25 Haziran 2011 Cumartesi

İdeolojisiz bir doktrin: Anarşizm - 3

III. Bölüm
SİYASAL PARTİLERDEN DANS PARTİLERİNE: KÜRESELLEŞME KARŞITI HAREKETLER
Küreselleşme son yıllarda fikir tartışmalarının olmazsa olmazı bir kavramı haline geldi. Önceleri popülaritesini akademik çevrelerle hissettiren bu tanımlama kısa sürede medya gücünün de yoğun etkisiyle günlük siyasal sohbetlerimizin vazgeçilmez vurgusu oldu. -Bu kavramdan kimin ne anladığı tartışma konusu- ki iletişim devrimi, yeni teknolojilerin tanımladığı uzay çağı, sanayi sonrası toplum veya emperyalist ABD’nin Yeni Dünya Düzeni projesinin toplamını ifade saldırı programı; yani emperyalizmin güncel siyasetlerle tanımlanmış biçimi veya başka bir tanımlama. İşaret etmeye çalıştığımız nokta, küreselleşme kavramının etimolojik kökeninden bağımsız bir tanım / paradigma –yani değerler dizisi– haline gelmiş olmasıdır. Bu tartışma düzlemindeki kavramsal hakimiyet, karşıtlığının popülerliğini de doğurmuştur diye biliriz.

Farklı küreselleşme tanımları olduğu gibi sayıca çok daha fazla küreselleşme karşıtı akım vardır. Fakat burada yanılgıya düşmemek için belirtmek gerekir ki; karşıtlığın çeşitliliğini yaratan asıl unsurlar farklı küreselleşme tanımlamalarından kaynaklanmaktadır. Hareketlerin bizzat niteliklerinden ve kendi konumlanmalarından ileri gelmektedir.

Feministler, Çevreciler, İnsan Hakları Savunucuları, Anarşistler, Reformistler, Zapatistalar, Neo-faşistler, Uluslararası Sendikal Örgütler, Fundamentalistler, Troçkistler, kendilerini Marksist olarak tanımlarlar, Enternasyonalistler, Eşcinseller, NGO’lar, çeşitli Köylü Örgütlenmeleri vs… yalnız burada önemli bir not düşelim, bu hareketlerin büyük bir çoğunluğunun merkezi Avrupa ve K. Amerika’dadır. Mali sermaye gelirlerinin vergilendirilmesini hedefleyen ATTAC hareketinin merkezi Paris, Üçüncü Dünya’nın borçlarının silinmesini talep eden CADTM’nin merkezi ise Brüksel’dir. (A. Işıklı, Dünya Bankası’nın Laik İmparatorluğunun Kumarhane Kapitalizmi, Otopsi Yayınları, İstanbul 2002) Bu da bize Anakara eski Valisi Ziya Doğan’ın şu sözünü anımsatıyor: “Ülkeye komünizm lazım olursa, onu da biz getiririz.”


TOPLUMSAL HAREKETLERDE ESKİ / YENİ KAVRAMSALLAŞTIRILMASI
Wallerstein iki ana akımdan bahseder: Ulusal kurtuluş hareketleri ve sosyalist devrimler (Immanuel Wallerstein, Sisteme Karşı Yeni Ayaklanmalar, Türkiye Seçkisi, Everest Yayınları, Syf 180–181, İstanbul 2003)

Burada bahsedilen “Eski sol fikirler” bizden önceki anlamında zamansal bir öncelikten çok bizzat nesne düzeyinde bir eskimeden dem vurmaktadır. İddia edilen eskinin halkın ihtiyaçlarına cevap veremediği, iktidara geldiği ülkelerde hayal kırıklığı yarattığı için “Tukaka” olduğudur. Halkın sırtını dönmesinin nedeni verilen ikinci sözün, dünyanın dönüştürülmesinin becerilmemesidir. Wallerstein, Maoizm’den Porto Alegre’ye başlığı altında, Mao Zedung’un ölümüyle birlikte bugüne ulaşan ve hala önemini koruyan bu tür bir hareket kalmadığını iddia ediyor. (Age, Syf. 188)

1970’ler sonrası çıkan “Yeni” hareketlerin ise iki temel özelliği bulunmaktadır. Bunlar: Etnik köken, Kadın hakları, Çevre hakları gibi geçmişte hep ikincil kalan sorunların, hareketlerin önceliği haline gelmesi ile devlete ve iktidar hedefleyen hareketlere karşı güvenin yitirilmesidir. Burada şu soru akla gelmektedir. Peki, iktidar hedeflemeyen hareketler dünyayı nasıl değiştirecektir? İçine girilen derin krizle birlikte, şu anki dünya egemenleri sistemi daha fazla korumaya çalışmaktadır. Böylelikle de küreselleşmeyi daha iyi bir duruma getirmenin yolu açılmış oluyor. Yani artık “Daha iyi bir toplumun neye benzeyeceğini de tasarlayıp durmaya bir son vermemiz” gerekmektedir. (Age. Syf. 194)

New Left Review Dergisi’nde çıkan David Graeber imzalı yazı meselenin özünü çok iyi yakalamış. Graeber’e göre hareketin kalbi, harekete yeni ve umut verici hemen her şeyin kaynağı Anarşizm’dir. (David Graeber, Yeni Anarşistler, New Left Review, Türkiye Seçkisi, Everest Yay. Syf. 198, İstanbul 2003) Hareketin içindeki grupların büyük çoğunluğu küreselleşmeyi İMF ve DTÖ’den daha fazla savunurlar. Ulus/Devletler de sıkı şekilde korunan tek biçimli parsellerin oluşturulmasından başka bir işe yaramamıştır. (Burada Graeber, vatan yerine parsel demeyi tercih ediyor) Esasında rahatsız olunan konu bağımsızlık çizgisi temelinde nihai amaç teşkil ettiği anti-emperyalist mücadele geleneğidir.

Yine Michael Hardt, Yeni Bandung mu? yazısında bağımsızlık savunusunun tehlikesinden bahsediyor. Ağ hareketleri* çağında siyasal mücadele artık farklı yöntemlerle yürümelidir. Her türlü bağımsız/halkçı çözümlere karşı çıkılmalı ve yerine demokratik bir küreselleşme arayışına gidilmelidir. (Michael Hardt, Yeni Bandung mu? New Left Review, Türkiye Seçkisi, Everest Yay. Syf. 218, İstanbul 2003)

Ağ Hareketleri* Graeber ve Hardt’a göre hareketin bu yeni biçimi onun ideolojisidir. Devletler, partiler ya da kurumlar gibi dikey yapıların yerine yatay ağların, merkezi olamayan, hiyerarşik olamayan bir demokrasi kavrayışının ilkeleri üzerine inşa edilmiş ağların egemen olduğu örgütlenme biçimi.

WALLERSTEİN’İN AMACI NE?
Çağdaşımız Immanuel Wallerstein’in, dünya ekonomik sisteminin tarihsel temellerine ve geleceğe yönelik değerlendirmelerinin gerçekte tek bir amacı bulunuyor: Bütün ezilen ülkeler kendilerini asla kurtulamayacakları bir kapanın içinde görüp, emperyalizme karşı mücadele etme sevdasından geri dönmelidirler. Öyle ki, Wallerstein, doğu ülkelerine olanca nefesiyle bir çaresizlik havası üfledikten sonra durup, onlara kendisinin “Bireysel direniş” dediği “Göç” seçeneğini öneriyor. Başka bir deyişle, “Madem direnişten söz ediyorsunuz, o zaman siz de bireysel olarak direnin!” diyor ve dünyanın ezilen halklarının en akla yakın kurtuluş seçeneğinin kuzey ülkelerine göç etmek olacağını anlatıyor. Çünkü Wallerstein’e göre kuzey ülkeleri ne kadar yasa çıkarsalar da, güney ülkelerinden gelecek olan göç dalgalarına karşı koyamayacaklardır. (Wallerstein, 1998,30)

Immanuel Wallerstein, ezilen/mazlum ülkelere kurbanlık bir koyun gibi kendilerini kasabın insafına bırakmaktan başka bir seçenek tanımamaktadır. Buna karşın buralarda yaşayan halklar, doğup büyüdüğü ülkelerinin direnişini desteklemeyi bırakıp, kendileri “Bireysel” olarak “Direnmeli” ve güney ülkelerine kaçarak kurtarmalıdırlar.

WALLERSTEİN’İN YARATMAK İSTEDİĞİ BULANIKLIK

Wallerstein’e göre dünya üzerindeki bütün ülkeler 18. yüzyılın sonu ve 19. y. yılın başından başlayarak bütün yer küreyi sarmış olan kapitalist bir dünya ekonomisinin parçalarıdırlar. 20. yüzyıl boyunca kendilerine sosyalist diyen ve bağımsız olduklarını ileri süren devletler gerçekte sadece kendilerini avutmuşlardır. Bir devlet nasıl olurda, dünyayı dev örümceğin ağı gibi sarıp sarmalamış kapitalist dünya ekonomisinden özerk olduğunu söyleyebilir? Devrimciler ve ezilen halk yığınları ise bu gerçeği ancak 1970’lerin başında kavrayabilmişlerdir. İşte 1968 öğrenci ve halk hareketleri çarpık yüzlü kapitalizme bir tepki olmaktan daha çok; sosyalizme, tam bağımsızlığa ve ilerlemeye; buradan yola çıkarak aydınlanmaya ve modernizme duyulan güçlü inancın yok olup gitmesinden doğan düş kırıklıklarının bir ifadesidir.

Peki, Ekim 1971’de Bolşeviklerin daha sonra da koskoca Sovyetler Birliği’nin yapmaya çalıştığı neydi? Bolşeviklerin sosyalist devrimi, yüzyılın ikinci yarısından sonra başarısızlığa gömülmeye başlamışsa da, başlangıçta kapitalist dünya sistemine karşı bir tokat, bir ilerleme hamlesi değil miydi? Wallerstein’e göre Rus Devrimi de, kapitalist dünya sisteminin bir parçasıydı. Ezilen/mazlum ülkelere, işçilere ve emekçilere bir umut yolu olarak ortaya çıktıysa da, dünya sisteminin örtülü bir parçası olduğundan Rus devrimi de gerçekte ABD hegemonyasının hizmetinde yaşadı (Wallerstein, 1998, 22).

Dahası Sovyetler Birliği, ABD’nin sağ kolu olma görevini başarıyla yürüttü. Wallerstein, SSCB ve ABD’yi “Aynı dünya hegemonyasının sürdürücüleri” olarak tanımlarken, bu görüşüne kavramsal bir temel kazandırmak için I. (Emperyalist) Dünya Savaşı sonunda ortaya çıkan Wilson ilkelerini, yukarıda da değinildiği gibi, gider ve Lenin’in ilkeleriyle aynı kefeye koyar.

Çünkü ona göre ikisi de, üçüncü dünya ülkelerinin ulusal bağımsızlığını savunan ilkelerdi. Wallerstein SSCB/ABD bağlılığını öngören akıl yürütmesine dayalı olarak, 1990’larda Sovyetler Birliği’nin dağılışını benzetebilirse tek bacağı parçalanmış ABD hegemonyasının yıkılışı olarak göstermek istemektedir. Gerçekte ise yapmak istediği, aynayı karşıdan tutup özellikle ezilen ülkelerin devrimci ve ilerici/bağımsızlıkçı aydınlarında bir kafa karışıklığı yaratmaktır.

Hiç kuşkusuz, Wallerstein bu gün içinde nefes alıp verdiği Amerika Birleşik Devletleri’nin dünya üzerindeki çıkarlarına oldukça bağlıdır. Öyle ki, ülkesinin dünya üzerindeki hegemonyasının sürmesi için kabul edilebilir düşünsel temeller arıyor. Wallerstein’in tavrı oldukça anlaşılır ve doğaldır. Çünkü emperyalist ABD hegemonyasının zarar görmesini, dünyanın geleceği için bir tehlike olarak görmesi bile onun yerini gözlerimizin önüne serivermektedir. O yüzden tekrardan konuya dönecek olursak…

ANARŞİZMİN BLOKU

Hareketlere kuşbakışı baktığımızda çok seslilik yanında, karnavalları aratmayan bir renklilik ve eğlence de görürüz. Hatta Paris toplantıları sırasında alkol ve eroin kullanımını sınırlandırmak için çağrılarda bulunulması ve ekipler kurulması olaya bir boyut daha koymaktadır. İşin esası bu eski/yeni kavramlarına dayanıyor. Soğuk savaş yıllarında Amerika propagandası aygıtlarının (Medya, Sinema endüstrisi vs…) batı gençliğinden, üçüncü dünya gençliğine kadar sosyalizm hakkında yarattığı imaj dikkat çekicidir. Tamamen gri renklerin hâkim olduğu, güneşin hiç yüz göstermediği, insanların gülmeyi dahi unuttuğu ağır sanayi toplumları bu imajı betimler. Amerikan ruhunda batı haklarını vs… temsil ettiğini düşünürsek çok renkliliğin ideolojik geri planını nereden kaynaklandığını da daha iyi anlarız. Hareketin merkezindeki önemli gruplarının birinin ismi daha fazla cümle kurmamızı gereksizleştiriyor: Anarşist Soytarılar Bloku. (Bu konuda, the revolutionary anarchist clown bloc ismiyle internette arama yapıp ayrıntılı bilgi edinebilirsiniz.)

Çürüyen sistemin kirlilerini örten ve uyuşturma mekanizmasına dönüşen bu sahtelik, kabuğunu çoktan kırmış ve giderek serpilen sosyalizmin devrimci kültürüyle boy ölçüşemezdir. Bu bağlamda tarihin kültürler üzerindeki en büyük kanunu, üretim güçlerindeki gelişmeyle eskiyi tasfiye edecek yeni sistemin kültürel alanda da büyük bir patlamaya ve yaratıcılığa yol açmasıdır. Fakat açıkça ortadadır ki, küreselleşme karşıtı hareket, kültürel referans olarak çürüyen sistemi almaktadır.

HAREKETİN İDEOLOJİK REFERANS KAYNAKLARI

Almanya Enternasyonalizm Koordinasyonu’nun Frankfurt’ta 9–12 Mayıs 2002 günlerinde düzenlediği 25. yıl kongresinin sonuç bildirgesinin ilk cümleleriyle başlayalım:

“Küresel kapitalizmde bir hayalet dolaşıyor: Küreselleşme karşıtlarının hayaleti.” Kongreye ilişkin Praksis Dergisi’nde çıkan değerlendirmede tartışmaların Hardt/Negri fikirleri Lenin/Rosa Luksemburg fikirleri arasında geçtiği belirtiliyor. İktidar kavramı tartışıldığında Hardt/Negri üzerinden Foucault’ya, kapitalizmin eleştirisi tartışıldığında Lenin/Rosa Luksemburg üzerinden Marks’a yapılan vurguların artması dikkat çekicidir. Açıkça sistemin genel eleştirisinin üstüne iktidarsızlık kavramını inşa edildiği ortadır. Tukakalaşan eski düşüncenin yapıcı tarafları terk edilirken yıkıcılık, “Anti”lik, “Karşıtlık” kavramları temel haline geliyor. Aşağıdan yukarıya örgütlenmelerin merkeze oturması ve daha birçok parlatılan benzer fikirleri sıralayabiliriz. (Emre Arslan, Olay Mahalli: Küreselleşme A. E. Koordinasyonu (BUKO) Kongresi, Praksis, Yaz 2002)

Tüm hareketi kapsamada Antonio Negri ve Michael Hardt’ın “İmparatorluk” kitabında daha da sistematikleşen, hatta bazı aydınların gözünde mücadele programına (Manifesto) dönüşen bu fikirlerin bazı saptamalarına alt başlıklar halinde değinmek gerekiyor.

KÜRESEL BURJUVAZİ KÜRESEL PROLETARYA
Neo-liberalizmi benimseyen aydınların diline pelesenk olan “Küresel köy” kavramsallaştırılmasının kaçınılmaz uzantısı olan dünya vatandaşlığı, simgesel olarak “Artık sınırların kalktığı…” ile başlayan o bildik tekerlemeyi anımsatıyor. Hardt ve Negri’ye göre küresel yurttaşlık kendi programlarının ilk politik talebidir. (Antonio Negri ve Michael Hardt, İmparatorluk, Ayrıntı Yayınları, Syf. 401, İstanbul 2001) Tabii ki bu yönelişin kökeninde ulus devletin aşıldığı iddiası var.

Robinson ve Harris’in çalışmalarında da eskiden sınıflar arası ilişkiler ulus devlet altında gerçekleştirilirken, yeni uluslar üstü süreçte ulus devlet kapitalizmin örgütlenme temeli olmaktan çıktığı, dünya küresel burjuvazi ve küresel proletarya şeklinde bölündüğü iddiası yer alır. (Robinson ve Haris’ten aktaran Hayri Kozanoğlu, Küreselleşme ve Uluslar Üstü Sermaye Sınıfı, Doğu Batı, Syf. 57 2002)

İmparatorluk kitabında daha muğlâk olan çokluk kavramı, Robinson ve Harris’in çalışmasında sınıf olarak tanımlanıyor. Bu: Almanya’daki, Peru’daki, Tayvan’daki işçi sınıfı düzlemi olarak aşıp, tek bir dünya sınıfının oluşturmasıdır. Yalnız “Aşma” sınıfsal çatışmayı da yok saymaktadır. Çünkü ulusal düzlemde işçi sınıfıyla çelişkili bir düşman da kalmıştır. Küresel proletaryanın düşmanı, ulusal sınırların üstüne çıkmış, sermayenin küresel örgütlenmeleridir. Oysa İMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü gibi uluslararası kurumlar özel ulusal sermayelerin ajanlarıdır. Sahip oldukları yaptırım güçleri de ulus devletlerden gelir. (Ellen M. Wood, Mutsuz Aileler: Küresel Kapitalizm ve Ulus-Devlet, Der. J. Petras, 2000’li Yıllara Girerken Kapitalizm, Kaynak Yayınları, Syf. 20, İstanbul 2000)

Tabii ki iddia ettikleri gibi Türkiye’nin İMF’ye üye olması, orayı yönlendirdiğimiz anlamına gelmiyor. “Avrupa’da yönetici kurumları oluşturan uluslararası anlaşmalar, Avrupa burjuvazilerinin dışında veya üstünde oluşmuş şeyler değillerdir.” (G. Albo ve A. Zuege, Bugünün Avrupa Kapitalizmi Euro ve Üçüncü Yol Arasında, Der. J. Petras, 2000’li Yıllara Girerken Kapitalizm, Kaynak Yayınları, Syf. 92, İst. 2000)

Ulusal devletlerin oluşturduğu yaptırım araçlarından farklı olarak, ulusal sermayelerin biçimsel ve nitelik anlamda değiştiği, sonuçta “Ulus ötesi” kimlik taşıdığı da politik çıkarsamaların devamı olarak iddia ediniliyor. Hemen hemen bu bakış açısıyla kalem oynatmış bütün yazarların ortak kavramsallaştırması “Ulus üstü” sermaye biçimidir. Bu noktada da sermayenin merkezileşmesinin sonucunu teşkil eden tekellerin “Sıçrama” yaparak ulusal devletlerinden kurtulduğu ya da kurtulmaya çalıştığı kanısında değiliz. C. Somel’in de belirttiği gibi, küreselleşmeyi sürükleyen büyük şirketler, dünyadaki sayılı gelişmiş ülkenin örgütleridir. Mülkiyet hisseleri bakımından da incelersek bu şirketler gelişmiş ülke milli ekonomilerinin birer uzantıdır. (Cem Somel, Azgelişmişlik Perspektifinden Küreselleşme, Doğu Batı, 18, Syf. 143, 2002) Ve bu az sayıdaki ezen devletin şirketleri kendi ulusunu oluşturan tüm toplumsal tabakalar (işçi sınıfı dahil) adına sömürüsünü devam ettirmeyi, genişletmeyi hedefler. “Emperyalizmi tanımlayan sermaye ihracı ile birlikte diğer ülkelerin sömürüsüyle yaşayan ülkenin topuna asalaklık damgasını vurur. (Vladimir İliç Lenin, Emperyalizm Kapitalizmin En Yüksek Aşaması, Sol Yayınları, Syf. 107, Ankara 1990)

MERKEZ - ÇEVRE ÇELİŞKİSİNİN ÖNEMİNİ YİTİRMESİ
MAI Karşıtı Çalışma Grubu tarafından yayımlanan “MAI: 21. Yüzyılın Sömürgecilik Bildirgesi” başlıklı kitapçıktan alıntıyla başlayalım: “Bugüne kadar bu paylaşım kavgası, ülkeler arasında olduğu zamanlarda savaşlarla (dünya ölçeğine yayılabilen) ve ülkeler arasında klasik emperyalist bağımlılık biçiminde yürümekte idi. Ancak, emperyalizmin özellikle son yirmi yıldır, içine girdiği yoğunlaşma ve merkezileşmenin biçimlendirdiği yeni yönelimi farklılaşmıştır. Artık paylaşım ülkeler arasında yürümemekte, neredeyse iş kollarına kadar bir düzlemde, ülkeler ya da emperyalist ulus devlet güçlerinin birlikteliği düzleminde değil, onları da aşan ulus ötesi sermayenin belirlediği zeminlerde gerçekleşmektedir. (…) Dolayısıyla ulus ötesi en egemen sermaye kesimlerinin, işlevini değiştirmeye çalıştıkları ulus devlet, emek sınıfları açısından bir mevzi olarak kabul edilip, bu perspektifle savunulmamalıdır.

Venezüella’da Hugo Chavez’e karşı yapılan darbe girişimi ve sonrasında yaşanan gelişmeler günümüz sınıf mücadelesindeki saflaşmaya ilişkin tartışmalara verilebilecek girişim sadece, giderek artan oranda, daha acımasız türden bir küresel sistem tahakkümü, güçsüzlük ve yoksulluk anlamına gelecektir. (Michael Hardt ve Antonio Negri, İmparatorluk, Ayrıntı Yay. Syf. 297 İst. 2001)

Görüldüğü gibi direnmek, uluslararası tekellerin ülke kaynaklarını sömürmesine karşı çıkan ulus devleti savunmak: “Yoksullaştırıcı” bir yönelim olmaktadır. Oysa tarih, ekonomik büyümeyi ve refahı sağlamanın nasıl olursa olsun, birinci koşulunun emperyalizme direnmek olduğunu göstermiştir. “Üçüncü Dünya’nın ilerlemesi, bu koşullarda birikimin doğal yasasına uymak yerine ona karşı koymayı gerektiriyor. Bu sonuç, gelişme, halkçı sosyal ittifakları ifade eden iktidar biçimleriyle evrimci ilişkiler temelinde olduğu zamanda geçerlidir. Kore ve Tayvan’ın başarılarının nedeni ancak böyle kavranabilir. Her ikisi de egemen eğilimlere ve liberal öğütlere karşı direndiler. (Samir Amin, Kaos İmparatorluğu Yeni Kapitalist Küreselleşme, Kaynak Yay. Syf. 45 İst. 1993)

Ezen/ezilen çelişkisinin yok olması belli bir hedefin kalmamasına da yol açıyor. Margulies’e göre piyasa ekonomisinin hayatın her alanına egemen olması, önce Amerika ve Avrupa’da başladı. Dolayısıyla bu siyasetlerin Amerika’nın değil uluslararası sermayenin, Üçüncü Dünya ülkelerine değil tüm dünyaya dayattığı siyasetler olduğunu iddia ediyor. Ve yazara göre direniş de doğal olarak buralardan başladı. (Roni Margulies, Seattle Öncesi ve Sonrası, Der. L. Wallac ve M. Sforza, DTÖ: Kimin Ticaret Örgütü, Metis Yay. Syf. 8 İst. 2002)

Hedef ise gayet muğlâk olan sermayenin küresel örgütlenmeleri, Margulies bu görüşlerini son yaşanan Irak işgaliyle umarım değişmiştir. Ama yinede çok umutlu olmamak lazım çünkü bu görüşlerin belli amaçlarla imal edildiği de ortadadır.

EMPERYALİZM ve TEK KUTUPLULUĞU MUTLAKLAŞTIRMA
“Bağımsız (bağımsızlığı savunan devletler) hükümetler, globalizsayonla ilgili olarak kaçınılmaz biçimde bozguna uğrayacaklardır.” (World Bank, 2000, Aktaran Cole, Syf. 44, 2002) Bu kaçınılmazlık, küreselleşmenin karşı durulmaz bir süreç olduğu bilinçlerde yer ettiği zaman alternatif yerine, direnme ya da dönüştürme ön plana çıkar. Petrol-İş Sendikası’nın 2000–2003 yıllığında Prof. Dr. Meryem Koray imzalı yazıda da küreselleşmeyi dönüştürmekten bahsetmenin daha anlamlı olacağından bahsediliyor. (Meryem Koray, Küreselleşmeye Eleştirisel Bir Bakış ve Yeni Küresel Bir Anlayışın ve Örgütlenmenin Kaçınılmazlığı, 2000–2003 Yıllık, Petrol-İş, Syf. 65 İst. 2003)

“Finans kapitalin mantığını kavrayıp, küreselleşmeye karşı politik talepler sermayenin toplumsal kontrolü üzerine oturtmalı. Emek hareketinin dış ticaret konuları, örgütlenme ve toplu pazarlık yanında finans kapitalin gücünü sınırlayıcı düzenlemeleri de gündeminden eksik etmemesi gerekiyor.” (Tabb 1999, Aktaran Hayri Kozanoğlu, Küreselleşme ve Uluslar Üstü Sermaye Sınıfı, Doğu Batı, 18, Syf. 58, 1999)

Tabb’ın yaklaşımı muğlâk bir sermayenin toplumsal kontrolü üzerine sistematize edilmiş. Devlet araç olarak görülmediği için ifade tarzı da “Talep etme” düzeyinde kalmaya mahkumdur. “Bu öldürülüş ve açlık, yıkıcı küreselleşmenin temsilidir ve bizi neo-liberal küreselleşmeyi ciddi bir sorgulama sürecine sokmaya, “İyi ve insansal yönetişimin” var olduğu bir yapıya dönüştürmeye zorlamaktadır.” (H. Kozanoğlu, Küreselleşme ve Ulular Üstü Sermaye Sınıfı, Doğu Batı 18, Syf. 63, 2002) Kötüsü varsa iyisi de vardır gibi mantıksal bir ilerleyiş, süreci yönetim sorunu olarak özetlemekle beraber buna karşı mücadele perspektifini ortaya (doğal olarak) koyamamaktadır.

“İçinde yaşadığımız ekonomik-politik, kültürel tüm yaşam etkinliklerini kar mantığına tabi kılan süreci ulusal-bağımsız devlet kalıpları içerisinde, geleneksel emperyalizm tahlilleri çerçevesinde açıklamak imkânsız görünüyor” (Age. Syf. 63) Tüm yaşam etkinliklerinin içine sinmiş düzeni, çelişkilerin de ortadan kalktığı bir yaşam formu olarak da belirtmeliyiz. Küreselleşmenin mutlaklığı Kozanoğlu’nu çaresizlik üzerinden pasifizme varan bir teorik inşaya yönlendiriyor.

Dünya çapında üretim organizasyonunun geldiği yeni aşama Arrighi’ye göre kapitalistler arası rekabetin savaşlara yol açtığı dönemin sonunu getirmiştir. (Age. Syf. 57) ) Arrighi’nin bu yaklaşımı her ne kadar geleneksel kalıpların dışına çıkma kaygısıyla gerçekleşse de bize eski bir tartışmayı hatırlatıyor. Alman sosyal demokrasinin önderlerinden Karl Kautsky, böyle bir saptamayı yüzyıl kadar önce yapmıştı.“(Kautsky ve yandaşları) şöyle demektedirler, sermayenin uluslararası karşılıklı bağımlılığının gelişmesi çeşitli kapitalist gruplar arasındaki rekabeti elimine etme eğilimi yaratır.

Bu ‘Barışçıl’ eğilimin alttan gelen baskısıyla güçleneceğini ve bu yolla yırtıcı emperyalizmin yerini sakin ultra-emperyalizme bırakacağını söylerler.” (I. Nikolay Bukharin, Emperyalizm ve Dünya Ekonomisi, Spartaküs Yayınları, Syf. 125 İst. 1996) Emperyalist Amerika Birleşik Devletleri (ABD’nin imparatorluğu) altında tek kutuplu dünya tasviri ile Kautsky’nin “Ultra-emperyalizm dünyaya barış getirecektir” tahlili örtüşmektedir. Oysa tarihin akışı dünyanın tekrar çok kutupluluğa evrildiğini göstermektedir. Irak’taki emperyalist paylaşım savaşı süresince, Almanya-Fransa ve ABD arasında doğan gerginlikler, gelişen Çin ve Hindistan’ın Rusya ile birlikte oluşturmaya çalıştıkları Asya’da bir güç olarak diğer kapitalist ülkelerin karşısında durmaktadır. Bu da tek kutupluluk iddialarını çürütmektedir.

ANARŞİ Mİ DEVRİM Mİ?

Devam edecek olursak; Bir tepki akımı olan Anarşizm, Büyük Fransız Devrimi’nin yarattığı zengin entelektüel birikimi de bu yüzden değerlendirilememiştir. Anarşizm’in devrimci bir akım olamamasının temel sebeplerinden birisi de budur. Yani Anarşizm: çelişkili niteliğini ortaya koyduğu Liberalizmin bir eseridir. Aynı şekilde Anarşizm’in felsefi temelleri de, liberal yapının (ekonominin) ideolojik temeli işlevini de gören fikir hareketlerindedir. Anarşizm ya fikir hareketlerine karşı bir tutum takınır, ya da bu fikir hareketlerini en uç noktasına vardırarak çıkarsamalar yapar. Anarşizm’in felsefi temelleri bazen çok karışıktır, “Bilmediğimiz gizli bir geçmiş”le ilgisinden her ne kadar söz edilse de, Anarşizm’in felsefi temellerini, kendisine yakın büyük ideolojik akımların incelenmesiyle çıkarmak mümkündür. Bir yandan rasyonalist Fransız bireyciliği, diğer yandan zaten büyük ölçüde Fransız rasyonalist bireyciliğinden kaynaklanan Alman mutlak idealizmi…” (Arvon Henri, Anarşizm, Çev. Ahmet Kotil, İletişim Yayınları, Cep Üniversitesi, I. Basım, Syf. 17 Şubat 1991)

Ama burada konumuz daha çok Anarşizm’in ortaya çıktığı koşullarda fikir gelişimine ışık tutmak değil siyasal gelişmeler doğrultusunda oynadığı rolleri sıralayabilmektir. Çünkü başından beri yapmaya çalıştığımız Bilimsel Sosyalizm ile tartışmaları ve dönemin kimi yaklaşımlarını çerçeve olarak almaya çalışmamamızdandır. Bu yüzden Anarşizm alan soytarılığından da öte, Anarşizm’in de kendine özgü bir retoriği, söylemi, eylem biçimi olduğunu da yadsımayarak, kendisini siyasetin hep “Sol” tarafına bir yer biçen bu akımın bunu esas olarak “Özgürlükçü” karakterine bağlıyor olmasındadır. O yüzden “Özgürlük her şey midir?”, “Ya da mutlak özgülük var mıdır?” İşte bu tartışmalar yerine, sosyalizmin karşıtlığı üzerinden kimlik edinmeye çalışan bir akım olarak Anarşizm’i de ele almanın ve Anarşistlerin, miras hakkı, ateistliğin programa konulması ve devlet konusunda gereksiz ve “Radikal” tavırlarını ince bir alayla ele aldıktan sonra Engels meselenin özünü şöyle özetlemektedir: “… İşte görüyorsunuz, Bakunin’cilerin hareketlerinin başlıca sonucu, saflarımızda bir bölünmeye yol açmak olmuştur. Hiç kimse onların dogmalarının karşısına engel dikmedi, ama bu onlara yetmiyordu ve onlar tüm üyelerimizi kumanda etmek ve kendi öğretilerini herkese kabul ettirmek istediler…” (Karl Marks/Frederich Engels, V. I. Lenin, Anarşizm ve Anarko-Sendikalizm, Çev. Sevim Belli, I. Basım, Sol Yay. Syf. 58 Mart-Ankara 1979)

JOSEF STALİN: ANARŞİZM Mİ? SOSYALİZM Mİ? (Okuyucuya not: Makale boyunca “J. St” kısaltmalarının dışında Stalin, Stalin imzasını almadan önce, 1912'lere kadar, “Koba”, “Ko” ve ya “K” imzalarını kullanmıştır...)

Stalin 1946 yılında “Toplu Eserleri”nde “Anarşizm mi sosyalizm mi?” ve yine devamla aynı yapıt içerisinde yer alan “Diyalektik yöntem”, “Anarşistler proleter sosyalizme nasıl bakıyorlar?” adlı yapıtındaki üç temel başlıkta sorunu ortaya koyuyor, döneminin perspektifiyle, yer verdiğimiz bu uzun ama yararlı makalesinde bakın Stalin yoldaş ne diyor; Çağdaş toplumsal hayatın odağı, sınıf mücadelesidir. Bu mücadele sırasında, her sınıfa, kendi ideolojisi yol gösterir. Burjuvazi, kendi ideolojisine, [şu] sözde liberalizm'e (Burada kullanılan biçimiyle liberalizm, bir anayasal monarşi biçiminde uzlaşma peşinde koşan Rus burjuvazisinin, 1905-06'da büyük toprak ağaları ve çarlık karşısındaki durumunu yansıtmaktadır. Siyasi ifadesi Anayasal Demokrat Parti idi.) sahiptir. Proletarya da kendi ideolojisine sahiptir - bu, çok iyi bilindiği gibi, sosyalizmdir.

Liberalizme, bütün ve bölünmez bir şey olarak bakılmamalıdır: bu, burjuvazinin farklı tabakalarına tekabül eden farklı eğilimlere bölünmüştür.

Sosyalizm de, bütün ve bölünmez değildir: onun içinde de farklı eğilimler vardır. Biz, burada, liberalizmi incelemeyeceğiz - bu görevi başka bir zamana bırakmak daha iyi olur.

Okuyucuya not: (Kropotkin, Peter A. (1842–1921.) Rus coğrafyacısı ve anarşizrnin teorisyeni! Londra'da sürgünde yaşadı, 1917 Devriminden sonra Rusya'ya döndü ve orada öldü) yalnızca sosyalizmi ve onun eğilimlerini tanıtmak istiyoruz. Sanırız, bunu daha ilginç bulacaktır. Sosyalizm üç ana eğilime ayrılmıştır: reform, anarşizm ve Marksizm. Reformizm, (Bernstein ve diğerleri), sosyalizmi uzak bir hedef olarak görür, bundan öte bir şey değil ve gerçekte sosyalist devrimi reddeder ve sosyalizmi barışçı araçlarla kurmayı amaçlar. Reformizm, sınıf mücadelesini değil, sınıf işbirliğini savunur. Bu reformizm, gün geçtikçe çürümekte, gün geçtikçe sosyalizme benzer [yanlarının] tümünü yitirmektedir ve bizce, bu makalelerde, sosyalizmi tanımlarken, [reformizmi] incelemenin hiçbir gereği yoktur.

Marksizm ve anarşizme gelince iş başkadır: her ikisi de, bugün, sosyalist eğilimler olarak kabul edilmektedir, her ikisi de birbirlerine karşı şiddetli bir mücadele vermektedirler, her ikisi de kendilerini, proletaryaya gerçek sosyalist doktrinler olarak sunmaya çalışmaktadırlar ve kuşkusuz, bu ikisinin incelenmesi ve karşılaştırılması, okuyucuya çok daha ilginç gelecektir. Biz, "Anarşizm" sözcüğü söylenince küçümseyerek başını çeviren, yukardan bir havayla elini sallayarak, "Neden bunun üzerinde vakit harcamalı? Hakkında konuşmaya bile değmez" diyenlerden değiliz. Bizce, böyle ucuz "Eleştiriler" hafifliktir ve [hiç bir] yararı yoktu.

Biz, anarşistlerin "Arkalarında yığınlar bulunmadığı ve bu yüzden, pek tehlikeli olmadıkları" düşüncesiyle kendisini avutanlardan da değiliz. Bugün sorun, kimin, daha büyük ya da daha küçük "Yığınları" arkasından sürüklediği sorunu değildir; önemli olan doktrinin özüdür. Eğer anarşistlerin "Doktrini" gerçeği yansıtıyorsa, o zaman açıktır ki, [Anarşizm] kendine mutlaka bir yol açacak ve yığınları kendi etrafında toplayacaktır. Ama eğer geçersizse ve yanlış bir temel üzerine kurulmuşsa, çok devam edemeyecek ve ayakları havada kalacaktır. Ama anarşizmin geçersizliği kanıtlanmalıdır.

Bazı kişiler, marksizmin ve anarşizmin aynı ilkelere dayandığını ve aralarındaki anlaşmazlıkların yalnızca taktiklere ilişkin olduğunu sanırlar, öyle ki, bu kişilerin görüşüne göre, bir eğilimi diğerinin karşısına çıkartmak yanlıştır. Bu, büyük bir hatadır. Biz, anarşistlerin, marksizmin gerçek düşmanları olduğuna inanırız. Bunun sonucu olarak da, gerçek düşmanlara karşı gerçek bir mücadele verilmesi gerektiğini savunuruz. Bu nedenle, anarşistlerin "doktrinini" baştan sona incelemek ve bütün yönleriyle iyice değerlendirmek zorunludur. Mesele şudur ki, marksizm ve anarşizm, her ikisi de, mücadele arenasına sosyalizm bayrağı altında girmelerine rağmen, bütünüyle farklı ilkeler üzerine kurulmuşlardır. Anarşizmin temel taşı, bireydir. [Anarşizmin] öğretilerine göre, [bireyin] kurtuluşu, yığınların, [yani] kolektif vücudun kurtuluşunun baş koşuludur. Anarşizmin öğretilerine göre, birey kurtulmadıkça, yığınların kurtulması olanaksızdır. Buna uygun olarak, sloganı, "Her şey birey için"dir. Oysa marksizmin temel taşı yığınlardır. [Marksizmin] öğretilerine göre, [yığınların] kurtuluşu, bireyin kurtuluşunun baş koşuludur. Yani, Marksizm'in öğretilerine göre, yığınlar kurtulmadıkça, bireyin kurtulması olanaksızdır. Buna uygun olarak, sloganı, "Her şey yığınlar için"dir.

Açıktır ki, burada, sadece taktikler üzerine anlaşmazlık değil, biri diğerini reddeden iki ilke bulunmaktadır.

Makalelerimizin amacı, bu iki karşıt ilkeyi yan yana koymak, Marksizmi anarşizmle karşılaştırmak ve böylece her birinin meziyetlerine ve kusurlarına ışık tutmaktır. Tam burada, okuyucuya bu makalelerin planı hakkında bilgi vermek gerekir kanısındayız. Marksizm'in bir tanımı ile [işe] başlayacağız, bu arada anarşistlerin Marksizm üzerindeki görüşlerine değineceğiz, ondan sonra da anarşizmin eleştirisine geçeceğiz. Şöyle ki, diyalektik yöntemi, bu yöntem üzerine anarşistlerin görüşlerini ve bizim eleştirimizi; materyalist teoriyi, anarşistlerin görüşünü ve bizim eleştirimizi (burada da sosyalist devrimi, sosyalist diktatörlüğü, asgari programı ve genel olarak taktikleri tartışacağız); anarşistlerin felsefesini ve bizim eleştirimizi; anarşistlerin sosyalizmini ve bizim eleştirimizi; anarşist taktikleri ve örgütlenmeyi açıklayacağız - ve sonuç olarak da vargılarımızı vereceğiz.

Küçük topluluk sosyalizminin savunucuları olan anarşistlerin, gerçek sosyalistler olmadığını kanıtlamaya çalışacağız.

Ayrıca, proletarya diktatörlüğünü reddettikleri sürece, anarşistlerin gerçek devrimciler de olmadıklarını kanıtlamaya çalışacağız...

Ve böylece, konumuzda ilerleyeceğiz.

DİYALEKTİK YÖNTEM

Marksizm, yalnızca sosyalizmin teorisi değil, bütün bir dünya görüşü, bir felsefi sistemdir. Marks'ın proleter sosyalizmi, [bunun] mantıki bir sonucudur. Bu felsefi sisteme, diyalektik materyalizm denir.

Bu yüzden, Marksizm'i yorumlamak, aynı zamanda, diyalektik materyalizmi yorumlamak anlamına gelir.

Bu sisteme neden diyalektik materyalizm adı verilmiştir?

Çünkü yöntemi diyalektik ve teorisi materyalisttir.

Diyalektik yöntem nedir?

Deniliyor ki, toplumsal yaşam sürekli hareket ve gelişme halindedir. Bu doğrudur: yaşama, değişmez ve (Eleştirel Eleştirinin Eleştirisi. Burada 1845'te yayınlanan, Kutsal Aile ya da Bruno Bauer ve İzleyicilerine Karşı Eleştirel Eleştirinin Gözden Geçirilmesi'ne atıfta bulunmaktadır. Bu, Marks ve Engels arasındaki ilk ortaklaşa yapıttır, bilimsel sosyalizmin kurucuları, bu yapıtta, Hegelciliğin ilk sistematik eleştirisine girişmişlerdir. Ed. Syf. 17) durağan bir şey gözü ile bakılmamalıdır; (yaşam) hiç bir zaman bir düzeyde kalmaz, sonsuz bir hareket, sonsuz bir yıkılış ve yaratılış süreci içindedir. Bu nedenle, yaşam her zaman eski ve yeniyi, büyüyen ve öleni, devrimci ve karşı-devrimci olanı içerir.

Evrim, devrimi hazırlar ve ona zemin yaratır; devrim, evrim sürecini tamamlar ve onun daha ileri faaliyetini kolaylaştırır.

Doğada da benzer süreçler yer alır. Bilim tarihi göstermiştir ki, diyalektik yöntem, gerçekten bilimsel bir yöntemdir Astronomiden başlayıp, toplum bilime kadar her alanda, evrende hiç bir şeyin öncesiz ve sonsuz olmadığı, her şeyin değişip, her şeyin geliştiği düşüncesinin kanıtını buluruz. Ve bu demektir ki, diyalektiğin ruhu, zamanımız bilimine tümüne işlemiştir.

Hareketin biçimlerine gelince, diyalektiğe göre küçük nicel değişikliklerin uzun dönemde nitel değişikliklere yol açacağı gerçeğine gelince - bu yasa, doğa tarihi için de, aynı ölçüde geçerlidir. Mendeleyev'ın, "Unsurların devri çizelgesi" nicel değişikliklerden, nitel değişiklikler (Mayer, Julius Robert Von (1814–1878). Alman fizikçisi, enerjinin sakınımı teorisinin altında yatan ilkeyi formüle etmiştir. Ed. Syf. 18) doğmasının doğa tarihinde ne büyük önem taşıdığını göstermektedir. Aynı şey, biyolojide, yeni-Darvinizmin yerini almakta olan yeni-Lamarkizm ile sergilenmektedir.

Friedrich Engels'in, Anti-Dühring'inde yeter derecede ışık tuttuğu diğer gerçekler hakkında bir şey söylemeyeceğiz.

Diyalektik yöntemin kapsamı işte budur.

ANARŞİSTLER PROLETER SOSYALİZMİNE NASIL BAKIYORLAR?

Her şeyden önce, proleter sosyalizminin, sadece felsefi bir doktrin olmadığını bilmeliyiz. O, proleter yığınlarının doktrini, onların bayrağıdır; dünyanın her yerindeki proleterler ona saygı duyuyor, ona "Tapınırcasına" sevgi gösteriyorlar. Dolayısıyla, Marks ve Engels, yalnızca felsefi bir "Okulun" kurucuları değil; her geçen gün büyüyen ve güç kazanan, yaşayan proletarya hareketinin, yaşayan önderleridir. Her kim onların doktrinine karşı savaşır, onları "Devirmek" isterse, eşit olmayan bir mücadelede kafasını kırmaktan sakınmak için, bunların tümünü aklında çok iyi tutması gerekir. Anarşist Baylar bunun pekala farkındalar. İşte, bu yüzden, Marks ve Engels'le savaşırken, en alışılmamış ve bir bakıma, yeni bir silah kullanıyorlar.

Bu yeni silah nedir? Kapitalist üretim üzerinde yeni bir araştırma mı? Marksx'ın Kapital'inin çürütülmesi mi? Tabii ki değil! Yoksa "yeni gerçekler" ve "tümevarım" yöntemiyle kendilerini silahlandırarak, sosyal-demokrasinin "İncilini" -Marks ve Engels'in Komünist Manifesto'sunu- "Bilimsel olarak" çürütmek mi? Gene hayır! O halde, bu olağanüstü silah nedir?

Bu, Marks ve Engels'in "intihale" başvurduğu suçlamasıdır! İnanır mısınız? Görünüşe göre, Marks ve Engels, orijinal hiç bir şey yazmamışlardır, bilimsel sosyalizm tamamen uydurmadır, çünkü Marks ve Engels'in Komünist Manifestosu, baştan sona, "Victor Considérant'ın Manifesto'sundan çalınmıştır.” Bu tamamen gülünç kuşkusuz, ama anarşistlerin "Eşsiz önderi" V. Çerkezişvili, bu eğlendirici hikâyeyi öyle bir kendine güvenle anlatıyor, Pierre Romus adlı Çerkezişvili'nin salak bir "Havarisi" ve bizim yerli anarşistlerimiz, bu buluşu öyle bir şevkle tekrarlıyorlar ki, bu "Hikâye" ile hiç olmazsa kısaca uğraşmaya değer. Bakın Çerkezişvili ne diyor: "Komünist Manifesto'nun bütün teorik kısmı; yani birinci ve ikinci bölümleri... V. Considérant'dan alınmıştır.

Dolayısıyla Marx ve. Engels'in Manifesto'su -legal devrimci demokrasinin bu incili-, Considérant'ın Manifesto'sunun beceriksizce bir aktarmasından başka bir şey değildir. Marx ve Engels, yalnızca Considérant'ın Manifesto'nun içeriğine el koymakla kalmamışlar... Onun bazı bölüm başlıklarını bile almışlardır."

Bu hikâye, bir başka anarşist tarafından, Pierre Romus tarafından da tekrarlanıyor: "Kesinlikle ileri sürüle bilir ki, onların (Marks ve Engels'in) temel yapıtı (Komünist Manifesto) sadece bir hırsızlık (bir intihal), utanmazca bir hırsızlıktır; ama adi hırsızların yaptığı gibi, kelimesi kelimesine kopya edilmemiş, yalnızca fikirleri ve teoriler çalınmıştır."

Bunu, Nobati, Muşa, Hıma ve öteki gazetelerdeki bizim anarşistlerimiz de tekrarlıyorlar. (Muşa "İşçi". 1906'da, Tiflis'teki Gürcü anarşistler tarafından basılan bir günlük gazete ve Hıma "Ses" 1906'da, Tiflis'te anarşistler tarafından yayınlanan bir başka günlük gazete.) 

Böylece, görünüşe göre, bilimsel sosyalizm ve onun teorik ilkeleri, Considérant'ın Manifesto'sundan "Çalınmıştır."

Bu iddianın hiç bir temeli var mıdır?

Kimdir Victor Considérant?

Kimdir Karl Marks?

1893'te ölmüş olan Considérant, ütopyacı Fourier'in bir öğrencisi idi ve "Fransa'nın kurtuluşu"nu, sınıfların uzlaşmasına bağlamış olan, iflah olmaz bir ütopyacı olarak kaldı.

1883'te ölen Karl Marks, ütopyacıların bir düşmanı, bir materyalistti. Üretici güçlerin gelişmesine ve sınıflar arasındaki mücadeleye, insanlığın kurtuluşunun güvencesi olarak bakardı. Aralarında hiç bir ortak yan var mıdır?

Bilimsel sosyalizmin teorik temeli, Marks ve Engels'in materyalist teorisidir. Bu teoriye göre, toplumsal hayatın gelişmesi, bütünüyle, üretici güçlerin gelişmesiyle belirlenir. Eğer feodal toprak beyliği sisteminin yerini, burjuva sistem almışsa, bunun "Kabahati", burjuva sistemin ortaya çıkışını kaçınılmaz kılan üretici güçlerin gelişmesinde yatar. Ve gene, bugünkü burjuva sistemin yerini, kaçınılmaz olarak, sosyalist sistem alacaksa, nedeni, bunu, modern üretici güçlerin gelişmesinin gerekli kılmasıdır. Bundan, kapitalizmin yıkılması ve sosyalizmin kurulması [biçimindeki] tarihi zorunluluk doğar. Bundan, ülkülerimizi insanların kafalarında değil, üretici güçlerin gelişmesinin tarihinde aramamız gerektiği Marksist önerme doğar.

İşte Marks ve Engels'in Komünist Manifesto'sunun teorik temeli budur. Considérant'ın Demokratik Manifesto'su hiç böyle bir şeyden söz ediyor mu? Considérant, materyalist görüş açısını kabul ediyor muydu?

Biz iddia ediyoruz ki ne Çerkezişvili, ne Romus, ne de bizim Nobaticiler, Considérant'ın Demokratik Manifesto'sundan, Considérant'ın bir materyalist olduğunu ve toplumsal yaşamın evrimini, üretici güçlerin gelişmesine dayandırdığını kanıtlayan, tek bir cümle ya da bir tek sözcük aktaramazlar. Tam tersine, çok iyi biliyoruz ki, Considérant, sosyalizmin tarihinde, idealist bir ütopyacı olarak tanınmaktadır. Öyleyse, bu aylak gevezelikler, ne idiğü belirsiz bu "Eleştiriler" nereden çıkmıştır? Daha idealizmi materyalizmden ayırt etmesini bile bilmezken, Marks ve Engels'i niçin eleştirmeye girişmişlerdir? Yalnızca insanları eğlendirmek için mi?..

Bilimsel sosyalizmin taktiksel temeli, uzlaşmaz sınıf mücadelesi öğretisi olmasıdır, bu yüzden de proletaryanın sahip bulunduğu en iyi silahtır. Proletaryanın sınıf mücadelesi, prolearyanın siyasi gücü ele geçireceği ye sonra da sosyalizmi kurmak için burjuvaziyi mülksüzleştireceği silahtır.

Marks ve Engels'in Manifesto'larında yorumlanan bilimsel sosyalizmin taktiksel temeli işte böyledir.

Considérant'ın Demokratik Manifesto'su, buna benzer bir şey söylemekte midir? Considérant, sınıf mücadelesine, proletaryanın sahip olduğu en iyi silah gözü ile bakmış mıdır?

Çerkezişvili ve Romus'un (yukarıda belirtilen sempozyumunu görünüz)makalelerinde de açıkça görüldüğü gibi; Considérant'ın Manifestosu'nda bu konuda tek bir sözcük yoktur. O, sınıf mücadelesini üzüntü verici bir gerçek olarak kaydediyor sadece. Considérant, Manifesto'sunda, sınıf mücadelesini, kapitalizmi yok etme aracı olarak, şöyle anlatıyor: "Sermaye, emek ve yetenek - üretimin üç temel unsuru, servetin üç kaynağı, sanayi makinesinde üç dişlidir." Bunları temsil eden üç sınıfın "Ortak çıkarları" vardır; onların işlevleri "Kapitalistler ve halk için imalat yapmak" tır. Önlerindeki... Büyük hedef "Sınıf topluluklarını birleşik ulus içinde örgütlemektir.”

Bütün sınıflar, birleşin! Considérant'ın Demokratik Manifesto'sunda ilan ettiği slogan budur. Böylesine, sınıf uzlaştırma taktikleri ile bütün ülkelerin işçileri, işçilere karşıt olan bütün sınıflar karşısında, birleşiniz, yürekli çağrısını yapan Marks ve Engels tarafından savunulan uzlaşmaz sınıf mücadelesi taktikleri arasındaki ortak yan nedir?

Kuşkusuz, aralarında ortak bir şey yoktur. Öyleyse, Çerkezişvili Bayların aptal izleyicileri böylesine neden zırvalamaktadır? Bizleri ölü mü sanıyorlar? Bizim onları sürükleyip gün ışığına çıkarmayacağımızı mı sanıyorlar?

Ve nihayet, bir başka ilginç nokta [daha] var. Considérant, 1893'e kadar yaşadı. Demokratik Manifesto'sunu 1843'te yayınladı. Marks ve Engels, 1847'de, Komünist Manifesto'larını yayınladılar. Daha sonra, Marks ve Engels'in Manifesto'ları, bütün Avrupa dillerinde tekrar tekrar yayınlandı. Herkes bilir ki, Marks ve Engels'in Manifesto'ları yeniçağ açan bir belgedir. Durum böyleyken, Considérant ya da dostları, Marks ve Engels, hayatta bulunurlarken, bunların, "sosyalizmi", Considérant'ın Manifesto'sundan çalmış olduklarını söylememişlerdir. Okurlar, bu garip değil midir?

Öyleyse, bu "İlkel" zıpçıktıları -"Bilginler", özür dilerim- bu türlü zırvalara iten nedir? Kimin adına konuşuyor bunlar? Considérant'ın Manifesto'sunu, Considérant'ın kendisinden daha mı iyi biliyorlar? Yoksa Considérant ve taraftarlarının Komünist Manifesto'yu okumamış olabileceklerini mi sanıyorlar?

Ama yeter... Yeter, çünkü anarşistlerin kendileri de, Romus ve Çerkezişvili tarafından yapılan Donkişotvari cihat saldırısını, ciddiye almıyorlar. Bu maskaraca cihadın utanç verici sonu çok açık olduğundan, pek üstünde durmaya değmez.. Asıl eleştiri üzerinde ilerlemeye devam edelim.

Anarşistler, belirli bir hastalıktan muzdariptirler: kendilerine karşı olan partileri "eleştirmekten" çok hoşlanırlar, ama bu partileri birazcık olsun tanımak için kendilerini sıkıntıya sokmazlar. Gördük ki, anarşistler, Sosyal-Demokratların diyalektik yöntemini ve materyalist teorisini "eleştirirken" tamamen böyle davranmaktadırlar(Birinci ve İkinci Bölüm). Onlar, Sosyal-Demokratlar tarafından savunulan, bilimsel sosyalizmin teorisi ile uğraşırlarken de aynı yolda davranmaktalar.

Örneğin, aşağıdaki gerçeği alalım. Sosyalist-Devrimciler ile Sosyal-Demokratlar arasında var olan temel anlaşmazlıkları kim bilmez? Birincilerin, Marksizm'i, Marksizm'in materyalist teorisini, onun diyalektik yöntemini, programını ve sınıf mücadelesini reddederlerken; Sosyal-Demokratların tümüyle Marksizm'den yana olduklarını kim bilmez? Bu temel anlaşmazlıklar, Revolutsionnaya Rossiya ("Devrimci Rusya")(Sosyalist-Devrimcilerin resmi organı) ile İskra ("Kıvılcım” Aralık 1900'de yayınlanmaya başladı ve 1903'e kadar, esas olarak Lenin'in yönetiminde kaldı. 1903'te, Rusya Sosyal-Demokrat İşçi Partisinin bölünmesi üzerine, Menşeviklerin eline geçti. O zaman, Partinin de resmi organı haline gelmişti)... (Sosyal-Demokratların organı) arasındaki tartışmadan biraz olsun haberi olan, fısıltıyı bite duyan herhangi bir kimseye çok açık olması gerek. Ama ikisinin arasındaki bu farklılığı görmek yeteneğinden yoksun, Sosyalist-Devrimciler ve Sosyal-Demokratların her ikisinin de Marksist olduğu şamatasını yapan böyle "eleştiriler" hakkında ne diyeceksiniz? Böylece, örneğin, anarşistler hem Revolutsionnaya Rossiya ve hem de İskra'nın Marksist olduğunu ileri sürüyorlar.

Bu, anarşistlerin, Sosyal-Demokrasi ilkeleriyle ne denli "tanışık" olduğunu gösteriyor! İşte, onların "bilimsel eleştiri"lerinin gerçekliği ortadadır...

Bu "eleştiriyi" inceleyelim. Anarşistlerin başlıca "suçlamaları" şu ki, onlar, Sosyal-Demokratları gerçek sosyalist olarak görmüyorlar - sizler sosyalist değilsiniz, sizler sosyalizmin düşmanısınız, deyip duruyorlar.

Bu oyunda Kropotkin'in yazdıkları işte şudur: "Sosyal-Demokrat okulun, ekonomistlerinin çoğunluğu tarafından ulaşılan sonuçlardan farklı sonuçlara ulaşıyoruz. ... Sosyalistlerin [Sosyal-Demokratları da kastediyor - Yazar] çoğunluğu devlet kapitalizmine ve kolektivizme varırken, biz... Özgür komünizme ulaşıyoruz” (Kropotkin, Modern Bilim ve Anarşizm, Syf. 200)

Sosyal-Demokratların, bu "Devlet kapitalizmi" ve "Kolektivizmi" nedir?

Bununla ilgili olarak Kropotkin'in yazdıkları şöyledir. "Alman sosyalistleri diyor ki, bütün birikmiş servet, işçi birliklerinin yönetimine ulaştıracak, üretim ve değişimi örgütleyecek ve toplumun yaşam ve emeğini denetleyecek olan devletin elinde toplanmalıdır.”.

Ve dahası: "Onların planlarında... Kolektivistler, iki katlı bir hatanın... Suçlusudurlar. Kapitalist sistemi yıkmak istiyorlar, ama bu sistemin temellerini oluşturan iki kurumu koruyorlar: temsili hükümet ve ücretli iş." "Kolektivizm, çok iyi bilindiği gibi... Ücretli işi... Korumaktadır. Sadece... Temsili hükümet... Patronun yerini almaktadır." "Bu hükümetin temsilcileri, üretimden sağlanan artı-değerin tümünün yararlarını kullanma hakkına el koyar. Ayrıca, bu sistemde, basit emekçinin işi ile yetenekli zanaatçının işi... Arasında ayırım yapılmaktadır: kolektivistlerin düşüncelerinde, tecrübesiz işçinin emeği basit emek iken, tecrübeli zanaatçı, mühendis, bilim adamı ve benzerlerinin emeğini, Marx, karmaşık emek olarak adlandırmaktadır ve bunlar, daha yüksek ücret hak etmektedirler."Böylece, işçiler, kendileri için gerekli olan ürünleri, gereksinmelerine göre değil de, "Topluma sunmuş oldukları hizmetle orantılı olarak" alacaklardır.

Gürcü anarşistler de aynı şeyi söylemektedirler, ama daha büyük güvenle. Özellikle, bunların arasında, pervasız önermeleriyle tanınan Bay Baton'dur. Şöyle yazıyor: "Sosyal-Demokratların kolektivizmi nedir? Kolektivizm, ya da daha doğrusu, devlet kapitalizmi, aşağıdaki ilkeye dayanmaktadır: herkes istediği kadar çalışmak zorundadır, ya da devletin belirlediği kadar çalışacak ve emeğinin değerinin karşılığını mal biçiminde alacaktır." Bunun sonucu olarak, burada, "bir yasama meclisine gerek vardır... (aynı zamanda) bir yönetici güce ihtiyaç vardır, yani bakanlara, her türden yöneticilere, jandarmalara ve casuslara ve belki de, eğer hoşnut olmayanların sayısı pek çok ise, birliklere de."

Anarşist Bayların, Sosyal-Demokrasiye savurdukları ilk "Suçlama" işte böyledir.

Böylece anarşistlerin tezlerinden şu çıkar: Sosyal-Demokratların düşüncesinde, işçileri kiralayacak ve kuşkusuz "Bakanları, ... Jandarmaları, casusları olacak" tam bir efendi gücünde bir hükümet olmaksızın, sosyalist toplum olanaksızdır. Sosyalist toplumda, Sosyal-Demokratların düşüncesinde, "Kirli" iş ile "Temiz" iş arasındaki ayırım (Fourier, Charles (1772–1837) Bilimsel sosyalist düşüncenin gelişimi üzerine büyük etki yapmış olan Fransız ütopik sosyalisti. Engels ona "Sosyalizmin atalarından biri" derdi. Fourier, çeşitli iktisadi işletmelerden oluşacak bir "örgütlenmeye" dayalı gelecekteki sosyalist sistemde, emeğin oynayacağı yaratıcı rolün üzerinde durmuştur. 1840'larda, Birleşik Devletlerde kurulan, birçok Fourier kolonileri arasında en ünlüsü Massachusetts’teki Brook Çiftliği idi. Albert Fourier'nin bu ülkedeki baş öğrencisi Albert Brisbane idi. Syf. 61) kalacak, "herkese gereksinmelerine göre" ilkesi reddedilecek ve bir başka ilke, yani "herkese hizmetine göre" ilkesi, egemen hale gelecektir.

Anarşistlerin, Sosyal-Demokratlara karşı "Suçlama"larının temeli olan iki noktadır bu. Anarşist Baylar tarafından ileri sürülen bu "suçlama"nın herhangi bir temeli var mıdır?

Biz, bu konu ile ilgili olarak, anarşistlerin söyledikleri her şeyin, ya bir aptallık sonucu, ya da alçakça bir iftira olduğunu iddia ediyoruz.

İşte gerçekler. Karl Marks'ın ta 1846'da dediği gibi: "İşçi sınıfı, gelişim çizgisinde, eski burjuva toplumun yerine, sınıfları ve onların düşmanlıklarını ayıklayıp atacak bir birlik koyacak ve artık politik güç diye adlandırılacak olan şey olmayacaktır." Bir yıl sonra, Marks ve Engels, aynı fikri, Komünist Manifesto' da ifade ettiler.

1887'de Engels, "Devletin, kendini, bir tüm olarak toplumun gerçek temsilcisi sayması, -toplum adına üretim araçlarının sahipliğini alarak- aynı zamanda, onun, devlet olarak en son bağımsız işidir. Toplumsal ilişkilere devlet müdahalesi, birer birer, her alanda gereksiz hale gelir ve daha sonra kendini tüketir. Devlet 'ortadan kaldırılmamıştır', çözülüp yok olmuştur." diye yazıyordu.

1884'te aynı Engels, "Bu nedenle, devlet, ta sonsuzluktan beri vardı denemez. Hiç bir devlet veya devlet gücü kavramına sahip olmayan, devletsiz yürüyebilen toplumlar olmuştur. Toplumun sınıflara ayrılmasını zorunlu kılan iktisadi gelişmenin belli bir aşamasında devlet de bir zorunluluk oldu. ... Şimdi, üretimin gelişmesinde, bu sınıfların varlığının, sadece zorunluluk olmaktan çıkmakla kalmayıp, aynı zamanda da, üretim için kesin bir engel haline geldikleri bir döneme hızla yaklaşıyoruz. Bu sınıflar, bir zamanlar nasıl doğdularsa, aynı biçimde kaçınılmaz olarak, yok olacaklardır Devlet de, kaçınılmaz olarak, onlarla birlikte yok olur. Üreticilerin özgür ve eşit birliği temeli üzerinde, üretimi yeniden örgütleyen toplum, bütün devlet mekanizmasını, o zaman, layık olduğu yere atacaktır - eski eserler müzesine, çıkrık ve tunç baltanın yanına" (İtalikler bana ait [J. St.]) diye yazıyordu…

Engels, aynı şeyi, 1891'de tekrarladı. Gördüğünüz gibi, Sosyal-Demokratların düşüncesinde, sosyalist toplum içersinde, bakanlarıyla, valileriyle, jandarmasıyla, polis ve askeriyle devlet, siyasi güç denilen şey için yer bulamayacak olan bir toplumdur Devletin varlığının en son evresi, proletaryanın, burjuvazinin nihai yıkımı için, siyası gücü ele geçireceği ve kendi yönetimini (diktatörlüğünü) kuracağı zaman, sosyalist devrim dönemi olacaktır Ama burjuvazi ortadan kaldırıldığı zaman, sınıflar ortadan kaldırıldığı zaman, sosyalizm iyiden iyiye yerleştiği zaman, herhangi bir siyasi güce gerek kalmayacak ve devlet denilen şey tarih alanına çekilecektir.

Gördüğünüz gibi, anarşistlerin yukarıda belirtilmiş olan "suçlamaları", temelden tümüyle yoksun tam bir dedikodudur.

"Suçlama"nın ikinci noktası açısından Karl Marks, bununla ilgili olarak şunları söylüyor "Komünist [yani sosyalist [J. St.] toplumun daha yüksek bir aşamasında, iş bölümü altındaki bireyin kölece boyun eğmesi ve bununla birlikte kafa ve kol emeği arasındaki antitez yok olduktan sonra; emek, yaşamın basit bir aracı halinden [çıkıp] yaşamın bizzat temel bir zorunluluğu haline geldikten sonra üretici güçler de bireyin her yönden gelişmesiyle artıktan sonra... Ancak o zaman, burjuva hukukunun dar ufku tümüyle arkada bırakılabilir ve toplum, bayrağının üzerine şunları yazabilir: herkesten yeteneğine göre, herkese gereksinmelerine göre”

Gördüğünüz gibi, Marks'ın düşüncesinde, komünist (sosyalist) toplumun daha yüksek aşaması, iş bölümünün "kirli" ve "temiz" ve kafa ve kol emeği arasındaki ayırımın tümüyle ortadan kalkacağı, işin eşit ve toplumda herkesten yeteneğine göre, herkese gereksinmesine göre, gerçek komünist ilkenin yerleşeceği bir istem olacaktır. Burada ücretli işin yeri yoktur.

Görülüyor ki, bu "Suçlama" da temelden yoksundur. İki şeyden biri: ya Anarşist Baylar, Marks ve Engel'in yukarıda belirtilen eserlerini hiç görmemişlerdir ve söylentilere dayanarak "Eleştiri"ye kendilerini kaptırmışlardır; ya da bunlar, Marks ve Engels'in bu eserlerini biliyorlar ve açıkça yalan söylüyorlar.

Birinci "Suçlama"nın yazgısı böyledir. Anarşistlerin ikinci "Suçlaması", Sosyal-Demokratların devrimci olduklarını görmezlikten gelmeleridir. Sizler devrimci değilsiniz, sizler şiddet devrimini reddedersiniz, siz sosyalizmi yalnızca oy pusulaları yoluyla kurmak istiyorsunuz, diyorlar anarşist Baylar.

Şuna kulak verin: "Sosyal-Demokratlar... "Devrim", "Devrimci mücadele", "Elde silah dövüş" sözlerini tekrarlamaktan hoşlanırlar. ... Ama eğer siz, bütün iyi niyetinizle, onlardan silah isteyecek olsanız, onlar, size büyük bir ciddiyetle seçimlerde kullanmak için oy pusulası uzatacaklardır." "Devrimciler için uygun olan taktiklerin, yalnızca, kapitalizme, kurulu iktidara ve mevcut burjuva sisteminin tümüne bağlılık yemini ile barışçı ve legal parlamentarizm olduğunu” iddia etmektedirler.

Tabii ki, Gürcü anarşistler de, hatta daha da büyük bir güvenle aynı şeyi söylüyorlar. Örneğin, aşağıdaki sözlerin sahibi, Baton'u alalım.

"Sosyal-Demokrasinin tümü... Açıkça, tüfeklerin ve silahların yardımıyla savaşmanın bir burjuva devrim yöntemi olduğunu, partilerin yalnızca oy pusulaları, yalnızca genel seçimler aracılığıyla iktidarı ele geçirebileceğini ve sonra da parlamenter çoğunluk ve yasama yoluyla toplumu yeniden örgütleyeceğini iddia ediyor.”

Anarşist Bayların Marksizm için söyledikleri işte budur.

Bu "Suçlama"nın hiç bir temeli var mıdır?

Biz, burada da, anarşistlerin, cehaletlerini ve hırslarını iftira ile açığa vurduklarını iddia ediyoruz.

İşte gerçekler: Daha 1847'nin sonlarında Karl Marks ve Friedrich Engels, şöyle yazıyordu: "Komünistler görüşlerini ve amaçlarını gizlemeye tenezzül etmezler. Amaçlarına, ancak bütün mevcut toplumsal koşulların zorla devrilmesiyle ulaşılabileceğini açıkça ilan ederler. Bırakın, egemen sınıflar, bir komünist devrimiyle titresinler. Proleterlerin zincirlerinden başka kaybedecek şeyleri yoktur. Ama kazanacakları bir dünya vardır. Dünyanın bütün işçileri, birleşiniz!”(İtalikler benimdir. [J. St.])


1850'de, Almanya'da yeni bir patlama bekleyen Karl Marks, o zamanki Alman yoldaşlara, şunları yazıyordu: "Silahlar ve cephaneler hiç bir bahane ile teslim edilmemelidir. ... İşçiler, kendilerini, bir kumandana... .ve bir genelkurmaya sahip bir proletarya muhafızı halinde bağımsız olarak örgütlemelidirler. ..." Ve bunu "Gelecekteki ayaklanma sırasında ve sonrasında göz önünde bulundurmanız gerekir". (İtalikler benimdir. [J. St.])

1851-52'de Marks ve Engels, şöyle yazıyordu: "Ayaklanmaya bir kere başlanınca, en büyük kararlılıkla ve saldırı durumunda hareket edilir. Savunma her silahlı ayaklanmanın ölümüdür. Düşmanlarınızı, güçleri dağılmışken şaşırtın, küçük de olsa her gün yeni başarılar hazırlayın. ... Düşmanlarınızı, size karşı güçlerini toplayamadan geri çekilmeye zorlayın; bugüne kadar bilinen en büyük devrimci siyaset ustası Danton'un dediği gibi: l'audace, de l' audace, encore de l'audace!"

Sanırız, burada, "Oy pusulalarının" ötesinde bir şey kastediliyor. Nihayet, Paris Komününün tarihini hatırlayınız. Paris'teki zaferle yetinen ve Versailles'a, karşı-devrimin bu fesat yuvasına saldırmaktan kaçınan Komünün nasıl barışçı bir biçimde hareket ettiğini hatırlayınız. O zamanlar Marks'ın ne dediğini bilir misiniz? Paris işçilerinin oy sandığı başına gitmesi için çağrıda mı bulunmuştu? Paris işçilerinin uysallığını onaylamış mıydı (Paris'in tümü, işçilerin elindeydi), yenilen Versailles'a karşı gösterdikleri iyi niyeti onaylamış mıydı? Marks'ın söylediklerini dinleyin: "Ne [büyük bir] esneklik, ne [büyük bir] özveri yeteneği [var] bu Parislilerde!

Altı aylık açlıktan sonra... Prusya süngülerinin altında ayaklanıyorlar. Tarihte böyle bir büyüklüğün örneği yoktur. Eğer yenilirlerse, kabahat, yalnızca "iyi niyetlerinde" olacak. Önce Vinoy, sonra da Paris Ulusal Muhafızının gerici kesimi, geri çekildikten sonra, derhal Versailles'a yürümeleri gerekirdi. [italikler benimdir. [J. St.] Vicdani nedenler yüzünden, en uygun an kaçırıldı. Sanki haylaz garabet Thiers, Paris'i silahsızlandırmaya kalkışmasıyla, iç savaşı başlatmamış gibi, iç savaşı başlatmak istemediler."

İşte Karl Marks ve Friedrich Engels böyle düşündüler, böyle davrandılar. İşte Sosyal-Demokratlar böyle düşünür, böyle davranır.

Ama anarşistler tekrarlamaya devam ediyorlar: Marks ve Engels ve onların izleyicileri yalnızca oylarla ilgileniyorlar - şiddet kullanılan devrimci eylemi reddediyorlar. Gördüğünüz gibi, bu "suçlama" da, anarşistlerin, Marksizm’in özü konusundaki cehaletlerini açığa vuran bir iftiradır.

İşte ikinci "suçlama"nın da sonu bu.

ANARŞİZM: BİR BURJUVA BİREYCİLİĞİDİR
İşçi sınıfının tarihsel olarak ilk başarılı iktidar deneyimi olan Sovyet devriminin mimarı Vilademir İliç Lenin’de tıpkı Karl Marks ve Frederich Engels gibi bir burjuva akım olan Anarşizm ile ciddi bir savaş vererek teorisini olgunlaştırıyor. Lenin yoldaş bakın bu konuda neler diyor:

I. Anarşizm, 1866’dan bu yana sömürüye karşı genel sözlerden başka hiçbir şey ortaya koymadı. Bu sözler ise 2000 yılı aşkın bir zamandan beri kullanıla gelmektedir.

Eksiği: a) Sömürünün nedenlerinin kavranması, b) Toplumun, sosyalizme götüren gelişmesinin kavranması, c) Sosyalizmin gerçekleşmesinin yaratıcı gücü olarak sınıf savaşımının kavranmasıdır.

II. Sömürünün nedenlerinin kavranması. Özel mülkiyet, meta ekonomisinin temeli. Üretim araçlarının toplumsal mülkiyeti. Anarşizm, tersine, bir burjuva bireyciliğidir. Bireycilik Anarşizmin felsefi temelidir. İktidarın birleşme ve örgütlenme gücünün yadsınması.

III. Toplumun gelişmesinin –büyük üretimin rolü– kapitalizmin sosyalizme dönüşmesinin kavranması. (Anarşizm umutsuzluğun sonucudur. Şaşkın aydının ya da baldırı çıplağın zihniyeti, ama proleterlerin değil.)

IV. Proletaryanın sınıf savaşımının anlaşılmaması. Burjuva toplumda siyasetin saçma yadsınması. İşçilerin örgütlenmesinin ve eğitimin rolünün kavranamaması.

V. Her türlü politikayı reddetme görünümüyle, işçi sınıfının burjuva siyasetine boyun eğmesi…” (Age, Syf. 229–230)

Totaliterizm eleştirisi üzerinden yapılan devlet düşmanlığı, hareketin içindeki çeşitli gruplar tarafından üzerinde en çok fikir birliği sağlanan konudur. Üçüncü dünya ülkelerini devletsiz bırakmayı hedefleyen küreselleşme politikalarına karşı alternatif küreselleşmeyi savunan bu gruplar, ezilen ülke halklarının iktidar perspektifli her türlü mücadelesine düşmanca bakmakta ve kendi projelerini engelleyici görmektedir. Bu görüşün aydınları da meseleyi farklı noktadan alsalar da bizim gibi ülkelere nihai olarak Anarşizmi sunmaktadır. Ezilen dünya ülkelerinin bir araya gelip kendi çıkarlarını savunmalarıyla mümkün olur. Az gelişmiş ülkelerin kalkınması ise ancak kalkınmayı isteyen halk kesimlerinin iktidarı ele geçirmesiyle olanaklıdır.

BÜTÜN FİKİRLERİYLE GERÇEĞİN DIŞINDA
Küresel sistemin efendileri, kurucu olamayan sözde yıkıcılar besliyor ve kışkırtıyorlar. Sistemin ihtiyacı, muhalif güçleri devrim yapacak kuruculardan uzak tutmak ve başıbozuk yıkıcılık, her zaman sistemin sigortasıdır. Sistem, yıkılmazlığını onlar aracılığıyla gösterir. Onların tarihsel rolleri, sistemin toplum üzerindeki otoritesini pekiştirmektedir.

Sistemin sahipleri, eğer kendilerine “meydan okuyan” sözde yıkıcılar yoksa onları yaratmak zorundadırlar. Her sistem, devrimci kurucuların önlerini kesmek için, kendi Bakunin’lerini ve Kropotkin’lerini üretmiştir. Siteme zaptiye kadar, “Sivil itaatsizlikler” de gerekir. 1980’lden sonra Eric Fromm’ların piyasaya salınması ve ÖDP gibi hem liberalizme hem de Anarşizm’e komşu örgütlerin kurdurulması boşuna değildir.

Hiçbir doktrin, hayatın dışında kalamaz ve kalmamıştır. Anarşizm’i hayatın içine çeken, hayatını kaybetmekte olan sistemin, ölüme giden hakim sınıfıdır. Anarşizm, bütün fikirleriyle gerçeğin dışında dururken, kendisine verilen işlevle kollarından tutulup gerçeğin içine çekilir. Onun aşırı kendiliğindenciliği, sistem sahibinin aleti işlevinde hayat bulur.

Anarşizm, bugün emperyalist mafyanın neo-liberal ideolojisinin bir kolu konumundadır. Artık anarşizm, Beyaz Saray’ın soytarısıdır.

Derleyen: E. Kalan 
Devamı:

Hiç yorum yok: