Garbis Altınoğlu’nun, 1978 yılında Halkın Birliği Dergisi kanalıyla devrimci kamuoyunu aydınlatmak amacıyla yapmış olduğu, her şey netçe ortaya koyan değerlendirmeyi yayınlıyoruz.
Ben ve bağlı olduğum grup, PDA oportünistlerine ve
onların sağcı, teslimiyetçi çizgisine karşı 1970’den itibaren mücadele
etmiştik. Ancak küçük-burjuva sınıf karakterimiz, aydın yapımız,
Marksizm-Leninizm'i kavrayışımızdaki eksiklerimiz, siyasi ve örgütsel
alanlardaki tecrübesizliklerimiz nedeniyle birçok hatalar işledik. Bunların
içinde en büyüğü ve maalesef telafi edilmesi mümkün olmayanı da Adil
Ovalıoğlu’nun öldürülmesidir.
O dönemlerde PDA oportünistlerinin sağcı ve teslimiyetçi
çizgisine karşı çıkarken, bizde çeşitli “sol” anlayışlar gelişmişti. Bunda, o
zamanlar bizi derinden etkileyen Hindistan Komünist Partisi (M-L) ve onun
önderi Çaru Mazumdar’ın “sol” oportünist görüşlerinin ve PDA oportünizmine
karşı duyduğumuz tepkinin önemli bir payı vardı. Ancak bu hatalara düşmede
belirleyici olan, iç etken, yani bizim küçük-burjuva sınıf karakterimizdi.
Hatalı anlayışlarımızı, kısaca şöyle sayabiliriz:
1) Ülkemizde silahlı mücadele şartlarının var olduğunu ve
Marksist-Leninistlerin bu mücadele biçimini ta ilk baştan temel alması gerektiğini
düşünüyorduk. Türkiye’nin somut bir tahlilini yapmıyor; Çin, Vietnam ve
Hindistan’daki Marksist-Leninistlerin görüşlerinin olduğu gibi ülkemizde
uygulanması gerektiği inancını taşıyorduk. Bu hata dogmatizmden
kaynaklanıyordu.
2) Silahlı mücadelenin temel alınması gerektiğini ileri
sürmekle kalmayıp, onun tek mücadele biçimi olması gerektiğini, diğer mücadele
biçimlerinin çağımızda eskimiş ve modası geçmiş, kitlelerce aşılmış olduğunu
düşünüyorduk. Bu nedenle, kitle mücadeleleri örgütlemenin, kitle örgütlerinde
çalışmanın ve devrimci yayın faaliyeti sürdürmenin yanlış olduğunu, bunun bizi
oportünist ve revizyonist yola sokacağını düşünüyorduk.
3) Proletarya partisinin uzun bir süreç içinde, silahlı
mücadelenin ateşi içinde tedricen inşa olacağına inanıyorduk. Aslında bu
noktada, proletarya partisinin kurulması ile onun inşası gibi iki farklı
(ilişkili olmakla birlikte) şey birbirine karıştırılıyordu. Bundan dolayı
mücadelenin başında belirli bir programı, tüzüğü, örgütsel yapısı ve örgütsel
işleyiş kuralları (demokratik merkeziyetçilik, kolektif yönetim,
eleştiri-özeleştiri vb.) olan bir devrimci örgütün kurulmasını gereksiz
görüyorduk. Bu anlayış, örgütsel alanda belirsizliğe ve laçkalığa yol açtığı
gibi, körü körüne itaati ve bürokratizmi de yerleştiriyordu.
4) Oportünizme ve revizyonizme karşı mücadeleler
konusunda hatalı, aşırı sol anlayışlara sahiptik. Bu gibi unsurlara karşı
mücadelenin ideolojik-siyasi mücadele ile sınırlı kalamayacağını, onlara karşı
da silahlı mücadele yönteminin uygulanabileceğini düşünüyorduk. Bu hatalı
anlayışı pekiştiren iki yan etken vardı: Birincisi, yanlış bir illegalite ve
gizlilik anlayışı (gizliliğin önemini abartma); ikincisi, mücadelenin ta ilk
baştan silahlı mücadele biçimini alacağı görüşü idi.
5) Kitlelerle bağ kurma konusunda ise sıfırdan başlama
anlayışına sahiptik. Yani belli bir kitle temelinin, belli bir devrimci mirasın
olduğu alanlara yönelmiyor, kendi çabamızla kuracağımız yeni kitle bağlarını
esas almamız gerektiğini düşünüyorduk. Ayrıca kitlelerle ve onların ileri
unsurlarıyla mücadele içinde bağ kurmayı hedef almak yerine, işçi ve
emekçilerle üretimde birlikte çalışarak bağ kurmayı esas alıyorduk.
Adil Ovalıoğlu’nun öldürülmesi meselesine gelince, Adil
ile grubumuzdaki bazı kişiler arasında bazı teorik ve pratik konularda yer yer
tartışmalar olmuş ve bu tartışmalar belirli bir gerginlik yaratmıştı. Bu
tartışmalarda ben de Adil’in karşısında yer almıştım. Öte yandan Adil’in
grubumuzdan habersiz bir biçimde, değişik kişi ve gruplarla ilişki kurma ve tek
başına hareket etme eğilimi vardı. O şartlarda, sahip olduğumuz aşırı
sübjektivizmin bizi Adil’in örgüt yıkıcılığı yaptığı ya da örgütün yönetimini
tek başına kendi eline alma eğilimi taşıdığı sonucuna götürmesi hiç de zor
olmadı. O zaman Adil ile ilişkilerimizin kesilmesine rağmen, benim bildiğim
kadarıyla o dönemde Adil’in öldürülmesi yolunda herhangi bir karar alınmadı.
Ancak, Adil gibi davranan kişilerin öldürülebileceği ve öldürülmesi gerektiği
anlayışı hepimizde vardı.
Ben 10 Nisan 1972’de Kayseri’de yakalandım. Cinayetin
işlendiği 12 Haziran 1972 günü Mamak Askeri Cezaevi’nde tutuklu bulunuyordum.
Adil’in öldürüleceğinden haberim yoktu. Bununla birlikte, söz konusu grubun
yöneticilerinden biri olduğum için kendimi bu cinayetin birinci derecede sorumlularından
birisi olarak görüyorum. Adil Ovalıoğlu’nun öldürülmesi karşı-devrimci bir
eylemdir. Ancak bu olayı değerlendirirken (diğer bütün hataların
değerlendirilmesinde olduğu gibi) yalnızca kişilerin sorumluluğu üzerinde
durulmamalı, bu hataya yol açan siyasi ve toplumsal etmenler de göz önüne
alınmalıdır. Bu olayın bütün devrimcilere olumsuz örnek yoluyla öğretici olması
gerektiğine, kendim de bu ağır hatanın bedelini Türkiye halkına ve Türkiye
devrimine canla başla hizmet ederek ödeyebileceğime inanıyorum.
Halkın Sesi’nin değindiği diğer bazı noktalara gelince.
Birincisi, bu oportünistler cinayetten bizim grubumuzu değil de proleter
devrimci hareketin sorumlu olduğu izlenimini yaymak istiyorlar. Böylelikle,
onlar bu karşı-devrimci eylemi mahkûm etme sis perdesi altında bu olayla hiçbir
ilgisi bulunmayan proleter devrimci hareketi karalamaya çalışıyorlar. İkincisi,
ben mahkemede bu cinayeti doğru ve haklı gördüğümü söyledim. Bunun nedeni benim
meseleye küçük-burjuva maceracı bir tarzda yaklaşmam ve olayın benim üzerimdeki
manevi baskısıydı. Olaya sahip çıkmayıp, bunun karşı-devrimci bir eylem
olduğunu söylemenin kendimi kabahatsiz göstermek ve kendi paçamı kurtarmaya
çalışmak anlamına geleceğini, devrimcilerin burjuva mahkemesi önünde özeleştiri
yapmayacağını düşünüyordum. Aslında, o dönemde cezaevinde bir özeleştiri
hazırlamış ve bu özeleştiriyi çeşitli devrimci gruplardan arkadaşların yanı
sıra, PDA oportünistlerine de vermiştim. Bu özeleştiride, diğer hatalarımızın
yanı sıra, Adil Ovalıoğlu’nun öldürülmesi konusu da (yetersiz olmakla birlikte)
ele alınmış ve olay “vahim bir hata” olarak nitelendirilmişti.
Çift ifadem olduğu ve karanlık bir kişiyi gizlediğim
iddiasına gelelim. Ben polis sorgusu sırasında iki kişinin adını vermiştim.
Daha sonra polis, ifademi yazılı hale getirirken bunları yazmadı. Ben bunun
nedenini bilmiyorum. O zaman polisin, bu kişilerin tutuklanması için yeterli
neden ve delil bulmadığını sanıyordum. Halkın Sesi, bu kişilerin ajan olduğunu
ve benim bunları (bir pazarlık sonucu) himaye ettiğimi ima etmektedir. Eğer
Halkın Sesi’nin bu kişiler hakkında herhangi bir bilgisi varsa bunu
açıklamalıdır.
Halkın Sesi oportünistleri bugün MİT’in hizmet ettiği hakim sınıflar ve emperyalistlerle işbirliğini teoride ve pratikte açıkça savunarak karşı-devrimci bir çizgide yürümektedirler. Onların bütün lafları ve oyunları bu niteliğini gizleyemez.
Halkın Birliği, 28 Mart 1978, Sayı: 31.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder