinovyev ile Kamenev, Nikolayev’i cinayeti islemeye teşvik eden bir atmosfer yaratmaktan suçlu bulundular ve kısa süreli bir hapis cezasına çarptırıldılar.

Ancak, Stalin’in istihbarat örgütü Kirov cinayetine ilişkin soruşturmasını sürdürdü ve Zinovyev ile Kamenev’in cinayetten sadece “ahlaki açıdan sorumlu” olmakla kalmadıklarını, onun planlamasında doğrudan yer aldıklarını ortaya çıkardı. Bunun üzerine onlar, bu daha ağır suçlama temelinde yeniden yargılandılar, suçluluklarını kabul ettiler ve ölüm cezasına mahkum edildiler.

1935-36’da Stalin, devlet güvenlik polisinin “beceriksizliği”ni birkaç kez eleştirdi. Bunun üzerine NKVD’nin başı Yagoda (Eylül 1936’da) sonunda görevinden alındı ve yerine -daha sonra kendisinin de muhalefet komplosunun bir üyesi olduğu anlaşılacak olan- yardımcısı Nikolay Yejov getirildi.

1937 ve 1938’de Yejov’un yönetimindeki NKVD -Stalin’in eleştirisini dikkate almış gözükerek- son derece “aktif” bir rota izledi. O, asil komplocuları korurken çok sayıda tümüyle dürüst Komünisti sahte suçlamalarla tutukladı ve hapse attı.

Yargılamalar
1937 ve 1938 yıllarında Stalin’in istihbarat örgütü bağımsız soruşturmalarını sürdürdü ve NKVD’ye, muhalefet komplosunun önde gelen isimlerinin -Karl Radek, Yuri Piyatakov ve (NKVD’nin sabık yöneticisi) Henrikh Yagoda’nin yanı sıra içlerinde Genelkurmay Başkanı Mareşal Mikail Tuhaçevski’nin de bulunduğu bir dizi Kızıl Ordu üst düzey subayının- ihanetine ilişkin tartışma götürmez kanıtlar sunarak NKVD’yi onları tutuklamak ve mahkemeye çıkarmak zorunda bıraktı.

Sivil sanıklar kamuya açık duruşmalarda yargılandılar, suçluluklarını kabul ettiler ve ölüm ya da uzun hapis cezalarına çarptırıldılar.

NKVD’nin başındaki komplocular, kendi denetimleri dışındaki koşullara bağlı olarak sanıkların duruşmalara çıkarılmalarını önleyememekle birlikte, savcıların kayıtsız bakışları altında sanıkların mahkeme ifadelerinde, en basit bir denetimin bile yanlışlığını açığa çıkarabileceği bir-iki küçük hata yapmasına izin verdiler ve böylelikle duruşmaların güvenilirliği üzerine belirli bir şüphe gölgesi düşürülmesine yardımcı oldular. Örneğin, (Ağustos 1936’daki Zinovyev-Kamenev yargılamasının sanıklarından biri olan) Eduard Holtzmann, Trotski’nin oglu Lev Sedov ile komplo amaçlı bir görüşme yaptığını kabul etti; ama bu duruşmanın Kopenhag’daki Bristol Oteli’nde gerçekleştiğini söyledi. Sürgündeki Trotski ise, Bristol Oteli’nin bu sözüm ona görüşmeden yıllarca önce yıkılmış olduğuna işaret ederek yargılamanın tümünün, “adli sahtekârlık” olarak nitelenmek suretiyle reddedilmesi gerektiğini ileri sürdü. [1]

Kuskusuz, bilindiği gibi uydurma kanıtlar oluşturulabilir, tanıklar yalan söyleyebilir; sahte suçlamalar ve “adli sahtekârlıklar” da görülmemiş şeyler değildir.

Ancak, bu yargılamaların önemli bir özelliği sanıkların, Alman ve Japon istihbarat örgütleriyle işbirliği halinde casusluk da içinde olmak üzere ihanet komplosuna ilişkin suçlamaların tümünü kabul etmiş olmalarıdır. Trotski’nin, “iyi komünistler” olan sanıkların “adli sahtekarlık kurbanı” oldukları yolundaki savının kabul edilmesini güçleştiren, her şeyden önce, iste bu itiraflardır.

Bu güçlüğü açıklamak için ileri sürülen teorilere bir göz atalım.

Birincisi, işkence. Bazı dürüst komünistleri işkence yoluyla sahte ihanet itirafları yapmaya zorlamak elbette olanaklıdır. Fakat mahkemede bunu sergileme olanağı bulunmaktaydı. Ne var ki, çok sayıda sanıktan hiçbiri böyle bir girişimde bulunmadı; hatta (mahkemede - G. A.) kendilerine açıkça, yargılama öncesinde herhangi bir baskıya uğrayıp uğramadıkları sorulanların hepsi de bu soruya olumsuz yanıt vermiştir.

İkincisi, ilaçlar. Ancak, tip bilimi, insanları bir yandan tümüyle gerçekdışı suçlamaları itiraf etmeye zorlarken, bir yandan da diğer bütün bakımlardan tümüyle normal davranmalarını, hatta savcıyla karşılıklı tartışmaya girmelerini sağlayan bir ilacın varlığından habersizdir.

Üçüncüsü, sahte itiraflarda bulunmaları halinde bağışlanacakları vaadi. Bu teori, belki ilk yargılamalar bağlamında hesaba katılabilir. Fakat Zinovyev ile Kamenev’in idam edilmelerinden sonraki yargılamalar için bu olasılık asla geçerli olamaz.

Dördüncüsü, Stalin’e sadakat. Sanıkların hemen hemen tümünün yıllardır Stalin’e karşı açıkça kampanya yürütmekte oldukları göz önüne alındığında bu, anılan teoriler arasında en az inandırıcı olanı olmaktadır.

Nisan 1937’de, Leon Trotski’yi Savunma Komitesi, o zaman Trotski’nin yasamakta olduğu Meksika’da, Sovyetler Birliği’ndeki yargılamalara ilişkin bir “Soruşturma Komisyonu” topladı. Eğer masum idiyseler, dürüst kıdemli devrimcilerin kamuya açık mahkeme sürecinden masum olduklarını ilan etmek için yararlanmalarının neden gerekmediği yolundaki bir soruya Trotski sadece su yanıtı verebildi:

“Bu tür soruları yanıtlamakla yükümlü değilim.”

Yargılamaları izleyen deneyimli gazetecilerin, avukatların ve diplomatların büyük çoğunluğunun mahkeme sürecinin güvenilirliği ve sanıkların suçluluğu konusunda hiçbir kuşkularının olmaması anlamlıdır. Örneğin, ABD’nin Moskova elçiliğine atanmadan önce kendisi de bir avukat olan Joseph Davies söyle yazıyordu: “Bu mahkeme süreci, insan doğasının bütün temel zaaf ve kusurlarını, kişisel ihtirasların en kötü örneklerini gözler önüne seriyor. O, bu hükümeti alaşağı etmeye çok yaklaşmış olan bir komplonun ana çizgilerini ortaya koyuyor...

“Bence, Sovyet hukukuna göre siyasal sanıklar açısından, onların ihanetten mahkum edilmelerini haklı çıkaracak düzeyde suçların işlenmiş olduğu, herhangi bir kuşkuya yer bırakmayacak biçimde kanıtlanmıştır (...) ... Yargılamayı en düzenli bir biçimde izleyen diplomatların kanısı, genel olarak, davanın, çok çetin bir siyasal muhalefetin ve son derece ciddi bir komplonun varlığını kanıtladığı doğrultusundaydı; bu da Sovyetler Birliği’nde son altı aydır yaşanmakta olan ve şimdiye kadar açıklanamayan olayların birçoğunu diplomatlar açısından aydınlığa kavuşturuyordu.” (J. E. Davies, Mission to Moscow, New York, 1944, s. 236, 238)

Kanıtların askeri niteliği yüzünden Tuhaçevski ve diğer önde gelen generaller savaş divani tarafından gizli olarak yargılandılar. Dolayısıyla, son yıllarda “haksız yargılama” savları bu dava üzerinde odaklandı. Hem İngiliz hem de Çekoslovak istihbarat servislerinin, Tuhaçevski’nin Nazi Almanya’sı hesabına ihanet faaliyeti konusunda Moskova’ya uyarlarda bulundukları kabul edilmektedir; fakat bu durum, aslında onun Sovyet devletine sadik olduğu halde, Sovyetler Birliği’nin askeri gücünü zayıflatmak isteyen Alman istihbarat servisinin düzenlediği bir “oyunun” kurbanı olduğu teorisiyle “açıklanmaktadır.” Bu teorinin hesabına üzücü olmakla birlikte, Tuhaçevski’nin yurtdışı gezilerinde pro-Nazi sempatisini gizlemediğinin yeterince kanıtının bulunduğu belirtilmelidir. Örneğin, Fransız gazeteci Genevieve Tabouis, They Called Me Cassandra adli kitabında şunları yazmıştı:

“Tuhaçevski’yle son karşılaşmam Kral Besinci George’un cenaze töreninden bir gün sonra olacaktı. Sovyet elçiliğinde verilen yemekte Rus generali çok konuşkandı... O, Almanya’ya yaptığı geziden daha yeni dönmüştü ve Nazilere ateşli övgüler yağdırıyordu. Sağ yanıma oturmuş olan Tuhaçevski durmadan, ‘Onlar daha şimdiden yenilmezlik noktasına ulaşmışlar, Madame Tabouis!’ deyip duruyordu... O aksam onun bu coşkusundan dehşete kapılan tek kişi ben değildim.”

Özetlemek gerekirse, 1936-38 yargılamalarına ilişkin bilinen olguların, mahkemelerde yargılanan sanıkların aynen iddia makamınca ileri sürüldüğü gibi suçlu olmaları dışında herhangi bir açıklaması yapılamamıştır. Bununla birlikte, önde gelen komplocuların ancak daha çok göze batanlarının, esas olarak da açık muhalefet geçmişi bulunanlarının saptandığı ve etkisizleştirildiği simdi daha iyi anlaşılmaktadır. Tutuklanan komplo mensuplarının, açığa çıkmamış suç ortaklarını korumak amacıyla ancak yetkililerin keşfettiği verileri kabul etmeleri ve bunun ötesinde bir itirafta bulunmamaları konusunda aralarında önceden anlaştıkları kuskusuzdur. Bu yüzdendir ki, Zinovyev ile Kamenev ilk yargılanmaları sırasında, konuşmalarının Kirov’un öldürülmesini teşvik eden bir atmosfer yarattığını kabul ettiler ve bundan ötürü çok üzgün olduklarını söylediler. Onlar, ancak ikinci yargılanmaları sırasında, yeni kanıtlar keşfedildikten sonra suça ortak olduklarını kabul ettiler.

Beria’nın rolü
Kayıtlardan da görülebileceği gibi, 1937 ve 1938 yıllarında Stalin, sadece gerçek hainleri korumakla kalmadığını, ama ayni zamanda çok sayıda dürüst yoldaşı yasadışı bir tarzda tutukladığını ileri sürdüğü NKVD’yi eleştirmeye devam etti. Stalin’in kişisel inisiyatifi sonucunda Aralık 1938’de Yejov NKVD Başkanlığı görevinden alindi ve yerine Stalin’in eski bir çalışma arkadaşı olan Lavrenti Beria getirildi.

Stalin’in ölümünden sonra SBKP’nin rakipsiz liderleri haline gelen revizyonistler, devlet güvenlik polisinin başı sıfatıyla Beria’yı, iktidarı kötüye kullanma alanında Stalin’in ardından ikinci “baş suçlu” sayıyorlardı.

Bununla birlikte, Beria’nın NKVD Başkanı makamında bulunduğu dönemin tümü boyunca -Aralık 1938’den Ocak 1946’ya kadar- güvenlik polisi tek bir önde gelen kişiyi bile tutuklamadı. Daha sonraki olayların ışığında baktığımızda, bunlardan bazılarının tutuklanmış olmalarının gerektiğini söyleyebiliriz. Ama aslında, Beria’nın yönetimi altındaki NKVD, savaşın patlak vermesine kadar geçen sürede Yagoda ve Yejov dönemlerinde tutuklanan tüm mahkumların dosyalarını yeniden soruşturmakla uğraşıyordu. Bunun sonucunda, (o zaman İngiliz gazetelerinin muhabirlerinin de tanıklık etmiş oldukları gibi) binlerce siyasal mahkum aklandı ve evlerine dönmek üzere tahliye edildi.

Gerçekten de hakikat Krusçov’un, SBKP’nin 20. Kongresi’ndeki gizli konuşmasında çizdiği Beria tablosundan bütünüyle farklıdır. Ama büyük anti-sosyalist komplonun açığa çıkarılamamış ögeleri oldukları dikkate alındığında, SBKP’nin Stalin sonrası liderlerinin, -komplocuların planlarını yasama geçirmelerini engellemede Stalin’e yardımcı olan- Beria’ya ve her ikisine karşı neden bu denli büyük nefret besledikleri anlaşılabilir.

Stalin’in çevresinde “kişiye tapınma”nın inşa edilmesi revizyonistlere büyük avantajlar sağlamakla birlikte, bu durum onlar açısından iki önemli dezavantaj da yaratmaktaydı.

Birincisi, bu koşullar, SBKP’nin yönetici organlarında çoğunluğa sahip olsalar da, Stalin sağ ve siyasal bakımdan aktif olduğu sürece revizyonistlerin sosyalist toplumun temellerini açıkça zayıflatacak, kapitalist toplumun özelliklerinden herhangi birini açıkça restore edecek önlemler almalarını edimsel olarak önledi. Bu koşullar revizyonistlerin böyle davranmalarına izin vermedi; çünkü bu tür önlemler alan bir partinin artık Marksist-Leninist bir parti olmadığı ortaya çıkacak ve bu durumda demokratik merkezselciligin gereği olan disiplin Marksist-Leninistler bakımından bağlayıcı olmaktan çıkacaktı. O zaman “kişiye tapınma” sonuç itibariyle, Stalin’in başını çektiği Marksist-Leninist azınlığın revizyonist çoğunluğu kınamasına büyük bir ağırlık kazandıracak ve sosyalist toplumu yok olmaktan kurtarmak amacıyla partinin Marksist-Leninist çizgide yeni baştan kurulusu için Sovyet emekçi halkına yapılabilecek herhangi bir çağrıyı daha güçlü kılacaktı.

Bu bağlamda, Sovyet toplumunda isçi sınıfının önder rolünü zayıflatan ilk belirgin önlemlerin -Stalin’in 1952’de kaleme aldığı SSCB’nde Sosyalizmin Ekonomik Sorunları adli yapıtında mahkum ettiği adimin, yani Devlet Makine ve Traktör İstasyonlarının kolektif çiftliklere devri kampanyasının- Stalin’in geriye kalan Marksist-Leninist çalışma arkadaşlarının, yani Viyaçeslav Molotov, Lazar Kaganoviç ve Lavrenti Beria’nın tüm etkili makamlardan atılmalarından (ya da Beria’nın durumunda olduğu gibi kursuna dizilmesinden) sonra alınmış olması anlamlıdır.

İkincisi, Stalin’in, Partinin Genel Sekreteri sıfatıyla kendisini küçük, ama etkili bir güç aygıtıyla kuşatmış olması, onun ancak bir tür askeri darbeyle görevinden alınabileceği anlamına geliyordu. Revizyonistlerin, Stalin’in çevresinde bir “kişiye tapınma” inşa etmiş olmaları, böylesi bir askeri darbeye belirgin bir karşı-devrimci nitelik kazandıracaktı. Böylesi bir darbenin Sovyet emekçi halk yığınlarının desteğini kazanması, ancak onların Stalin’e karşı nefret ve öfkeyle dolmalarına yol açacak olağanüstü bir bunalım koşullarında olanaklı olabilirdi.

Muhalefet komplosunun planlarının, Almanya’yla yaklaşmakta olan savaş bağlamında tam da bu türden koşulları oluşturmak amacıyla biçimlendirildiğini gösteren yeterince kanıt bulunmaktadır.

Mart 1938’de Nikolay Buharin ve diğerlerinin yargılanması sırasında sanıklar, Almanya’nın Sovyetler Birliği’ne saldırısı üzerine Sovyet Yüksek Komutanlığının cepheyi Alman ordularına açması ve bunların da hızla Moskova kapılarına kadar ilerlemelerine izin vermesi konusunda Nazi Almanyası’nın istihbarat servisiyle anlaştıklarını itiraf ettiler. Revizyonistler tam da o sırada, SBKP’nin yönetici organlarındaki revizyonist çoğunluğun destekleyeceği bir askeri darbe yapacaklardı. “Kişiye tapınma” ya göre her şeyi kişisel olarak denetlediği varsayıldığı için Stalin ile diğer önde gelen Marksist-Leninistler Sovyetler Birliği’nin savunmasını sabote ettikleri suçlamasıyla tutuklanacaklardı. 

Daha sonra, yeni Sovyet hükümeti, ödül olarak Ukrayna ve Belarusya’yı ilhak edecek olan Almanya ile bir barış anlaşması yapacak, dahası bunu yaparken Lenin’in 1918’de Brest-Litovsk Anlaşması sırasında başvurduğu taktikleri, bu adimin Leninist öncelleri olarak sunacaktı. [2] Daha sonra, yeni Sovyet hükümeti, Sovyetler Birliği’nin geriye kalan bölümünde, Stalin döneminin “suçları”nı “sergileyecek”, “sosyalizm” bayrağını muhafaza ederken, sosyalist ekonomiyi bir çesit devlet kapitalizmine dönüştürecek “reformlar” gerçekleştirecekti.

1938 yargılamasının sanıklarına göre plan böyleydi. Simdi bunu 1941’de gerçekten olup bitenlerle karşılaştıralım.

1941
O yılın ilkbaharında Alman Yüksek Komutanlığı Sovyet sınırına milyonlarca asker yığdı. Sovyet istihbarat elemanları, işgalin başlayacağı gün de içinde olmak üzere Hitler’in tasarladığı “Barbarossa Operasyonu”nun ayrıntılarını Moskova’ya, tümüyle doğru bir biçimde bildirdiler. İngiliz ve diğer yabancı istihbarat servisleri hemen hemen benzer uyarlarda bulundular. Ama gene de Sovyet hükümeti Sovyet silahlı kuvvetlerini seferber etmek için tek bir adim bile atmadı; hatta sınır birliklerini bile alarm durumuna geçirmedi.

Bunun sonucunda, 22 Haziran 1941’de Almanya’nın kitlesel işgali başladığında Sovyet birlikleri tümüyle gafil avlandılar ve düşmanın sayısal üstünlüğü karşısında ezildiler. Sovyet hava kuvvetlerinin büyük bir bölümü daha havalanamadan yok edildi. Batı Avrupa’nın tümünün sanayisi tarafından donatılmış bulunan Alman ordusu, gerçekten de kısa bir süre içinde Moskova’nın kapılarını dövmeye başladı.

Olayların bu doğrultuda gelişimi, “yetersizlik”le açıklanamaz. Bu, ancak ihanetle açıklanabilir. Bu gelişmeler, komplocuların Mart 1938 yargılamasında açıkladıkları planlarla tam bir uyum göstermekteydi.

Bu analiz, İkinci Dünya Savaşı’nın en büyük gizlerinden birini, yani, kuskusuz son derece yetenekli olan Alman silahlı kuvvetlerinin Sovyetler Birliği’ne sırtlarında kişilik giysileri ve araçlarında antifriz olmaksızın gitmelerinin -ki, her ikisi de bu kuvvetlerin 1941-42 kışında uğradıkları askeri felakete katkıda bulundu- ardında yatan nedeni açıklamaktadır. Salt askeri açıdan bakıldığında, bir onbaşı bile Almanya’nın Sovyetler Birliği’nin engin topraklarını kış gelmeden zapt edeceğini umamazdı. Ama tabii, eğer bütün planlar, savaşın patlak vermesinden birkaç hafta sonra Moskova’da bir askeri darbenin meydana gelmesi ve ardından bir ateşkes ve bir barış anlaşmasının imzalanması beklentisine göre düzenlenmiş ise, o zaman her şey ilk kez yerli yerine oturur.

Simdi Sovyet Partisi ve devletine egemen olan revizyonistler, Sovyet ordusunun Haziran 1941’de uğradığı bozgundan ötürü Stalin’i suçlamaktadırlar. Büyük Yurtsever Savaş’ın resmi tarihine göre, Stalin “siyasal açıdan o denli saf” idi ki, Sovyetler Birliği’yle 1939 sonbaharında imzaladıkları saldırmazlık paktı nedeniyle Nazilere “güvenilebileceği” gerekçesiyle Alman planlarına (“Barbarossa Operasyonu”na - G. A.) ilişkin bütün istihbarat raporlarını reddetti.

Fakat bu açıklama da bilinen olgularla uyuşmamaktadır.

Başka özellikleri ne olursa olsun, Stalin asla “siyasal açıdan saf” bir kişi değildi. Stalin 1931’de Sovyet halkını, Sovyetler Birliği’nin kaçınılmaz olarak yaklaşan savaşta yok edilmek istemiyorsa Sovyet ağır sanayisini on yıl içinde inşa etmesi gerektiğini söyleyerek uyardı. O, SBKP’nin 1939’daki 18. Kongresi’nde, Batı Avrupa emperyalist devletlerinin, Sovyetler Birliği’ne karşı bir Alman saldırısını kışkırtmayı hedefleyen “yatıştırma politikası”nı bir bütün olarak doğru bir analize tabi tuttu. 1941 ilkbaharında, esas olarak Kızıl Ordu subaylarına hitaben bir dizi konuşma yapan Stalin onları Alman saldırısının yakınlığı konusunda uyardı. Örneğin O, 5 Mayıs 1941’de askeri akademilerin mezunlarının bir toplantısında yaptığı konuşmada, 1942’ye kadar bir Alman saldırısının “hemen hemen kaçınılmaz” olduğunu, “bu andan Ağustos 1941’e kadar olan dönemin” ise en tehlikeli dönem olduğunu söyledi.

Eğer bu analiz doğruysa -ki, ben bu analizin bilinen olgularla uyusan tek analiz olduğunu düşünüyorum- o zaman, Sovyetler Birliği’nin 1941’de uğradığı korkunç yenilgilerden sorumlu olan komplocuların neden planlarını mantıksal sonucuna, yani bir askeri darbeye kadar götürmedikleri sorusu sorulmalıdır. Bence, bu sorunun yanıtı şu olguda aranmalıdır: O günlerin tüm Sovyetler Birliği gözlemcilerinin oy birliğiyle tanıklık ettikleri gibi yenilgilerin şoku Sovyet emekçi halkında bu yenilgilere ülke içinde bir günah keçisi arama isteği, ne pahasına olursa olsun barışa kavuşma isteği yaratmamıştır. Bu yenilgilerin tiksinti, öfke ve nefret duyguları doğurduğu kesin; ama bu duygular Stalin’e değil, Alman işgal kuvvetlerine yönelmişti. Bu duygular o denli yaygın ve yoğundu ki, halk Stalin’i tutuklamaya ve barış dilenmeye kalkacak herhangi bir politikacı ya da subay grubunu, hiç abartmasız çıplak elleriyle parçalardı.

Savaşın ilk on beş günü boyunca Stalin kamuya hiçbir açıklama yapmadı ve halkın önüne çıkmadı. 1956 yılında yaptığı gizli konuşmada Krusçov bunun Stalin’in, yaşanan askeri felaketin derinliği yüzünden “demoralize” olmasından kaynaklandığını ileri sürdü. Fakat gerek bu dönemden önce ve gerekse ondan sonra Stalin’in tutumunda, O’nun ne denli ağır olursa olsun güçlükler karşısında demoralize olduğu savını destekleyen herhangi bir veri bulunmamaktadır.

Ancak, savaşın bu ilk iki haftasında Stalin’in kamusal yasamdan uzak durmasının bilinen olgulara, Stalin’in “demoralizasyonu” teorisinden çok daha iyi uyan bir başka olanaklı açıklaması vardır. Bu açıklama sudur: Durumu çok doğru bir tarzda değerlendirmiş olan Stalin deyim yerindeyse “grevde” idi; Stalin, revizyonist çoğunluğun kendisinin yol açtığı bu durumda, kamunun önüne geçilemez selinin basıncı altında O’nun ve diğer Marksist-Leninistlerin yardımını istemek zorunda kalacağının farkına varmış ve bu işbirliğinin bedeli olarak savaşın yönetiminin SBKP liderliğindeki revizyonist çoğunluktan Marksist-Leninistlerin egemen olacağı bir organa devrini dayatmıştı.

Dolayısıyla, Krusçov’un 1956 yılında yaptığı gizli konuşmada Stalin’in ancak, SBKP liderliğinden bir temsilciler kurulunun kendisinin yanına gitmesinden sonra, çekilmiş olduğu köseden çıktığı yolundaki açıklamasına inanmamak için herhangi bir neden yoktur.

Her halükarda, 30 Haziran 1941’de Sovyetler Birliği’nde tüm iktidar, savaş süresi boyunca küçük ve olağanüstü bir komiteye, başında Stalin’in bulunduğu ve çoğunluğu onun güvenilir Marksist-Leninist çalışma arkadaşlarından -Viyaçeslav Molotov, Lazar Kaganoviç ve Lavrenti Beria- oluşan Devlet Savunma Komitesi’ne devredildi. Bundan kısa bir süre sonra da Stalin Sovyet silahlı kuvvetlerinin başkomutanlığına getirildi.

3 Temmuz 1941’de, yani savaşın patlak vermesinden 12 gün sonra Stalin radyodan ülkeye seslenen bir konuşma -siyasal muhaliflerinin bile, yaşamının en iyi konuşması olarak niteledikleri konuşmasını- yaptı. O ağır askeri durumun bir özetini verdi; geri çekilme halinde düşmanın eline geçmesini önlemek için her binanın, her yiyecek kırıntısının yok edilmesini gerektiren “kavrulmuş toprak” politikasını anlattı; düşman hatlarının gerisinde gerilla birliklerinin oluşturulmasına ve tehdit altında bulunan Batı’daki tüm savaş fabrikalarını tuğla tuğla güvenli Sibirya’ya taşıma devasa görevine başlanmasına ilişkin yönergelerini verdi. Ve O, kaçınılmaz olarak yapılması gerekecek özverileri ve çekilecek acıları zerrece azımsamaksızın, sakin bir öz güvenle zaferin Sovyet halkına ait olacağını söyledi.

Konstantin Simonov’un Yasayanlar ve Ölüler adli romanı 1958’de, yani Sovyet entelektüellerinin Stalin’e saldırı konusunda hemen hemen tam bir oy birliği içinde oldukları bir tarihte yazılmıştı. Dolayısıyla, Simonov’un kitabında, Stalin’in konuşmasının cepheye yakın bir sahra hastanesi üzerindeki etkisini betimlediği pasajı kaydetmek ilginç olacak:

“Stalin sakin, yavaş bir sesle ve güçlü bir Gürcü aksanıyla konuşuyordu...

“Bu düzgün sesle, O’nun sözünü ettiği trajik durum arasında büyük bir uyumsuzluk vardı ve bu uyumsuzlukta güç yatıyordu. Ama insanlar şaşırmamışlardı. Onlar Stalin’den zaten bunu bekliyorlardı.

“Onlar onu farklı tarzlarda seviyorlardı, bazıları ise onu hiç sevmiyordu. Ama hiç kimse, onun cesareti ve demirden iradesinden kuşku duymuyordu. Ve tam da simdi, savaş halindeki ülkenin başındaki insanda bulunmasına her zamankinden daha çok gereksinim duyulan iste bu iki özellikti.

“Stalin durumu trajik olarak tanımlamadı; onun böyle bir sözcük kullanmasını beklemek gerçekçi olmazdı... Onun anlattığı hakikat acı bir hakikatti; ama en azından bu hakikat açıkça söylenmişti ve insanlar artık yere daha sağlam biçimde basmakta olduklarını duyumsuyorlardı...

“Ve Stalin’in her zamanki tarzıyla, büyük, ama aşılamaz olmayan güçlüklerin aşılması zorunluluğundan söz etmiş olmasına gelince, bu da zayıflığı değil, tersine büyük bir gücü çağrıştırıyordu.”

Stalin ve onun en yakın çalışma arkadaşlarının 1941-45 savaşı sırasında, bu savaşın yürütülmesinin sorumluluğunu üstlenmeye çağrılmış oldukları tartışma götürmez bir gerçeklik olduğuna göre, ona savaş bağlamında yöneltilen eleştirilerin bazılarına bir göz atalım.

Krusçov, 20. Kongre de yaptığı gizli konuşmada Stalin’in Sovyet ordusunun askeri operasyonlarını, “bir yerküre”ye bakarak yönettiğini ileri sürdü. Savaş sırasında kendisiyle birlikte çalışmış olan bütün yabancı askeri uzmanların, Stalin’in askeri konuların ayrıntılarını nasıl sımsıkı kavradığına tanıklık ettikleri dikkate alındığında, tümden hayal ürünü olan bu tür açıklamaların beş paralık değeri olmadığı anlaşılır.

Krusçov’un, bunun dışında Stalin’in askeri yönetimi konusunda yaptığı tek eleştiri, Sovyet ordusunun yitirdiği tekil bir muharebeye yaptığı göndermedir. Sovyet ordusunun Alman ordusunu savaşta yenmiş olması ise “Parti liderliği”nin basarisi olarak gösterilmektedir. Ama hem öyle hem böyle diyemezsiniz. Eğer Stalin edimsel olarak askeri operasyonlara komuta ediyorduysa, yitirilen tekil çatışmalar gibi, savaştaki zafer de onun hanesine yazılmalıdır.

Aslında Stalin, askeri stratejiyi derinden kavrama yetisini, daha Parti Merkez Komitesi adına “sorun çözücü” sıfatıyla bir cepheden öbürüne koştuğu 1919-20 iç savaşı sırasında kanıtlamıştı. O, askerlik bilimine önemli katkılar yaptığı 1941-45 savaşı sırasında bu kavrayışını daha da geliştirdi. Stalin, bu savaşta geliştirdiği stratejiyi söyle ayrıntılandırıyordu:

“Kuvvet bakımından daha üstün bir düşmanla karşılaştığımızda, eğer savaşmak için geniş topraklara sahipsek, doğru strateji, bir stratejik geri çekilme gerçekleştirmek ve bu geri çekilme sırasında düşmana yararlı olabilecek ve taşıyamayacağımız her şeyi yok etmek, geri çekilme sırasında düşman kuvvetlerine ağır kayıplar verdirmek, kendi bağlantı hatlarımızı kısaltırken düşmanınkilerin uzamasını sağlamak, düşmanı bilmediği ve dost-olmayan bir arazide savaşmak zorunda bırakırken bizim dost ve bildiğimiz arazide savaşmamızı sağlamak biçiminde olmalıdır. Daha sonra, kuvvetlerimizin güçlenmesi ve düşman kuvvetlerinin zayıflamasına bağlı olarak artık düşmanın kuvvet bakımından bizden daha zayıf olduğu bir noktaya ulaştığımızda, kararlı bir karşı-saldırısıyla düşman kuvvetlerini kuşatmamız ve yok etmemiz gerekir.”

Sovyetler Birliği’nin savaşta zafer kazanmasını sağlayan, iste bu stratejiydi.

Gene Stalin bazen, emperyalist bir devlete karşı savaşan sosyalist bir devletin önderi sıfatıyla, asil vurguyu devrimci sosyalist sloganlardan çok yurtsever sloganlara yaptığı ve Rus ulusal duygularını “okşadığı” için eleştirilmektedir.

Ama Stalin ve Sovyet Marksist-Leninistleri -Stalin savaşı yürütme görevini devraldığında SSCB’nin diğer önemli uluslarını oluşturan Ukraynalılar ve Belaruslar Alman işgali altında olduklarından- Rus halkının tümünü seferber etmelerini gerektiren bir savaşı sürdürme göreviyle karşı karşıya bulunuyorlardı. Rus halkının ana kitlesi, devrimci bilinçli isçilerden değil, çoğunlukla devrimci sosyalist bilince sahip olmaktan uzak küçük-burjuva köylülerden oluşuyordu. Bununla birlikte onlar ateşli yurtseverler idiler; Rus ulusunun “ırksal geriliği”ni alaya alan Nazi propagandasına büyük bir tepki duyuyorlardı. Ben, belirli ölçülerde bir revizyonist dejenerasyonun zaten meydana gelmiş bulunduğu 1941-45 dönemi Sovyetler Birliği’nin koşullarında, bu siyasal çizginin doğru olduğu kanısındayım.

Savaş dönemi Sovyet liderliğine getirilen bir başka eleştiri, onun emperyalist bağlaşıklarıyla -Britanya ve ABD- Avrupa’nın askeri nüfuz bölgelerine bölünmesine ilişkin bir anlaşma yapmış olmasıdır. Fakat bir savaşta bağlaşıklara sahip olmak çok istenir bir şeydir ve bir ülkenin, bağlaşıklarıyla ortaklaşa çalıştığı ve düşmanı, işgale uğramış olan topraklarının ötesinde kovalamaya devam ettiği koşullarda, askeri nedenlerden ötürü her bir ordunun operasyonlarını yürüteceği farklı bölgeler üzerinde karşılıklı bir anlaşmaya varmanın mutlak bir gereklilik olduğu da açıktır.

Son bir eleştiri, Doğu Avrupa’nın Sovyet askeri işgali altına giren bölgelerinde, içlerinde muhafazakâr ögelerin de bulunduğu hükümetlerin onaylanmasına ilişkindir. Ama Marksist-Leninistler her zaman, sosyalizmin bir ülkeden bir başka ülkeye kuvvet yoluyla ihraç edilemeyeceğini, herhangi bir ülkede sosyalizmin, ancak o ülkenin isçi sınıfı siyasal olarak bunu yapmaya hazır olduğunda kurulabileceğini savunmuşlardır. Bu yüzdendir ki, Kasım 1941 gibi erken bir tarihte Stalin söyle diyordu: “Bizim, kendi irademizi ve rejimimizi Avrupa’nın Slav ya da başka köleleştirilmiş uluslarına dayatma türünden savaş amaçlarımız yoktur ve olamaz... Bizim amacımız, Hitler’in zorbalığına karşı kurtuluş savaşımlarında bu uluslara yardım etmek ve kendi topraklarında kendi yaşamlarını istedikleri gibi örgütlemekte onları bütünüyle özgür bırakmaktır!” (J. V. Stalin, 6 Kasım 1941 Konuşması)

Sovyet ordusunun işgali altına giren ülkelerde bu yol izlendi. Nazilerle işbirliği yapmayan bütün siyasal partilerin içinde yer aldığı ulusal hükümetler kuruldu; fakat edimsel devlet iktidarı, Sovyet ordusu aracılığıyla Sovyet devletinin elinde bulunuyordu. Ellerinde herhangi bir gerçek devlet iktidarı bulunmayan muhafazakar politikacılar görece kısa bir süre içinde sergilendiler ve yerlerini bu ülkelerin ilerici güçlerine bıraktılar. Böylece kendi halklarının inisiyatifiyle bu ülkeler, bir dönem isçi sınıfının önder siyasal rol oynadığı halk demokrasilerine dönüştüler.

Savaş sonrası dönemi
Savaşın bitimiyle birlikte, Devlet Savunma Komitesi ortadan kaldırıldı ve Sovyet devletinin edimsel yönetimi, bir kez daha, hâla gizli revizyonistlerin egemen olduğu SBKP liderliğinin eline geçti.

Savaştan sonraki ilk Parti Kongresi, 1952’de toplanan 19. Kongre, bu değişikliği tuhaf ve hiç görülmemiş bir biçimde yansıttı; Merkez Komitesi’nin Raporunu Genel Sekreter Stalin değil, Georgi Malenkov sundu.

Hatta SBKP’nin edimsel liderliği, Stalin’in çalışmalarını, 1950’de yayımlanan “Dilbilimin Sorunları” gibi, dilin ve onun gelişiminin bilimsel incelenmesine önemli bir katkı oluşturmakla birlikte Sovyet toplumunun temel güncel sorunlarıyla doğrudan ilişkili olmayan makaleler yazma türünden görevlerle kısıtlamaya çalıştı.

Daha sonra Stalin’e gene, tasarlanan siyasal ekonomi ders kitabinin bir eleştirisini hazırlama gibi “zararsız” gözüken bir başka görev verildi. Ama 1952’de bu eleştiri, “SSCB’nde Sosyalizmin Ekonomik Sorunları” adi altında kitap halinde yayımlandığında, daha o zaman Sovyet entelektüelleri tarafından açıkça ileri sürülmekte olan revizyonist düşüncelerin bir çoğunun sergilenmesi biçimine büründü.

Fakat uluslararası alanda Stalin ve Marksist-Leninist azınlık, revizyonizme karşı savaşım cephesinde daha başarılı olabildiler. 1947’de Komünist Enformasyon Bürosu’nun (Kominform) oluşturulmasının, revizyonistler tarafından 1943’de dağıtılan Komünist Enternasyonal’in yeniden kurulması doğrultusunda atılan bu önemli adimin Stalin’in inisiyatifiyle gerçekleştirildiği yolunda yeterince kanıt bulunmaktadır.

Stalin’in, Komintern’in son yıllarındaki revizyonist çizgisini -ana ögeleri Komünist Enternasyonal’in 7. Kongresi’nde benimsenen sosyalizme parlamenter yoldan geçiş çizgisi- desteklemiş olması “gerektiğine” inanmak isteyenler için, o yıllarda Komintern’in önde gelen liderleri olan Dmitri Manuilski ile Georgi Dimitrov’un yeni uluslararası örgütte herhangi bir görev almaya çağrılmadıklarını ve bu örgütte önde gelen rolün, Stalin’in yakın Marksist-Leninist çalışma arkadaşlarından Andrey Jdanov’a verildiğini kaydetmek yerinde olacaktır. Ayrıca, Kominform’un ilk eylemlerinin; Fransa, İtalya, Japonya ve Yugoslavya Komünist Partileri’nin (ki, bu sonuncusu, Yugoslavya’da kapitalizmi restore etmeye yönelmiş revizyonist bir parti olduğu için 1948’de Kominform’dan atıldı) revizyonist çizgilerini sert bir biçimde eleştiren yazılar yayımlamak olmuş olması da anlamlıdır.

Bu dönemde, revizyonist çoğunluğun sahte sosyalist görüntülerini sürdürmek zorunda olmalarından yararlanarak Sovyetler Birliği’nde sanat ve kültür alanında revizyonistlerin teşvik ettiği burjuva eğilimlere karşı sosyalist kültür devrimine önderlik eden de Jdanov oldu. Jdanov’un kültür sorunlarına ve sosyalist gerçekçiliğe ilişkin konuşma ve yazıları, bu önemli alanda Marksist-Leninist bakış acısını önemli ölçüde ilerletti.

Bu arada Stalin’in istihbarat örgütü, SBKP liderliğine egemen olan ögelerin faaliyetleriyle ilgili soruşturmalarını sürdürüyordu. Krusçov’un, Stalin’in “kuşkuculuğu” konusundaki savları, elbette temelsiz değildi. Bu soruşturmaların sonundadır ki, 1952’nin sonunda Kremlin’de çalışan bir dizi doktor tutuklandı ve son birkaç yılda, aralarında Jdanov’un da bulunduğu bir dizi Parti liderini, 1930’larda kullanılan yöntemlerin aynısını kullanarak öldürmekle suçlandı. Sovyet Tip Birliği’ne bağlı bir komisyon bu liderlere uygulanan “tedavi”yi soruşturdu ve bu vakaların hepsinde de uygulanan tedavinin, kasıtlı cinayete eşdeğer olduğu yolunda bir rapor hazırladı. Yabancı basın muhabirleri, bu suçlamaların önde gelen Sovyet kişiliklerine uzandığı konusunda düşünce birliği içindeydiler. 

Fakat doktorların yargılaması başlamadan, Stalin -tam da bu “önde gelen kişiliklerin” isine gelecek biçimde- birdenbire öldü. Birkaç gün içinde, Genel Sekreterin Kişisel Sekretaryası dağıtıldı, (Sekretaryanın - G. A.) eski başı Poskrebisev ortadan kaybolurken Sekretaryanın kayıtlarına da el kondu. Ardından Pravda’da, tutuklanan doktorların “masum” olduklarını ve serbest bırakıldıklarını duyuran bir açıklama yayımlandı. Temmuza gelindiğinde Beria da ortadan kayboldu ve Krusçov’un rastgele bir açıklamasına göre ölümünden sonra yargılandı.

Sonuç
Bugüne kadarki araştırmalarımızın Stalin’in rolüne ilişkin ortaya çıkardıklarının kısa özeti budur. Bu, objektif dünya koşulları sonunda bu savaşımı başarısız kılmış olsa da yaşamı boyunca revizyonizme karşı tutarlı bir tarzda savaşım vermiş olan seçkin bir Marksist-Leninist’in rolüdür.

[1] Eduard Holtzmann ile oğlu Lev Sedov arasında komplo amaçlı bir görüşmenin yapıldığı söylenen Bristol Oteli’nin daha önce yıkılmış olması olgusundan hareketle Sovyet güvenlik yetkililerini bir “adli sahtekârlık” yapmakla suçlayan Trotski’nin bu savı aslında yıllar önce J. R. Campbell adli bir başka Marksist-Leninist araştırmacı tarafından çürütülmüştü. Campbell 1939’da yayımlanan Soviet Policy and Its Critics (Sovyet Politikasi ve Eleştirmenleri) başlıklı kitabında bu konuda özetle şunları söylüyordu:

“Holtzmann mahkemedeki ifadesinde Kopenhag istasyonuna geldikten sonra, onun karşısında bulunan Bristol Oteli’ne geçtiğini söylemişti. İstasyonun karşısında Bristol Oteli diye bir bina yok; ancak burada Grand Central Oteli ve bu otelin içinde de Bristol Cafe diye bir yer var. Dahası, bu tarihte Grand Central Oteli’ne Bristol Cafe’nin içinden geçerek ulaşılabiliyordu. İleride mahkeme karşısında ifade vermek amacıyla not tutmuş olamayacağına göre Holtzmann pekala, içiçe olan bu iki binanın isimlerini karıştırmış olabilir.” (G. A.)

[2] Anımsanacağı üzere 1918 baslarında, yani Ekim devriminin zaferinden hemen sonra -kendileri de yenilginin eşiğinde olan- Alman emperyalistleri Bolşeviklere barış için çok ağır koşullar dayatmışlardı. Çarlık ordusunun edimsel olarak dağılmış olduğu ve Sovyet iktidarının kendisini savunmak için gereken askeri olanaklara sahip bulunmadığı bu koşullarda Lenin ve yoldaşları zaman kazanmak ve bu arada Kızıl Ordu’yu örgütlemek, devrimi kurtarmak ve Sovyet iktidarının yıkılmasını önlemek için bu ağır koşulları geçici olarak kabul etmeyi öngörmüşlerdi. Ancak onlar karşılarında, koyu gericilerden Kadetlere, Menşeviklerden Sağ ve Sol Sosyalist-Devrimcilere kadar uzanan geniş bir yelpazede yer alan akımları buldular. Bu cephe, Sovyet iktidarının devrilmesini sağlamak için Almanlara karşı savaşın ne pahasına olursa olsun sürdürülmesini savunmaktaydı. Ama daha da önemlisi Bolşevik Partisi içindeki sözde “sol” muhalefetin tutumuydu: Partinin, Trotski, Buharin, Radek, Piyatakov gibi üyeleri ‘sol’ ve ‘radikal’ bir kılıf altında ve ‘devrimci savaş’ sloganıyla, koşulları ağır olan Brest-Litovsk anlaşmasına açıkça karşı çıkmış, maceracı bir çizgiyi savunmuş ve objektif olarak Sovyet iktidarının yıkılmasından yana bir tutum almışlardı. Görünüşte ‘sol’ bir nitelik taşıyan bu çıkış sonuçta, Sovyet iktidarını çökme tehlikesiyle yüz yüze getirmekle kalmadı; Lenin ve yoldaşlarının kararlı ve uzlaşmaz savaşımı sayesinde zorlukla durdurulan bu provokatif tutum, devrimci Rusya’nın daha da kötü bir anlaşma yapmasına ve daha da büyük boyutlarda toprak kaybına neden oldu. Karamsar, teslimiyetçi ve özgüvenden yoksun ruh hallerinin de yardımıyla zamanla açık ihanet ve emperyalist devletlerle işbirliği çizgisine sürüklenen Buharin ve ortakları ise, 1930’ların ikinci yarısının çok daha farklı koşullarında, yani Sovyet Rusya’nın kendisini savunma olanaklarının büyük ölçüde var olduğu koşullarda bu gerici çizgilerini Brest-Litovsk anlaşmasına tümüyle hatalı bir gönderme yaparak meşrulaştırmaya ve kamufle etmeye çalışmışlardı. (G. A.) 

Hiç yorum yok: