Ulaş
Bardakçı’nın savunması: “THKP ve THKC’nin bir savaşçısıyım!”
Adım Ulaş
Bardakçı. 1947 doğumluyum. THKP ve THKC’nin bir savaşçısıyım. THKC ve
savaşçıları emperyalizme karşı bağımsızlık için silaha sarılma hakkını
kullandılar. Savaşçılarının son teki de ölene kadar bu hakkı kullanmaya devam
edeceklerdir.
Rasih Ulaş Bardakçı’nın 1971 tarihli bu savunması, THKP-C’nin ilk döneminde benimsediği Milli Demokratik Devrim kuramına yaslanıyor. Mahir Çayan’ın Maltepe Cezaevi’nden firarından sonra kaleme aldığı Kesintisiz Devrim II-III broşüründen sonra MDD çizgisinin “milli burjuvazi” yanılgısından uzaklaşan THKP-C “ülkemizdeki tekelci kapitalizm kendi iç dinamiği ile gelişmediğinden ve de yerli tekelci burjuvazi, baştan emperyalizmle bütünleşmiş olarak doğduğundan, stratejik hedefimiz anti-emperyalist ve anti-oligarşik devrimdir” diyecekti. Ulaş Bardakçı’nın savunmasını Arnavutköy’de katledilmesinin 46’ıncı yıldönümünde yalnızca tarihsel değeri açısından değil devrimcilik, devrimcilerin ikonlaştırılması ve anti-emperyalist mücadele konusundaki tespitleri dolayısıyla da düzenleyerek yayımlıyoruz.
Hakim
bey, önce geçen celsede cevaplandırmadığım soruya mahkeme heyetine güven duyup;
duymama sorusuna cevap vermek isterim. Mahkeme heyetinde görev alan şahısların
hiç birini tanımam. Bu sebeple güven duyup duymamak söz konusu değildir. Fakat
gerçek olan şudur ki: Mahkemeniz bağımsız bir mahkeme olma niteliğine sahip
değildir. Bu durumu göz önüne alarak
istifa etmeniz gerekir. Cevap vermediğim kimliğime gelince, adım Ulaş Bardakçı.
1947 doğumluyum. THKP ve THKC’nin bir savaşçısıyım.
İddianamade,
Kurtuluş Savaşı’ndan, Anayasa’dan, gençlik olaylarından bahsedilerek ve yayın
organlarından, yazılarımızdan parçalar alınarak, bir giriş yapıldığını, buna
bağlı olarak yaptığımız eylemleri okudum. Bu eylemler sonucu anayasayı ihlal
suçundan ceza görmemiz isteniyor.
İddianame üzerine görüşlerimi belirtmek için birkaç konuya değinmek istiyorum.
İddianame üzerine görüşlerimi belirtmek için birkaç konuya değinmek istiyorum.
Okuduğum
iddianamenin özü, yaptığımız eylemlerin proletarya diktatörlüğünü amaçlayan
eylemler olduğunu ispatlamaya yöneliktir Savcı, bu iddiasını sağlamak için
yazılarımızdan kopuk ve Marksizm’in klasik kitaplarından eksik teorik
aktarmalar yapmış, bize ait olmayan yazılara başvurmuş, dipnot düşer gibi bu
iddianameyi hazırlamıştır. Yapmak istediği ise bağımsızlık ve demokrasi için
savaşanların stratejik hedefinin proletarya diktatörlüğü olduğunu ispatlamak,
ucuz bir zafer kazanmaktır. Savcı iddianamesine temel olarak Milli Demokratik
Devrim’i seçmiş, hiç de iyi bilmediği bir alanda at koşturduğu için konuları
birbirine karıştırmıştır. Mekanik bir düşünce içerisinde hareket ettiği için de
bir o yazıdan, bir bu yazıdan cümleler alıp artarda eklemeler yapmakla bu işi
kıvırabileceğini zannetmiştir. Ama bu
işte yanılmışsınız Bay Savcı.
Oradan
buradan alınan cümleleri artarda dizmekle Milli Demokratik Devrimi
açıklayamazsınız. Kesintisiz Devrim’in ne olduğunu öğrenmeden bizi stratejik
hedef olarak proletarya diktatörlüğünü seçmekle suçlayamazsınız. Siz şunu
bilmiyorsunuz; bir devrimci memleketin içinde bulunduğu üretim şeklinin bir üst
seviyesindeki üretim şeklini stratejik hedef olarak seçer. Şu anda Türkiye’nin
önündeki üretim şekli ise proletarya diktatörlüğünün kolektifleşmiş üretim
şekli değil, fakat Milli Demokratik Devrim’in bütün yabancı unsurları,
tekelleri, tröstleri, üretimin ve üretici güçlerin gelişmesini önleyen parazit sınıf
ve tabakaları temizlediği bir üretim şeklidir. Ayrıca Milli Demokratik Devrim’in
devletçi, işçi sınıfının proleter diktatoryasını sağlayan devlet değil, içinde
halkın bütün millici sınıf ve tabakalarının mevzilendiği bir devlettir. Burada
yeri olmayan yalnız yalnız ve emperyalizmin bir avuç finans oligarşisi ile onun
uzun süre müttefiki olmuş tefeci-bezirgandır.
Bilmediğiniz
veyahut da işinize gelmeyen bir husus da şudur ki; Milli Demokratik Devrim şu
anda içinde bulunduğumuz bağımsızlık ve demokrasi savaşının sonudur.
Stratejimiz Milli Demokratik Devrim stratejisi derken kastedilen işte bu
bağımsızlık ve demokrasi savaşıdır.
Biz
her yazımızda, her konuşmamızda stratejimizi açık olarak belirttik. Her
bildirimizin sonunu ‘Tam Bağımsız Demokratik Türkiye’ diye bitirdik.
Tartışmalarımızın sebebi her zaman bağımsızlık savaşının temel ilkeleri oldu.
Yayınlarımızın temelini bağımsızlık savaşının taktikleri teşkil etti. Bütün
teorik incelemelerimiz bu konuyu işledi. Bizim dışımızdaki devrimcilerle olan
ayrılığımızın temelini bu teşkil etti.
Ama
hiç kimse bizim proletarya diktatörlüğü üzerine tartıştığımızı işitmemiştir.
Hiç kimse proletarya diktatörlüğünün taktiklerini yazdığımızı görmemiştir. Hiç
kimse ‘stratejimiz proletarya diktatörlüğüdür’ diye yazdığımızı okumamıştır.
Her
şeyi açık yazdık biz. Emperyalizme ve yerli oligarşiye silah çektiğimizi ilan
ettik. Bağımsız ve gerçekten demokratik Türkiye için savaştığımızı ilan ettik.
1961 Anayasası’nı gericilere karşı koruduğumuzu dost-düşman herkes biliyor.
Anayasanın tatbik edilmesi için Devrimci kanı aktı, şehitler verdik. Neden
budanıyor 1961 Anayasası? Neden Anayasayı değiştirmek Erim’in ilk ‘reformu’
oluyor? Neden Türkiye için ‘lüks’ oluyor Anayasa?
Açıktır
bunun sebebi. 1961 Anayasası bağımsızlık ve demokrasi savaşımızın hukuki
dayanağı oluyor. Budur sebep.
Gelelim
savcının ağzından eksik etmediği Atatürkçülüğe.
Emperyalizme
silah çekmiş devrimcileri ezilen Türkiye halkı değil, fakat emperyalizm itham
eder. Biz burada Türkiye halkı tarafından değil, emperyalizmin jandarması iddia
makamı tarafından itham ediliyoruz.
Ve
ne kadar acıdır ki, jandarma, savcı, emperyalizme silah çekmiş Mustafa Kemal’in
adını ağzından eksik etmiyor.
Ne
kadar acıdır ki, ezilen uluslara ışık tutmuş Mustafa Kemal sömürgeye bayrak
yapılıyor. Nasıl oluyor bu?
Şunu
herkes öğrensin ki: Emperyalizm ve yöneticileri, zamanın büyük devrimcilerini
aziz, evliya haline getirir, doktrinlerinin devrimci yanlarını küllendirir,
statik, statükocu yanlarını ortaya atar, kendileri için kabul edilebilir
yanlarını reklam eder. Arkalarından ah-vah edilir, radyoda programlar düzenlenir.
Artık ölen bir devrimci değil, bir evliyadır. Bu şekilde zararsız hale
getirilen devrimciler her fırsatta halka sunulur. Artık o halkın kurtarıcısı
değil hakim sınıfların paravanasıdır.
Mustafa
Kemal’in başına gelen tamı tamına budur. Anadolu ihtilalinin lideri gitmiş
yerine mavi gözlü dev gelmiştir. Artık o bağımsız Türkiye için savaşan devrimci
değil, şapka, ceket-pantolon değiştiren büyük bir terzidir.
Onlarca
sene radyolar bunu okumuş, çocuklara bu ezberletilmiş, ‘Vatan Dursun’un anası’
hikayeleri anlatılmıştır.
Dikkat
edilsin savcıya. Atatürk’ü, Milli Mücadele ruhunu ne hale soktuğu görülecektir.
İddianamede rastlanacak bir dolu örneğinden sadece bir paragrafı aşağıya
alıyorum. “Milli mücadele ruhu (sanıklar bunu istismar ile ikinci kurtuluş
savaşı verdiklerini öne sürmektedirler), bütün milletin vatanı kurtarma
çabasında el birliği yapması ve her türlü fedakarlığı seve seve katlanması
anlamını taşır.” Oysa biraz sonra Birinci Milli Kurtuluş savaşımızın tahlilinde
anlatacağım gibi vatan tüm milletin el birliği ile kurtulmamıştır.
Birileri
hain ilan edilmiş, haklarında idam kararı verilmiştir. Bütün milletin
elbirliğinden bahsetmek cehaleti, ihaneti en azından art niyeti ortaya koyar.
Atatürk konusunda bizim savcıya söyleyecek bundan başka bir şeyimiz olamaz.
1960’tan
sonra olanlara geçmeden evvel Kurtuluş Savaşı’ndan bu yana Türkiye’nin sınıfsal
yapısını şöyle bir özetlersek konuya daha bir açıklık getirmiş oluruz.
Günümüzde
olan olayların sebebini anlamak ve sorguya geçebilmek için Kurtuluş Savaşı’ndan
bu yana olanları şöyle bir gözden geçirmek gerekir.
Birinci
emperyalist dünya savaşı ile Türkiye’de gördüğümüz manzara şu idi. Bir tarafta
emperyalist işgali kabullenmiş, emperyalizmle olan ekonomik ilişkilerini, yani,
Mustafa Kemal’in deyimi ile yabancı sermayenin Türkiye’de jandarmalık görevini
devam ettirmeyi amaçlayan İstanbul ticaret burjuvazisinin denetimindeki saray
ve çevresi. Diğer tarafta, emperyalist işgale karşı bir direniş hareketi
planlayan, tam bağımsızlığı ilke edinmiş ilerici devrimci subaylar, yeniden
paylaşmada sıra Türkiye’ye geldiği zaman direniş hareketini planlayan subaylar
Anadolu’ya geçmeyi uygun gördüler. Emperyalizme karşı savaş kararı uygulamaya
başlandı. Anadolu eşrafını, tefeci bezirganı müttefik olarak yanlarına aldılar.
İşgal altındaki bölgelerde başlayan çete savaşları kısa zamanda gelişti,
düzenli ordu savaşına dönüştü. Sonunda savaş kazanıldı. Anadolu ihtilali lideri
Mustafa Kemal, Anadolu eşrafına, tefeci-bezirgana, reformist burjuvaziye
dayanan bir devlet kurdu.
İkinci
emperyalist dünya savaşı önceleri bozulan ekonomik durum Türkiye’yi dış yardım
almaya iteledi. Savaşın patlak vermesi sarsılan ekonomiyi batağa soktu. İlk
ikili kredi ve yardımlaşma antlaşmaları bu dönemde yapıldı.
Kurtuluş
Savaşı’ndan bu yana giderek palazlanan finans kapital batağa giren ekonomimizin
zorlaması ile yeni bir sınıfsal denge kurmak için harekete geçti. Tefeci
bezirgan, kasaba kodamanı ile bir olup reformist burjuvaziyi iktidardan attı.
1950’lerde olan bu tarihe ‘1950 halk hareketi’ yutturmacası olarak geçen şey
işte bu karşı-devrim hareketidir. Menderes’in şahsında billurlaşan bu ittifak
çarpıcı sloganlar atmaktan da geri kalmıyordu. Kitlelerin hayal gücü kolayca
harekete geçirildi. Kağıttan şatolar kuruldu. Her mahalleye bir milyoner
sloganı eşya piyangosu yerine geçti. Alçakça, adice yürütülen sömürü nerede ise
yağ-bal oldu. Finans kapital ile tefeci bezirgan, Anadolu ticaret
burjuvazisinin bu balayı 4-5 yıl sürdü. En basit bir ekonomi politikası bile
tespit edilememişti. Ne tarım alanında yatırım yapılmış, tohumluk, ziraat
makinaları gibi üretim arttıran ekonomiye rahatlık getirecek tedbirler alınmış,
ne sanayide iflas etmiş tarım politikası sonucu hızla artan işsizler ordumuzu
üretici hale getirecek güçlü yatırımlar yapılmış, ne de eğitim sorunu üzerine kafa
patlatılmıştı. Ardı arkasına iktisadi-askeri, kültürel ikili antlaşmalar
yapılıyordu. Günün felsefesi; gelsin dış yardım, kabarsın borç hanesi. Öte
yandan artan bir sömürü, dayanılmaz hale gelen hayat pahalılığı, paranın düşen
değeri. 1958’ler geldiği zaman vaziyet dayanılır gibi değildi. Kitlelerin
hoşnutsuzluğu ayyuka çıkmış, bu da ifadesini toplumun en dinamik kesimi olan
gençlikte bulmuştu. Bugün kutlanılmayan 28-29 Nisan hareketleri bu kokuşmuş
yönetime, bu iğrenç sömürüye başkaldıran halkın somutlaşmış tepkisidir. Her
iğrençlik kendi alternatifini de beraber getirir. 27 Mayıs İhtilali bütün bu
olanlara dur diyen bir radikal subay, reformist burjuva hareketidir. Finans
kapital bu seferde, Menderes’in temsil ettiği tefeci-bezirgan kasaba kodamanını
itelemiş, küçük burjuva radikallerine ve reformist burjuvaya omuz vermişti. Şimdi
yeni bir sınıfsal devre doğmuş, en basit demokratik müesseseleri bile işlemez
hale getiren, alçakça baskı kanunları tezgahlayan, gençliğe kurşun sıkan
yönetim alaşağı olmuştur. Finans-kapital gelişmesine, gürbüzleşmesine engel
olmayan, buna karşı sömürüyü daha modernleştiren hiçbir ilerici atılıma mani
olmaz. Nitekim 27 Mayıs İhtilali hem kitlelerin demokratik isteklerine cevap
veren ilerici bir hareket olmuş hem de yarattığı yeni sınıfsal denge ile
finans-kapital’e kuvvet şurubu şırınga etmiştir. İktidarda bir kez daha
etkinlik kazanan küçük burjuvazinin radikal kalemleri beraberlerinde demokratik
kuruluşları ve fikirleri de getirdi. Hazırlanan Anayasa reformcu, demokratik ve
ilerici bir anayasa idi. Kitlelerin her türlü demokratik isteklerine karşılık
vermesi ile getirdiği özgürlük ve tartışma-inceleme ortamı bir çok gizliliği,
bilinmeyeni ortaya çıkarttı. Tüm zenginliklerimize, yer-altı, yer-üstü
kaynaklarımıza, bakırımıza, kromumuza, petrolümüze, halkımızın yarattığı bütün
değerlere el koyan, haysiyetimizi ayaklar altına alan, yoksulluğumuzun tek
sebebi ABD emperyalizminin dost yüzü (!) açığa çıktı. Baş düşmanı gördük,
tanıdık.
Türkiye’nin
politika arenasında meydana gelen bu yeni kuvvet dengesi sonunda bir sol
doğmaya başladı. Bu da toplumun en uyanık, en dinamik kesiminde, gençlik içinde
yansıdı. Araştırıcı-öğrenici niteliğimiz orta çağ karanlığından sıyrılmamıza
yol açtı. Okuduğumuzu anlıyor, iğrenç sömürüyü, kol gezen işsizliği, açlığı,
salgın hastalıkları, tüm gerçekleri görüyorduk. Biliyorduk ki, finans-kapital,
tefeci-bezirgan ikilisi iğrenç çıkarları uğruna memleketi emperyalizme peşkeş
çekiyordu. İkili antlaşmaları ile NATO’su ile tüm zenginliklerimizi, yarattığımız
değerleri dışarı taşıyor, kendileri de bu sömürünün yüzdesini alıyorlardı.
Yönetimin kafası, sömürüyü devam ettirmenin yollarını bulmak için karşı çıkanı
yok etmek için çalışıyordu. Küçük burjuva radikallerinin, reformist
burjuvazinin etkinliği kısa sürdü. AP koalisyonları yönetime
tefeci-bezirganların, kasaba kodamanlarının tekrar katıldığını gösteren
hareketler oldu. Bu yıllarda yeni bir kuvvet dengesi görüyoruz. İktidar
finans-kapital, reformist burjuvazi, tefeci-bezirgan, Anadolu kodamanı arasında
paylaşılmıştı. Ne var ki; reformist burjuvazi etkinliğini kaybetmeye başlamış
bunun yerine tefeci-bezirgan gittikçe daha fazla etkinlik kazanmaya
başlamıştır. AP iktidarı yönetiminde meydana gelen kitle hareketlerini,
öğretmenler yürüyüşü, İmran Öktem’in cenazesi gibi olayları açıklamak ancak
yukarıdaki sınıfsal dengeyi kavramakla mümkündür. Demirel iktidarının son
günlerine doğru 1968-1970 arası İşçi-Gençlik-Köylü demokratik hareketleri
gelişti. Türkiye’de Sol’un gelişmesi kitlelerin demokratik hareketlerinin
başlaması ve en tabii anayasal haklarını kullanarak hakim sınıflara hesap
sorması çıkar ve sömürü çevrelerini ürküttü. En ufak bir muhalefete bile
tahammülü olmayan ABD emperyalizmi ve ortakları AP yönetimini yetersiz bulmaya
başladı. Alınan tedbirler soygun ve talanın sessizce yürütülmesini
sağlayamıyordu. Kitlelerin hoşnutsuzluğu bu denli insafsızca, bu denli
göstere-göstere sömürülmelerine karşı homurdanışı bir avuç finans-kapitalisti
rahatsız ediyordu. Sert tedbirler alınmalı, geceleri uykularını kaçıran
homurdanmalar susturulmalı, pişmiş aşlarına soğuk su katılmamalıydı. Bunu temin
ise ancak finans-kapitalin tek başına iktidarı ile mümkün idi. 1970
İşçi-Gençlik-Köylü hareketleri, Demirel iktidarını güç durumlara sokmuş, batağa
giren ekonomi, büyüyen dış ticaret açığı, yamalı bohçaya dönen bütçe, devalüe
edilen lira ile ardı arkası kesilmeyen yeni yeni vergiler karşısında yönetemez
hale gelmişti. Finans-kapital durumun düzelmesi için gördüğü tek çareyi,
ortaksız iktidarı, uygulamakta gecikmedi. 12 Mart muhtırası Cumhuriyet
tarihinde finans-kapitalin diktatoryasını okuyan bildiridir. 12 Mart’ta
finans-kapital safra atmış, iktidardaki diğer ortaklarından, küçük burjuva
radikallerinden, reformist burjuvaziden, tefeci-bezirgandan arınmış bir
iktidarı oluşturmuştur. Devlet mekanizması finans-kapitalin tartışmasız
kontrolü altına girmiş, bütünleşmiştir. Faşist ağını kurmaya karar vermiştir.
Bugünkü durum iktidarını ortaksız yürüten, değil sol’u, radikalleri bile
susturan, öyle k; bir gün evvel Anayasa değişikliğini danıştığı profesörleri
bile ertesi günü hapise yollayan, devrimci avına çıkmış bir avuç finans-kapital
oligarşisi iktidarının Anayasa değişikliği, baskı kanunları hazırladığı, iğrenç
sömürüsüne dur diyecek bütün güçleri saf dışı bıraktığı, parlamenter faşizmin
hüküm sürdüğü bir durumdur. Bugünkü yönetim oligarşinin asker kanadının Erim
hükümeti ve parlamento maskesi altında sürdürdüğü bir faşist yönetimdir.
Oligarşinin Demirel kanadı yıpranmış, yerine oligarşinin askeri kanadı
geçmiştir. Finans oligarşisi bütün hışmıyla bağımsızlık savaşçılarının üzerine
yürümüş askeriyle, polisiyle, adliyesiyle, bu gür sesi susturmaya
çalışmaktadır.
Kurtuluş
Savaşı’ndan 1971’e kadar Türkiye’de olanlar böylece özetlenebilir.
İddianamede
bahsi geçen, yazılan olaylara gelince, savcının yaptığı gibi bizde meseleyi ta
başından almak, ilk gençlik olaylarına, hatta 27 Mayıs ihtilaline inmek
zorundayız. Olayları buradan almak Anayasa’yı ve Hür Demokratik ortamı kimin
hazır altı edip baltaladığını, kimin can pahasına koruyup yerleştirmeye
çalıştığını anlamak için şarttır. Dönelim 27 Mayıs 1960’a.
Demiştik
ki, 27 Mayıs İhtilali bunalan ekonomimize çözüm getiremeyen, gizleyemediği
sömürü ile, yarattığı açlık ve sefaletle halkın nefretini kazanan bir iktidara
karşı küçük burjuva radikalizmi ve reformist burjuvazinin giriştiği bir
harekettir.
27
Mayıs’ta radikal burjuvazinin etkisiyle demokrasi yolunda adımlar atılmış,
temel hak ve hürriyetler teminat altına alınmış, pozitif hukukun sağlam
temeller üzerine oturması sağlanmıştır. Bunların yanında devlet aygıtı önemli
demokratik kuruluşlarla desteklenmiş, Üniversitelerde belli fikir özgürlüğü
sağlanmıştır. 1960’ın hemen sonraları küçük burjuva radikallerinin etkinlik
sağladığı yıllardır.
Bu
yıllar emperyalizmle hiçbir göbek bağı olmayan, gençliğin öğrenme-araştırma,
inceleme, kısaca orta çağ karanlığından, fikirsizliğinden kurtulma yılları
olmuştur. 1961 Anayasası ile kazanılan mesafeleri şöylece özetlemekte fayda
vardır:
İşçiye tamamen çalışma, sözleşme ve grev yapma hakkı işçilerin demokratik hareketlerine dayanak olmuş, işçiye dayanak gücü vermiştir. Örgütlü sermayeye karşı mücadelenin ancak toplu hareketlerle mümkün olduğu görülmüş, grev ve sendikal örgüt kurma mücadelesi, Anayasa ile kazanılan ‘düşünce ve kanaatlerini söz ve yazı ile serbestçe ifade etme’ hakkı ile daha da güçlenmiştir. Çıkacak faşizm kokulu kanunların Anayasaya aykırılığı ispatlanacak duruma getirilmiş bağımsız Anayasa Mahkemeleri kurulmuştur. Çeşitli meslek gruplarına örgütlenme ve direnme hakları tanınmış, kitlelere hoşnutsuzluklarını etkili bir biçimde belirtme, gerekirse direnişe geçme hakkı verilmiştir. Bütün bu etkili ve ilerici kararlar yönetici kadroları kontrol altında tutma, üzerlerinde etkili olma ve denetleme olanağını doğurmuştur.
Alınan
kararların ve uygulamaların halkın çıkarıyla olan uygunluğu tartışılır
olmuştur. Bütün bu ileri adımlar, tanınan hak ve özgürlükler geniş bir tartışma
ortamı açmış, çıkarlarımıza ters düşen kararlar her çevrede anlaşılacak şekilde
derinlemesine tartışılmaya başlanmıştır. Kitleler Anayasanın sağladığı her
hakkı benimsemiş, kendine mal etmiştir.
Gelişen
fikir akımları gittikçe daha çok konuyu incelemeye başlayan aydınlar,
örgütlenen, gerekince direniş hakkını kullanan, tartışma açan meslek grupları
ve özellikle halkının meselelerini kendi meseleleri kadar ön plana alan
gençlik, finans-kapitali tedirgin etmiş, huysuzlandırmıştı.
Reformist
burjuvazinin bu iki üç yıllık etkinliği finans-kapital tarafından
tefeci-bezirgan kasaba kodamanı ile engellenmeye başlanmıştır. İlk iki üç yılda
halkımızın kaydettiği bu gelişme karşısında finans-kapital ürkmüş 1960’ta
itelenmesine göz yumduğu tefeci-bezirganın tekrar piyasaya çıkmasına göz
yumarak yeni bir sınıfsal denge kurmuş, demokratik kitle hareketlerinin ve
gelişen bağımsızlık savaşının karşısında örgütlü bir direniş tezgahlamaya
başlamıştır. Finans-kapital o devrede bu mücadeleyi, bu savaşı tek başına
göğüsleyecek, önleyecek güçte olmadığı için karşımıza tefeci-bezirganı
çıkarttı. En ince ayrıntılarına kadar planladığı karşı devrimci hareketi
uygulamaya başladı. O devrede demokratik hareketler, meslek gruplarının ilerici
örgütlenmeleri ve gençlik eylemleri yanında gördüğümüz Kur’an kurslarının, İmam
Hatip Okulları furyasının, Mücadele Birlikleri’nin, komando kurslarının, taşra
eşrafının örgütlediği Komünizmle Mücadele Dernekleri’nin mantar gibi
fışkırmasının sebebi budur. Zaten örgütlü olan tefeci-bezirgan takviye teşvik ediliyor, üstümüze salınıyordu. Bu arada finans-kapital güç topluyor,
hem tefeci-bezirgana, hem reformist burjuvaziye ve hem de gelişmekte olan
‘sol’a vuracağı günü kolluyordu.
Anayasa
karşısında kitlelerin aldığı bu kesin olumlu tavır ve Anayasanın kitlelerce
benimsenmesi gençliği de kapsar. Uzunca bir dönem çeşitli dünya görüşlerine ve
özgürlüğe aç kalmış gençlik Anayasal haklarını kullanan ilk güç oldu. Hakim
sınıfların iç ve dış politikalarını, gerek şimdi ve gerekse daha önce alınmış
ekonomik ve politik kararlarını, bunların uygulanmalarını tepki ile karşılamaya
başladı. Gücü yettiğince çıkarlarımıza ters düşenleri değiştirmeye çalıştı.
Gerektiğinde direniş hakkını kullandı. Miting yaptı. Yürüyüş tertipledi. Bütün
ilerici, demokratik kitle hareketlerine katıldı, destekledi. Döğüştü, dayak yedi,
hapislere atıldı. Şşkencelerin en çağ dışı olanları üzerlerinde uygulandı.
Bütün bunlar gençliğin mücadele azmini kuvvetlendirmekten başka bir işe
yaramadı. Sömürünün üzerine üzerine gitti. Yerli petrol kampanyası açtı. ığdiş
iğdiş ettiği ikili antlaşmalarımızı sergiledi. Madenine sahip çıktı. Omuz verdi
topraksız köylüye. Gözcü oldu grevci işçiye.
1965’ten
sonra gençlik eylemleri hız kazandı. Artık her demokratik hareket, her haklı
direniş, her sömürüye başkaldırı yanında bağımsızlık ve demokrasi savaşı veren
gençliği buluyordu. BU savaşta hedef Anayasada yazılı her cümlenin kitlelere
mal edilmesi, kullanılması idi. Gelişen gençlik olayları, bağımsızlık
mücadelemiz faşizan kuvvetler tarafından susturulmaya çalışıldı. Bağımsızlık
savaşçılarının yavaş yavaş her fakültede cemiyet seçimlerini kazanmaya
başlamaları mayanın tuttuğunu gösteriyordu. Gençliğin bir iki senede aldığı
mesafe ve ortaya koyduğu eylemler kitlelerce hemen benimseniyor, ‘Hak verilmez
alınır‘ ilkesi geçerlilik kazanıyordu. Nitekim toplumun motoru olan gençliğin
eylemleri sonucu ilk ışçi-Köylü mitingleri, yürüyüşleri başlıyordu. Demokrasi
ve bağımsızlık yolundaki mücadele gittikçe hız kazanıyordu.
Çığ
gibi büyüyen bağımsızlık hareketimiz karşısında hakim sınıflar telaşlanmaya
başladılar. Her hareketimiz kitlelerce benimseniyor, onlara mücadelelerinde
rehber oluyordu. Buna karşı Demirel hükümetinin tavrı açıktı. Anayasa
değişecek, daha ağır cezalar yürürlüğe konacak ve bu hareketler durdurulacaktı.
Fakat ekonomik bozgun ve gelişen kitle hareketleri karşısında Demirel iktidarı
gücünü yitirmeye başladı. Bu güçsüzlük onu zorbalığa iteledi. Artık hakim
sınıflar kiralık silahlı güçler beslemeğe başladı. Her miting, her yürüyüş,
bağımsızlığa yönelik her hareket kurşunla karşılanıyor, gençler şehit
ediliyordu. ışçi ve köylü demokratik hareketleri de bu tedhiş kampanyasından
nasibini alıyor, bağımsızlık için savaşan liderleri kurşunlanıyordu.
Yürütülen
bu tedhiş kampanyası karşısında devrimciler bir süre meşru müdafaa durumunda
kaldılar. Bağımsızlık savaşlarını ve mevcudiyetlerini korumak için
silahlandılar. şimdi meydanda bir tarafta emperyalizmin ve yerli finans
kapitalin jandarmalığını yapan, görevini yerine getirmek için silahlı ekipler
kuran AP yönetimi, diğer tarafta emperyalizmi, finans oligarşisini ve
jandarmalarını kovalamak ve varlığını korumak için silahlanan devrimciler
vardı. Hakim sınıfların örgütlü gücü karşısında devrimci cephede acilen
örgütlenmek gereğini duydu. Ve örgütlendi. Artık kozlar açık oynanıyordu.
Devrimcilerin
legal çalışma imkanları çok sınırlanmıştı. Azgınlaşan emperyalizmin bizi ezip
geçmesine müsaade etmeden toparlanmamız, bağımsızlık savaşımızı değişen şartla
uygun biçimlerde yürütmemiz gerekiyordu.
Devrimciler
emperyalizme karşı bağımsızlıkları için silaha sarılma hakkını kullandılar.
THKC
ve onun savaşçıları emperyalizme karşı bağımsızlık için silaha sarılma hakkını
kullandılar. Savaşçılarının son teki de ölene kadar bu hakkı kullanmaya devam
edeceklerdir.
İddianamede
geçen ve Cephe'mizin yaptığı söylenen eylemler bağımsızlık için silaha sarılma
hakkımızı kullanmamızdan başka bir şey değildir.
THKC,
Türkiye halkının bağımsızlık özlemini dile getirmiş, kurtuluşun ilk kıvılcımını
yakmıştır.
THKC,
Türkiye halkının kurtuluşu yolunda bundan böyle de savaşını sürdürecek ve
zaferi kazanacaktır.
Yaşasın
bağımsız ve demokratik Türkiye için savaşanlar.
Kaynaklar
İki
Adalı, Turhan Feyizoğlu, Ozan Yayıncılık, İstanbul: 2007, s.384, 396
‘Ölümünün
23. yılında THKP-C önderlerinden Ulaş Bardakçı’yı saygıyla anıyoruz’, Turhan
Feyizoğlu, Devrimci Gençlik, Mart 1995, sayı: 2.
Online
metin şuradan alınmış, kitaptaki metinle karşılaştırılmış ve web için
düzenlenmiştir: 68 Dayanışma
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder