Uzun yıllar yaşamını devrim ve sosyalizm savaşımına adamış olan Garbis Altınoğlu'nu 14 Ekim 2019 yılında kalp krizin nedeniyle kaybetmiştik. Uzun yıllar TKP-ML Hareketi’nin saflarında mücadele etmiş ve 1986 yılından itibaren zindan iken MK'sine seçilmiş ve o günden sonrası 1994 yılı MLKP-K dönemine kadar hareketimizin önderliğinde sorumluluk üstlenmiş ve oportünist ve ilkesiz birlik sürecinin ardında MLKP önderliğinde yer almış, 1981 yılında polis operasyonun polisle boğuşurken silahın patlaması sonucu bir gözünü yitiren, 6 ayı aşkın bir dönem İstanbul ve Kahramanmaraş polisince en ağır işkenceler maruz kalan, yoldaşları ve örgütü hakkında susmayı yeğleyen, 6. Klordu Mahkemesi'nce örgüt yöneticisi olduğu gerekçesiyle yargılanıp idama mahkum edilen, mahkemede devleti yargılayan ve bir gün yapılanların hesabının sorulacağını yüksek sesle haykıran Garbis Altınoğlu, İstanbul, Antep, Mersin, Sinop, Adana zindanlarında tam olarak 10 yıl bol işkenceli ve hücre tecrit koşullarında zindanlarda yattı.
‘91 Özal affıyla
dışarıya adım atan Garbis, tereddüt duymadan örgütsel çalışmalara katıldı.
Örgütümüzün öncü kadroları arasında yer alması ve MK'si üyesi olması nedeniyle
siyasi büro da görevlendirilen Garbis örgüt kararıyla 1992 yılında maceralı bir
yolculuğun ardında ilk denemede kara yolculuğuyla Edirne kapıda yurtdışına
çıkarken, polisin kuşkulanması nedeniyle pasaportunun kontrolü edilmesi
amacıyla otobüste indirilip açık alanda beklerken, polislerin dikkatsizliğinden
yararlanarak gümrük alanında kaçarak polisin elinde kurtulan Garbis, bölgeyi
bilmemesi nedeniyle oldukça uzun sazlık ve bataklıklarla mücadele ederek, sınır
telleri ve çalıları aşarak, sabaha kadar bilinmez yollarda yürüyerek yola
çıkar.
Değişik araçlar değiştirerek İstanbul'a döner ve yoldaşlara ulaşır. Polis yeniden aranır durumda olan Garbis'in kullanmış olduğu sahte pasaportta yapıştırılmış olan resmin kime ait olduğunu çözemez. Sularda geçen ve yurtdışına çıkarıldı. Yurtdışında hem teorik-politik alanda merkezi yayınlara yazı yazma, hem yurtdışı çalışmalarına ideolojik-politik olarak destek sunma ve hem de enternasyonal ilişkiler alanında görevlendirildi. Ama işin özü Garbis, 92-94 yılları döneminde oldukça geniş zamanı olmasına karşın pek ciddiye alınabilecek bir ürün vermedi.
Esas olarak iç
tartışmalar da kendi düşüncelerini ortaya koyan geçmişin değerlendirilmesi ve
kitle de çizisi konularında yazılar yazdı.
Garbis'e dair
değerlendirme yaparken iki farklı yaklaşım öne çıkmaktadır. birisi garbisin
hata ve eksikliklerini öne sürerek Onun devrim ve sosyalizm mücadelesine yapmış
olduğu katkıyı yok sayan inkarcı ve retçi yaklaşım, diğeri ise garbisin olumlu
yanlarını öne sürerek hata ve zaaflarına dokunmayan, garbisi bir aziz düzeyine
çıkaran mükemmeliyetçi yaklaşım bizce bu her iki bakış açısı da hatalı ve
yanlıştır.
Garbis bir insandır
ama öyle ama böyle ister bilinçli ister kavrayış ve bilinç yetersizliğinden
olsun hatalar işlemiş ve yetmezlik içine düşmüştür. Garbis’e sahip çıkmak ve
anısını yaşatmak, Onun hata ve yetmezlikleriyle uzlaşarak, ya da üzerini
kaparak olmaz. Buradan hareketle Stalin yoldaşın “ölüler hata yapmaz” bakışı
bize destur olmalıdır. Garbisi’de değerlendirirken Stalin yoldaşın bu bakışı
bize ışık olmalıdır. Onu olumlu ve olumsuzluklarıyla bir bütünlük içinde
değerlendirmeliyiz. Çalışkanlığı, devrim ve sosyalizm mücadelesine bağlılığı,
mütevazi emekçi yaşamı, polis, mahkeme ve zindanda devrimci militan dik duruşu,
zorluklarda yılmayan, korkmayan çabası, örgüt disipline bağlılığı vb. alanlarda
Garbis mücadelesi ve yaşamında 1994 yılına kadar olumlu bir hatta durmuştur.
Ne ki bu devrimci
tutumunu MLKP-K’nın kuruluşunun ardında tam tersi bir noktaya kaymıştır.
Örgüt içi
mücadelede yıllarca kendisinin sağcı ve örgüt çalışmasını tasfiyeci edici
düşüncelere tahammül eden ve hatta hareketle bir çok alanda farklı bir hatta
durmasına rağmen Hareketimizi garbisi en ileri yönetim organı MK'sine seçerken,
Garbis MLKP-K döneminde farklı fikirde olan ve birlik sürecine sıcak bakmayan,
bir yerde koşullu katılan yoldaşların örgütten atılmasını önermekten geri
durmamıştır. Yani Garbis örgüt içi mücadelede kendisi gibi düşünenlerin MLKP'de
egemen olduğunda farklı düşünenlere yaşam hakkı tanımama ve hatta 195 yılında
Birlik Konferansı’nda geçmiş sorununa dair tartışma yapılmasına karşı
durumlardan birisi olmuştur. Yani Garbis görünüşte ilkeli ama pratikte hiçte
öyle olmadığı netçe ortaya çıkmıştır. Örneğin 1995 yılında MLKP önderliği darbe
yaparak örgütü küçük bir maceracı bir hatta sürükler ve proletarya partisinin
işçi sınıfıyla birliği olduğu Leninist görüşünü reddedip öncellerin yanlış
düşündüğü söyleyip, sınıftan kopuk parti kurulur görüşüne rücu ederek
MLKP-K'nin K ekini kaldırıp "MLKP artık partidir" ilanını yaparken,
örgütün tüzüğünü ve temel görüşlerini yok sayarken Garbis maalesef Leninist
ilkelerin gereklerine uygun davranmıyordu.
Yine Garbis hızlı
ve ilkesiz birlik olsun da nasıl olursa olsun yaklaşımını savunan kadrolar
arasındaydı. Onun derdi harketten kurtulmak ve bir yerde yeni kurulan örgütte
daha etkin olacağını düşlemekti. Bazı hızlı birlikçiler ve geleceklerini burada
gören kadrolar Garbisi öne sürerek “yoldaş sen anlısın şanlısın, teorisyensin
vb.” sözleriyle gölgesinde yararlanamaya çalıştılar. Özellikle 1995
Ağustos'unda MLKP ile yollarını ayırıp KP-İÖ' saflarında örgütlenen
komünistlere en azgınca saldırıların başında Garbis geliyordu. Yurtdışında
derneklerde dolaştırılan Garbis, KP-İÖ'’lü yoldaşlara yönelik çivili sopalı,
silahlı, bıçaklı saldırılar düzenler ve Kemal yoldaş katledilip, iki yoldaş
kontra yöntemlerle kaçırılıp, sorgulama adına ihanete zorlanıp, ölüm sahneleri
düzenlerken, Garbis “partiyi tankla topla savunacağız” diyerek ölüm ilanları
yayınlamaktan geri kalmıyordu.
Demek ki Garbis,
devrimci ilkelere bağlı ve bunun gereklerini sonuna kadar savunan ve Onlara
sahip çıkan bir konumda değildi. Eğer öyle olmuş olsaydı, Antep’te PKK'nin
-TKP-ML hareketine yönelik sistemli hal alan karşı devrimci saldırılarında dört
yoldaş katledilip bir çok yoldaşın yaralandığı çatışma ortamında; “PKK
yurtsever bir harekettir çatışmaya gerek yoktur geri çekilelim” sağcı yaklaşımı
savunmaz, yine 1992 yılında Dev-Solda yaşanan Dursun Karataşçı-Bedri Yağancı
ayrışmasında Dursun Karataş kesiminin saldırgan ve devrimciler arasındaki
sorunların çözümünde şiddetin devreye sokulması tutumuna şiddetle karşı duruna
ve hatta ne yapıp edip bu çatışmaları durdurmalıyız diyen Garbis, 1995 yılında
KP-İÖ’lü yoldaşlara yönelik saldırılarda Dursun Karataş-PKK yöntemini temel
almış ve bunun gereklerine uygun davranmaktan geri kalmamıştır. Bu tutumlarıyla
Garbis yalnızca kendine demokrat olurken kendi dışındakilere burjuvaziden
aşırılmış diktatörlüğü reva görmüştür. Buradan olarak Garbis ne devrimci
ilkelere sonuna kadar bağlı kalmış ve nede örgüt içi mücadelede iktidar
kılıcını eline aldığında devrimci davranmıştır.
Bir yerde MLKP
içinde MK'si gibi düşünmeyenleri kontravari yöntemlerle korkutup-sindirip ve
etkisiz hale getiren ve farklı fikirlere yaşam hakkı tanımaz bir konumda iten
yaklaşımlar Garbis gibi ilkesizliği ilke haline getirenlerin tutumlarıyla
gerçek olmuştur. "Partiyi tankla topla koruyacağız" diyen ve Onlarca
devrimcinin kanına elini bulaştıran Garbis, 2000 yılında "MLKP
çürümüştür" diyerek yollarını ayırırken, aslında KP-İÖ’lülerin 1995
yılında MLKP önderliğine dair söylediklerinin teyit edilmesinden öte bir şey
söylemiyordu. Yine kendisine komünist diyen bir öncü, komünist hareketin
çürüyüp yozlaştığı analizini yapıyorsa orada yapması gereken yalınızca uzakta
durarak akıl hocalığı yapmak değil, yere düşmüş komünizm sancağını toz-toprak
ve çamurdan temizleyerek yeniden gönlere çekmek olmalıdır. Ama Garbis bir dönem
karşı çıkıp şiddetle eleştirdiği "örgütsüz bir aydın devrimci olma"
yolunu seçerek kendi söylemlerinin dışında hareket etmiş ve böylece
inandırıcılığını da zaafa uğratmıştır. İşin özü Garbis MLKPyi "tankla,
topla korumuş" ama MLKP Garbis’e düşmanca yaklaşmaktan geri durmamıştır.
Hareketimiz saflarında önemli hata ve eksikliklerine karşın -1994 yılına kadar,
devrim ve sosyalizm için mücadele yürüten Garbis bir değerimizdir ve kendisini
saygıyla anıyoruz.
Ne ki 94'en sonrası
Garbis önce devrimci çizgide sapmış ve sonrasında küçük burjuva bir çizgiye
kapaklanarak komünist özünü kaybetmiştir. Biz devrimci değer ve ilkeler sıkıca
bağlanmaktan geri durmayan Garbis'e sahip çıkıyoruz.
Garbis’in anısına
1999 yılında MLKP MK'sine yazmış olduğu MLKP gerçeğini anlamaya hizmet edecek
bir yazıyı okurlarımızla paylaşıyoruz.
KP-İÖ, 14 Ekim 2020
Yazarın MLKP Merkez Komitesi'ne mektubu
4-7 Aralık 19994 Aralık 1997 tarihli istifa mektubuma Ağustos 1998 tarihli mektubunuzla yanıt vermiştiniz. Ben de size ancak şimdi karşılık verebiliyorum. Yanıtımı yazmakta acele etmeyi düşünmedim. Nedeni belli. Anlatmak istediklerimi yıllardır yeterince söyledim ve yazdım. Ancak ağzımdan ve kalemimden çıkanlar sağır kulaklara, duyarsız yüreklere ve anlamayan kafalara çarpıp geri döndü. Bunun bende önemli ve tümüyle haklı bir rahatsızlık yarattığını saklayacak değilim. Bu sağırlar diyalogunun son örneklerinden birini ve belki de sonuncusunu oluşturacağı belli olan bu mektubu, işte bu nedenle fazla uzun tutmamaya çalışacağım. Söylemek istediklerimi yıllardır, hem de fazlasıyla kapsamlı ve fazlasıyla ayrıntılı ve Marksizm-Leninizm’in ABC'sini bilen herkes tarafından anlaşılabilecek bir biçimde ortaya koymuş bulunuyorum. Öte yandan, Ağustos 1998 tarihli mektubunuzdan sonra kaleme aldığım ve size ilettiğim değişik yazıların da aslında bu yanıtın öğeleri sayılmaları gerektiğini belirtmeliyim.
Mektubunuzun içeriği, mektubunuzun yazıldığı tarihten bu yana ortaya koyduğunuz önderlik pratiği ve buradaki diğer Merkez Komitesi üyesi ile yaptığım tartışmalar; bizi birbirimizden ayıran mesafenin giderek daralmadığını, tersine arttığını gösteriyor. Bütün bunlar, söz konusu sorunları ortak bir temel üzerinde, Marksizm-Leninizm temeli üzerinde birlikte çözme şansımızın olmadığı yolundaki kanımı bir kez daha doğruluyor. Daha da kötüsü ve üzücü olanı, mektubunuzun içeriği, tartışılmakta olan sorunların anlam ve kapsamını bile kavrayamadığınızı, belki de kavramaktan aciz olduğunuzu ve daha da önemlisi "naçizane katkılarınızla" MLKP'nin yaşamak zorunda bırakıldığı bunalımın derinliğinin bilincine varmadığınızı gösteriyor. Bununsa, işgal ettiğiniz yerin gerektirdiği sorumluluk ve ciddiyetten fersah fersah uzak olduğunuzun bir başka kanıtı olduğunu söylemek zorundayım. Amacım kimseyi küçük düşürmek, aşağılamak değil. Ancak, ortaya büyük iddialarla çıktığı halde bu iddialarıyla hiçbir biçimde bağdaşmayan bir çizgi izleyen, kendi bireysel ve kolektif durumunu kavramayan, üstelik kendi geri tutumları nedeniyle, Birlik Devriminin ürünü ve bir zamanların büyük umudu MLKP'yi önemli ölçüde tüketmiş ve uçurumun kenarına getirmiş bulunanların böylesine büyüksü havalarda bana ders ve öğüt vermeye kalkışmasına dayanamam. Ve dayanmamı da kimse beklemesin. Toplumsal pratik ve sınıf savaşımının gerçekleri her bireyi ve her kolektifi layık olduğu yere oturtur ve oturtmaktadır. Bu bakımdan, Merkez Komitesi'nin sağa sola rastgele salvo atışları yapmaya kalkışmadan önce, aynaya bakmayı ve kendi gerçek görüntüsünü görmeyi, yani kendi ideolojik ve siyasal ağırlığını objektif bir biçimde ölçmeyi öğrenmesinde sayısız yarar var.
Gene de burada, mektubunuzdaki iddialara kısaca değinecek ve onları ana çizgileriyle yanıtlayacağım.
Diyorsunuz ki, “Merkez Komitesi, eleştiri konusu yaptığınız teorik ve siyasi konuların bir çoğuna genel olarak katılıyor. Merkez Komitesi üyelerinin benzer eleştiri ve uyarıları değişik zamanlarda ve farklı düzeylerde dile getirdikleri de bilinmelidir. Eleştirileriniz bizim için daha uyarıcı oldu. İşaret edilen hususlar süreç içinde geliştiği ve önüne geçilemediği takdirde bunun partinin ideolojik-siyasi çizgisi doğrultusunda bir sapmaya tekabül edebileceğini belirledi.”
Merkez Komitesi'nin, yaptığım eleştirilerin çoğuna katıldığını söylemeniz, doğrusu anlaşılır bir şey değil. Parti, kuruluşundan bu yana, kendi içindeki oportünizmin ve revizyonizmin açık ve gizli kuşatması altında. Merkezi yayım organlarında bir dizi temel konuda anti-Marksist düşünceler, Parti'nin programına aykırı görüşler büyük bir rahatlıkla ve pervasızlıkla savunuldu; Parti'nin çizgisi ve programı sabote edildi ve Parti, içerik ve sonuçları bakımından yıkıcı N-S çetesinin TKP (M-L) Hareketi'ne ve MLKP'ye karşı giriştiği saldırıdan daha tehlikeli bir saldırıyla yüz yüze geldi. Ben ise, kendi gücüm ve olanaklarım ölçüsünde yıllar boyu bu tasfiyeci-revizyonist saldırıya karşı önce TKP (M-L) Hareketi'ni ve sonra MLKP'yi korumaya, içimizdeki küçük-burjuvaziye karşı Partiyi, proletaryayı ve komünizmi savunmaya çalıştım. Dolayısıyla, benim bu eleştirilerim MLKP'nin, hatta onun öncellerinden TKP (M-L) Hareketi'nin gelmiş geçmiş bütün Merkez Komitesi üyeleri tarafından bilinmektedir. Eğer MLKP Merkez Komitesi üyeleri şimdi, yani Ağustos 1998 tarihli mektuplarında çıkıp da yıllardır yapılmakta olan bu eleştirilere katıldıklarını söylüyorlarsa, kendilerine, şimdiye kadar nerede olduklarını sormak gerekir. Eğer bu eleştirilere katılıyorlar idilerse, neden şimdiye kadar gereğini yapmamış, neden yıllardır Parti'nin çizgisinin ayaklar altına alınmasına, Parti'nin programının paçavraya çevrilmesine ve Parti'nin çürümesine seyirci kalmışlar, ya da daha da kötüsü önayak olmuşlardır? Basit bir sapmayla değil, sistemlileşmeye yüz tutmuş, hatta sistemlileşmiş bir oportünizmle karşı karşıya bulunduğumuz bu durumun sorumluluğu kime ait? Bu durumun sorumluluğunun yalnızca bu yayım organlarında kalem oynatan olan kişilere ait olduğuna inanılabilir mi? Merkezi yayım organlarında yazan kişilerin Merkez Komitesi'nden bağımsız, onun etki alanının dışında kişiler olduğu, olabileceği düşünülebilir mi? Bir komünist örgütte, günlük siyasal ve örgütsel çalışmanın istisnasız bütün yönleri Merkez Komitesi'nin denetimi altında olmak zorunda değil midir?
Mektubunuzda, "Merkezileşmedeki zayıflıklar, bazı merkez kaç eğilimler, Parti faaliyetinin özellikle teorik-siyasi üretimi cephesinde de bir otorite boşluğu doğurdu. Kolektif denetim ve yönlendirmeyi, güçlü bir irade birliği ve aynılaşmayı frenledi... Merkez Komitesi, siyasi-ideolojik çizgideki yalpalanmaların, etkilenmelerin kısa sürede tümüyle önlenmesi ya da asgariye düşürülmesi konusunda gerekli örgütsel düzenleme, tedbir, denetim ve uyarılara güçlü bir iradeyle yönelecektir" diyorsunuz.
Bu sözler insanın aklına halkımızın, “özürü kabahatinden büyük” deyişini getiriyor. Parti'nin çizgisini savunmak, onun çarpıtılmasını ve bozulmasını önlemek ve bu amaçla örgütsel önlemler de içinde olmak üzere her türlü önlemi almak, iki Kongre arasında en üst organ olan Merkez Komitesi'nin hem hakkı, hem de özellikle en başta gelen görevlerinden biridir. Eğer Merkez Komitesi, gerçek bir Merkez Komitesi ise, Parti basınının, Marksizm-Leninizm’e, Parti programına ve kendisinin iradesine meydan okuyarak böyle davrandığını ileri süremez. Komintern'e katılmanın 21 koşulundan birincisinde, diğer şeylerin yanı sıra şunlar söyleniyordu:
"Periyodik ve periyodik olmayan basın ve bütün parti yayınevleri, belirli bir anda, partinin bütünüyle yasal veya yasa dışı olmasına bakılmaksızın Parti yönetiminin direktifi altına sokulmalıdır. Yayınevlerinin özerkliklerini kötüye kullanmaları ve partinin politikasına bütünüyle uymayan bir politika gütmeleri kabul edilemez." (III. Enternasyonal,1919-1943, Belgeler, s. 30)
Merkez Komitesi'nin "siyasi-ideolojik çizgideki yalpalanmaların, etkilenmelerin" önüne geçemediğini kabul etmesi, Partiyi yönetmekten aciz olduğunu itiraf etmesi demektir. Küçük bir partiyi yönetmekten aciz olan bir Merkez Komitesi ise, ne Türkiye devrimci hareketine yol göstermeyi başarabilir, ne de milyonlarca proleter ve emekçiyi yönetebilir. Komünist partisi ve onun Merkez Komitesi bir ağlama duvarı değil, çözüm yeri olmak zorundadır. Parti'nin yönetimine ilişkin sorunları çözmekten aciz olduğunu itiraf etmek, proletaryanın ve diğer emekçilerin demokrasi ve sosyalizm kavgasına önderlik iddiasını şimdiden yellere savurmaktır. İddiasız, iktidarsız ve iradesiz kişiler ve "önderlikler" ise, ne Parti üyelerinin ve tabanının, ne de proletaryanın ve emekçi yığınların saygı ve güvenini kazanabilirler. Ve ne de, olması gerektiği gibi sınıf düşmanında korkuyla karışık bir saygı uyandırabilirler. Politikanın bir güç, bilgi, irade ve istikrar işi olduğu kuralı, komünist politika için çok daha fazla geçerlidir.
Söz konusu "siyasi-ideolojik çizgideki yalpalanmaların, etkilenmelerin" Merkez Komitesi'nin iradesine rağmen ortaya çıktığı yolundaki imanız, komünist partilerin iç işleyişini ve Türkiye devrimci hareketinin tarihini bilmeyen kişilerce bile inandırıcı bulunamaz ve bulunmayacaktır. Merkez Komitesi, Marksizm-Leninizmden ve Parti programından ileri ve yer yer uç boyutlarda sapmaların, partinin çizgisinin oportünistçe kemirilmesinin ve baltalanmasının, Marksizmin yerine popülizmin ve küçük-burjuva demokratizminin geçirilmesinin, özgürlük, eşitlik, kardeşlik gibi parlak sözcüklerde anlatımını bulan burjuva-demokratik sis perdesinin yardımıyla proleter devriminin ve proleter diktatörlüğünün unutulmasının ve yadsınmasının ve böylelikle Parti'nin derece derece tasfiye edilmesinin öncelikle kendisinden kaynaklandığını kabul etmelidir. Lenin, Rusya Komünist Partisi(B)'nin Sekizinci Kongresi'ne sunduğu "Kırda Çalışma Üzerine Rapor"unda burjuva demokrasisini idealize eden böylesi anlayışları eleştirirken şöyle diyordu:
"Marx, tüm yaşamı boyunca küçük-burjuva demokrasisi ve burjuva demokratçılığı hayallerine karşı mücadele etmiştir. Marx, özgürlük ve eşitlik üstüne söylenmiş boş laflarla, özellikle bunlar, işçilerin açlıktan ölme özgürlüğünü maskelemek için ya da işgücünü satan adam ile onun emeğini... satın alan burjuva arasındaki eşitliği ifade ettiği zaman, alay etmiştir... Denebilir ki, Marx'ın Kapital‘inin tümü, bu gerçeği, yani kapitalist toplumun temel güçlerinin burjuvazi ile proletarya olduğu ve ancak onlar olabileceği gerçeğini ortaya çıkarmak amacını gütmüştür: bu kapitalist toplumun kurucusu, yöneticisi, devindiricisi olarak burjuvazi, onun yerini alabilecek tek güç olarak proletarya." (İşçi Sınıfı ve Köylülük, 1977, s.356-57)
Marksizmin bu temel düşüncesine uygun olarak Parti'nin programında, “31- Komünist hareket, demokrasi savaşımını, son derece önemli, ama her zaman ve her koşulda göreli bir değer taşıyan ve sosyalist devrim hedefine bağımlı geçici bir görev sayar.” (TKİH ve TKP/ ML Hareketi Birlik Kongresi Belgeleri, 1994, s. 52) denmesine karşılık, sizin ve yandaşlarınızın çabaları sayesinde demokrasi savaşımı her şey sayılmış, proleter diktatörlüğü ve sosyalizm savaşımı unutulmuş, unutturulmuştur. (Bunun bir başka doğal ve kaçınılmaz sonucu, demokrasi savaşımının kendisinin de tutarsız ve ikircimli bir tarzda yürütülmesi olmuştur.)
Oysa 1) Sovyet iktidarı ve proleter diktatörlüğü için savaşım ve en ilerisi de içinde olmak üzere burjuva demokrasisinin reddi ve 2) işçi sınıfının tarihsel rolünün ve ona sosyalist bilinç taşınması görevinin kabulü; Marksizm’le reformizm ve revizyonizm arasındaki en temel ayrım noktalarını oluşturur. Bu konuya aşağıda kısmen yeniden döneceğim.
Bu ve benzer bir dizi temel konuda oportünist ve anti-Marksist düşünce ve pratiklerin yaşaması ve yaşatılması, açık ve gizli bir biçimde dayatılması, anlatmak istediğinizin tersine MLKP Merkez Komitesi'ne rağmen olmamıştır; olamazdı da. Değişik zamanlarda MLKP Merkez Komitesi içinde yer almış olan üyelerin çoğunluğu -ister bunun bilincinde olsunlar, isterse olmasınlar- bu oportünist ve anti-Marksist düşünce ve pratiklerin asıl kaynakları ve taşıyıcıları olmuşlardır. Parti'nin 1994'te yapılan Birlik Kongresi'nden bu yana yaşama geçirilen çizgisi, propaganda ve ajitasyonunun içeriği ve önderlik pratiği bunun su götürmez kanıtıdır. Eğer gerçekten devrim yapmak iktidara doğru yürüyüşünde proletaryaya önderlik etmek ve sosyalizmi ve komünizmi kurmak istiyorsa, Merkez Komitesi, öncelikle proletaryaya, emekçi yığınlara ve parti kadroları ves empatizanlarına karşı açık davranmaya ve kendi hatalarına ve oportünizmine karşı acımasız olmaya, bu hataların ve oportünizmin tarihsel kök ve kaynaklarını ortaya çıkarmaya başlamalıdır. Ve o, yıllardır kendilerini oportünizmin ve revizyonizmin etki alanına sürüklenmekten alıkoymak için büyük bir sabırla ve dişe diş bir Partili savaşım vermiş, bütün bu süre içinde farklı görüşlerini ilgili Parti platformlarının dışına, hatta gerekmedikçe buralara bile taşımamaya özen göstermiş, bu farklı görüşlerinin yıllar boyunca diğer parti üyeleri tarafından da bilinmemesine katlanmış olan beni yargılamaya kalkışmadan ve bana saldırmadan önce Lenin'in şu sözlerini anımsamalıdır:
"Bir siyasal partinin kendi yanılgıları karşısındaki tutumu, bu partinin ciddi olup olmadığını, kendi sınıfına karşı ve emekçi yığınlara karşı görevlerini gerçekten yerine getirip getirmediğini saptayabilmemiz için, en önemli ve en güvenilir ölçütlerden biridir. Yanılgısını içtenlikle kabul etmek, nedenlerini arayıp bulmak, bu yanılgıya yol açan koşulları tahlil etmek, yanılgıyı doğrultma yollarını dikkatle incelemek; işte, ciddi bir partinin işaretleri bunlardır, bu, ciddi bir parti için görevlerini yerine getirmek, sınıfı ve ardından da yığınları eğitmek ve bilinçlendirmek demektir." (Komünizmin Çocukluk Hastalığı, "Sol" Komünizm,1991, s. 51-52)
Ne var ki, insanın bunu yapabilmesi için, küçük-burjuva kibirliliğinden, yönetici kompleksinden ve bilgiçlik havasından kurtulması, teorik fukaralığından utanç duyması, proleter alçak gönüllülüğü denen şeyi edinmesi ve özellikle öğrenmeye bütünüyle açık olması gerekir. Merkez Komitesi'nin bu erdemlere gereksinim duymadığını söylemek hiç de gerçekçi olmayacaktır. Ama yıllardır, sözüm ona savunduğunuz "Parti işleyişi ve normlarını" pervasızca çiğneyen siz, yapıcı eleştirilerden öğrenmek ve Lenin'in dediğini uygulamak yerine tam tersini yapmakta, bana karşı saldırıya girişmekte ve şöyle demektesiniz: "Kaldı ki (küçük-burjuva devrimciliği doğrultusunda-b. n.) böyle bir 'basınç' ve 'evrim' görülüyorsa, buna karşı doğru ve etkili mücadelenin başlıca yolu ve yöntemi sadece 'dışarı'dan ideolojik mücadele değil ve fakat siyasal belirleme, öngörü, pratik politika, örgütsel yönelim ve perspektiflerin üretimine katılmak, bunu çalışmanın zenginliği ve çeşitli yöntemleriyle birlikte ve bir bütünlük içinde ele almak, sorumlulukları paylaşmak, Parti işleyişi ve normları çerçevesinde yürümek olabilir."
Herhalde devrimci adalet duygusuna ve gelişmelerle ilgili bilgilere sahip olan (ve bundan böyle olacak olan) her insan,-daha öncesini, yani 1970'lerin ikinci yarısını ve 1980'leri bir yana bıraksak bile 1990'ların başından bu yana- TKP (M-L) Hareketi ve MLKP içinde bir dizi konuda azınlıkta bulunan benim tutumumu böylesine haksız bir tarzda mahkum etmeye kalkışmanızı şiddetle kınayacaktır. Benim "sadece 'dışarı'dan ideolojik mücadele" vermekle yetindiğimi, "siyasal belirleme, öngörü, pratik politika, örgütsel yönelim ve perspektiflerin üretimine katılma"dığımı ancak ne TKP (M-L) Hareketi'nin, ne de MLKP'nin tarihinden habersiz olanlar ileri sürebilirler. Ama her yerde ve her zaman olduğu gibi bu özel durumda da cahilliğin, bilgisizliğin ve teorik fukaralığın doruklarında dolaştıkları halde her şeyi, herkesten iyi bildiğini sananları hiç kimse ciddiye almayacaktır. Dünyayı kendilerin den ve kendi dar çevrelerinden ibaret sananları da. Detaylara girmeksizin anımsatmak isterim: 1979'dan bugüne kadar uzanan dönem içinde; TDKP'nin değerlendirilmesi, İbrahim Kaypakkaya'nın ve TKP (M-L) Hareketi'nin 1972-79 döneminin ele alınışı, demokrasi ve sosyalizm savaşımı arasındaki ilişki, işçi sınıfının tarihsel rolü, ulusal soruna yaklaşım, PKK'nın değerlendirilmesi vb. bir dizi konuda -özellikle1980'lerin sonlarından başlayarak- giderek derinleşen görüş farklılıklarına karşın hep "siyasal belirleme, öngörü, pratik politika, örgütsel yönelim ve perspektiflerin üretimine katılmak" ve "Parti işleyişi ve normları çerçevesinde yürümek" biçiminde bir pratik sergilediğimi sizler de içinde olmak üzere hiç kimse yadsıyamaz.
Eğer ille de eleştirilmem gerekiyorsa, sizin ve sizin gibi düşünen ve davrananların, objektif içeriği, TKP (M-L) Hareketi'nin içindeki komünist potansiyeli eritme ve MLKP'yi yolundan saptırma ve tasfiye etme olan pratiğinizi daha erken bir tarihte özelde Parti ve genelde devrimci kamuoyu önünde mahkum etmediğim için eleştirilmeliyim. Ancak, şimdiye kadar tuttuğum yolun esas itibariyle doğru olduğunu, ne sizin "eleştirinizin", ne de bu eleştirinin simetrik karşıtının doğru olduğunu düşünüyorum.
Açıklayayım: Devrimin her zaman bir örgüt işi olduğunu, işçi ve emekçi yığınlarının ancak gerçekten devrimci bir örgüt aracılığıyla harekete geçirilebileceğinin, örgütsüz devrimcilik yapmanın olanaksız değilse de son derece zor olduğunun ve ancak son seçenek olarak düşünülmesi gerektiğinin her zaman bilincinde oldum. İşte tüm olumsuzluklara rağmen sizinle birlikte davranmaya ve giderek daha oportünist bir nitelik kazanan disiplininize uymaya sonuna kadar özen göstermiş olmamın nedeni budur; örgütlü devrimcilik yapma ve gerçekten devrimci ve anti-kapitalist bir örgüt, işçi sınıfının gerçek bir öncü müfrezesinin yaratılmasına katkıda bulunma ve TKP (M-L) Hareketi ve MLKP içindeki komünist potansiyeli koruma istek, kaygı ve düşüncesidir. Dolayısıyla, sizin sınırlı kavrayışınızın çok ötesinde bir tarihsel ve siyasal sorumluluk duygusuyla hareket ettiğimi rahatlıkla söyleyebilirim. Oportünist ve tasfiyeci rotanıza boyun eğmemekle, göz yummamakla birlikte, uzun süre katlanmış olmamın altında yatan işte bu güdü, partiyi, proletaryayı ve komünizmi savunma güdüsü olmuştur. Gelinen noktada, çizginizin proletaryaya önderlik edebilecek böyle bir partiyi değil, onun antitezini yaratma, bir komünist partisi karikatürü inşa etme ve böylelikle komünist partisi düşüncesinin bu pratik yoluyla bir kez daha aşağılanması çizgisi olduğu, MLKP içindeki ve dışındaki komünistlerin ve içtenlikli devrimcilerin aldatılması anlamına geldiği, benim çabalarımın ise bu gidişi durdurmaya yeterli olmadığı artık bütünüyle ve tartışma götürmez bir biçimde açığa çıkmış bulunuyor.
Öte yandan, sizi değerlendirirken gereğinden fazla iyimser olduğumu ve sizlere gereğinden fazla güvendiğimi, güven ve yoldaşlık duygularımın sizler tarafından kötüye kullanıldığını söyleyenler çıkacaktır. Bu eleştiriye bir ölçüde ve bazı yönleriyle katılabilirim. Ama bence bir komünist, örgütüyle birlikte yürümek için sonuna kadar çaba harcamakla yükümlü olmanın yanı sıra iyimser olmak ve tersi net bir biçimde kanıtlanmadığı sürece özel olarak yoldaşlarına ve genel olarak devrimcilere güvenmek zorundadır. Bir bütün olarak işçi ve emekçi yığınlarına sevgi duygularıyla bağlanmayan, onların çektikleri acıları yüreğinde duyumsamayan ve elbette tüm devrimcilere ve kendi yoldaşlarına karşı, eleştirel bir damar da taşıyan bir güven duymayan bir insan komünist olamaz. Yeri gelmişken burada, sizin niyetlerinizi, kişisel güdülerinizi değil, objektif duruşunuzu yargıladığımı anımsatmalıyım. Oportünizm oportünizmdir. Marksizm-Leninizme karşı duruşun kişisel ve kariyerist hesaplardan mı, yoksa burjuva dünya görüşünden ve onun bir biçimi olan küçük-burjuva demokratizminden kopamamaktan mı kaynaklandığı elbette önemsiz değildir. Ancak bunun, son çözümlemede fazla bir önemi yoktur.
Oportünist ve revizyonist eğilimlerinizin derinliğini ve kapsamını her zaman tam olarak kavramasam bile, daha başından, TKP (M-L) Hareketi'nin olumlu yapısal özelliklerinin yanı sıra, özellikle olumsuz yapısal özelliklerini de MLKP'ye taşıdığınızı, Partiyi, Marksizm-Leninizme ve kendi programına aykırı bir yola soktuğunuzu, Birlik Kongresi'nde saptanan ana çizgileriyle doğru rotasından çıkardığınızı biliyor ve görüyor ve buna karşı hep "siyasal belirleme, öngörü, pratik politika, örgütsel yönelim ve perspektiflerin üretimine katılmak" ve “parti işleyişi ve normları çerçevesinde yürümek” anlayışıyla savaşım veriyordum. Burada tek kaygım, Parti saflarındaki komünist potansiyeli ayakta tutmak, dürüst devrimci öğeleri korumak ve hatta sizleri de Marksist doğrultuda etkilemekti. Bütün güçlüklere rağmen, gene de çizgisini çarpıtmakta ve yıkmakta olduğunuz partinin saflarında kalmaktan ve savaşımı "içerden" sürdürmekten yanaydım. Bunun için yıllarca sizlere ve esas olarak sizin aracılığınızla, etkilediğiniz insanlara Marksizmin ABC'sini yeniden ve yeniden anlatmaya çalıştım ve doğal olarak bu arada, Türkiye komünist ve devrimci hareketinin uzun erimli gereksinimleri ve çıkarları açısından yapabileceğim alçakgönüllü katkılardan vazgeçmeyi göze aldım ve çok daha verimli bir biçimde kullanabileceğim zamanı ve enerjiyi partiyi savunmak için harcadım. Yaklaşık üç yıl önce kaleme aldığım "Önderlik Sorunları Üzerine Düşünceler" adlı yazımda şunları söylemiştim:
“... Biz bu yazıda, kapitalizmin gelişmesinin emek süreçlerinde, işçi sınıfının yapısında, bileşiminde meydana getirmekte olduğu değişiklikleri (örneğin, kol ve kafa emeği arasındaki ilişkinin bugünkü durumunu), bu değişikliklerin işçi sınıfının savaşım ve örgüt biçimleri üzerindeki olası etkilerini tartışabilmeliydik. Bu yazıda, örneğin, ülke devriminin stratejik sorunları üzerinde fazlasıyla genel belirlemeler yapılmamalıydı; biz bu yazıda, -orta ve uzun erimde demokrasi ve sosyalizm savaşımının en tehlikeli düşmanı ve burjuvazinin temel siperi ve dayanağı olacak olan- siyasal İslam'ın ve dinsel gericiliğin tüm toplumu ahtapot gibi saran örgütlenmesine ve ideolojik etkisine karşı çok yönlü ve somut bir savaşımı nasıl yürütebileceğimizi tartışabilmeliydik. Sayısı milyonları bulan Türk emekçi köylülüğüne, kent küçük burjuvazisine, yarı proletaryaya vb. ilişkin stratejik bakış açımızı detaylandırabilmeliydik. Yayım organımız da, neredeyse her hafta üç aşağı beş yukarı aynı sözcükleri, aynı tümceleri, aynı deyişleri kullanarak -ve kim bilir belki de başarılı bir biçimde- sergilemekte olduğumuzu sandığımız Türk ordusu ve Türk militarizmi konusunda kendi bilimsel ve siyasal iddiamıza denk düşecek bir araştırma ve değerlendirme ortaya koyabilmeliydik. Türkiye ve Kürdistan komünist ve devrimci hareketinin, işçi, köylü, gençlik vb. hareketlerinin geçmişini ve bugününü daha iyi tanımaya yönelebilmeliydik. Osmanlı'dan bu yana gelen tarihsel ve toplumsal mirasımızı Marksizm’in ışığında ve tarihsel materyalist bir yöntemle inceleyebilmeliydik. Daha da çoğaltılabilecek bu örnekler, Marksizm-Leninizm’in, ülke devriminin somut gerçekliğiyle birleştirilmesi olmaksızın ülkemizin ve toplumumuzun, gerçek bir devrimi yaşayamayacağını anlamada da hayli de değil, çok yetersiz olduğumuzu gösteriyor.”
Marksizm-Leninizm’in ABC’sini sürekli olarak yinelemek, Partiyi, proletaryayı ve komünizmi savunmak için çaba harcamak zorunda bırakılmam, yıllardır bu daha ileri görevlerin yerine getirilmesine katkı sunmama esas itibariyle olanak vermedi. Bu alanda, yani Türkiye devriminin stratejik sorunlarının aydınlatılması için çok az şey yapabilmiş olmanın acısını sürekli olarak çeken ben, sözünü ettiğim anlayış nedeniyle bütün olumsuzluklara, engellemelere ve frenleme girişimlerine ve son dönemde gündeme gelen yıpratma ve karalama eylemine rağmen örgütle birlikte yürümek için sonuna kadar direndim. Ne var ki, benim sabrımın da bir sınırı vardı. Yıllardır yaptığım uyarı ve eleştirileri göz ardı etmenizin ve bir sessizlik kumkumasıyla boğmaya çalışmanızın ardından tüzük kurallarına uygun olarak önerdiğim parti içi tartışma önerisini reddetmeniz, dahası sesimi kısmaya çalışmanız, yazılarımı sansür etmeniz ya da düpedüz yayımlamamanız, adımı duyurmama, beni yalıtma gibi "kirli savaş" yöntemlerine başvurmanız vb. bana başka seçenek bırakmadı.
Hal böyleyken çıkıp benim için, “sizin açınızdan belirtecek olursak: parti gerçeğimize hakim olmak; örgütsel ve pratik sorunlarımızın çözümüne ortak olmak, katkı sunmak ihtiyacının varlığı konularından epeyce uzak kaldığınız, önemli bir yabancılaşma yaşamakta olduğunuz ve bunun yer yer subjektif ve zorlama eleştirileri koşullandırdığı bir gerçektir. Bunda bütün Merkez Komitesi üyeleri gibi, sizin de bir payınız vardır” diyebiliyorsunuz. Bu, hiçbir değeri olmayan sözleri söylemekle, yalnızca benim yıllardır harcadığım çabaların ve verdiğim savaşımın üzerine koskoca bir çarpı işareti koymaya kalkışmış olmuyorsunuz. Aynı zamanda, eleştirilerden hiç, ama hiçbir şey öğrenmemiş olduğunuzu ve dahası öğrenmeye niyetinizin de olmadığını, yani oportünizm, anti-Marksizm ve Parti yıkıcılığı yolunda yürümekte kararlı olduğunuzu kanıtlıyorsunuz. Yıllardır, büyük çoğunluğu yalnızca genel devrimci kamuoyundan değil, aynı zamanda TKP (M-L)Hareketi ve MLKP kamuoyundan gizlenmiş ve çekmecelere kilitlenmiş bulunan eleştirilerimin hangisinin " zorlama" ve "yanlış" olduğunu komünist partilerin geleneklerine ve MLKP'nin kurallarına uygun polemiklerle buyurun yanıtlayın ve çürütün! Hodri meydan!
Oportünizmin, revizyonizmin ve küçük-burjuva reformizminin çekim alanına girmiş olan sizlerle benim aramda “önemli bir yabancılaşma” yaşandığı bir gerçektir. Doğrusu, bu koşullarda böyle olmaması tuhaf ve benim açımdan rahatsız edici ve kabul edilemez olurdu. Asıl önemli olan kimin, Marksizm-Leninizm’e, proletaryaya, Partiye, onun programına ve temel görüşlerine yabancılaşmakta, hatta yabancılaşmış ve daha da ötesi Parti tüzüğü ve kuralları bakımından gayrimeşru bir konuma düşmüş olduğudur. Parti'nin temel görüşlerini savunmaktan vazgeçenler, yayım organlarında Lenin'e yönelik saldırılara yer verenler, revizyonist partilerle sahte enternasyonaller kuranlar, yıllardır göstermelik bir tarzda da olsa ağızlarına sosyalizmin ve proleter diktatörlüğünün sözünü almayanlar, işçi sınıfının kendi başına ve dergi sayfalarında verilen bürokratik öğütlerle devrimcileşmesini bekleyenler ve bunu göremeyince ona güvensizliklerini açıkça ilan edenler ve hakaretler yağdıranlar, PKK'yla dayanışma adına savaş ve barışa ilişkin Marksist-Leninist bakış açısını çarpıtan ve Kruşçev revizyonizmine göz kırpanlar, Kürt halkına ve ulusal hareketine karşı Abdullah Öcalan'ın ve dolayısıyla objektif olarak egemen sınıfların ve emperyalizmin safında yer alanlar, her türden çürümüş ve kokuşmuş insanları Parti saflarında özenle barındıranlar, bir gün bir şey, ertesi gün bir başka şey söylemek suretiyle şekilsizliklerini, belkemiksizliklerini ve siyasal bukalemunluklarını kendi elleriyle sergileyenler ve böylece proleter devrimciliği iddialarını kendi elleriyle yellere savurmakla kalmayıp Parti'nin saygınlığını iki paralık edenler, başkalarını eleştirirken çok daha dikkatli olmak zorundadırlar.
Diyorsunuz ki, "Birlik sonrası siyasal başarı beklentileri, bunun ilerleyen süreçteki iç siyasi-örgütsel baskılanması, Parti'lileşme, Parti'nin siyasi-örgütsel çizgisinin belirginleşmesi süreci, küçük burjuvalar ülkesindeki küçük-burjuva grup rekabeti vb. faktörleri görmeden, Parti çizgisi doğrultusundaki bazı savrulmaları açıklamak eksik ve yanlış olur; şüphesiz ki, son tahlilde proletaryanın dünya görüşüne ters bütün düşünce ve pratikler burjuva ve küçük-burjuva dünya görüşü kaynaklıdır, ama nihayetinde bu coğrafyada yaşıyoruz ve çelik zırhla tecrit halde değiliz."
Sorunu böyle koymak, oportünizmden ve revizyonizmden etkilenmeyi, hatta oportünist ve revizyonist bir çizgi izlemeyi yazgı saymak, komünist öncünün iradesini bir hiç derekesine indirmek anlamına gelir. Bütün komünist partileri güç, hatta çoğu zaman son derece güç koşullar, bir dizi sıkıntı, sorun ve ideolojik ve siyasal müdahale, hatta düşmanın cepheden saldırıları altında doğar, yaşar ve gelişirler. Herhalde, dünyanın birdizi ülkesinde, ülkemizde olduğundan daha zor ve karmaşık koşullar altında kavga vermek zorunda olan partiler de olmuştur ve olacaktır. Ama bu gibi "dışsal" faktörlerin varlığından yola çıkarak, komünist partilerin çizgisinin bozulmasının kaçınılmaz olduğunu ileri sürmek oportünizmin daniskası ve Leninist proletarya partisi teorisinin yadsınmasıdır. Böylesi bir yaklaşım, proletarya partisi içinde hem Marksistlerin, hem de Marksizm’in düşmanlarının varlığını meşru gören İkinci Enternasyonal oportünistlerinin, işçi sınıfı içinde farklı fraksiyonların bulunmasının birden fazla işçi partisinin ya da işçi partisi içinde farklı kanatların olmasını gerekli hale getirdiğini söyleyen Troçkistlerin ve kapitalist toplumda ve hatta sosyalist toplumda farklı sınıfların bulunduğu gerekçesiyle, komünist partisi içinde farklı kanatların ve revizyonist hiziplerin varlığının kaçınılmaz olduğunu ileri süren Maoistleri yaklaşımının ta kendisidir.
Birlik tartışmaları döneminde, bugün ya da yakın zamana kadar MLKP'nin üyesi olan pek çok kişi işte bu anlayıştan, daha doğrusu onun Maoist versiyonundan yola çıkarak İbrahim Kaypakkaya'nın ve TKP(M-L) Hareketi'nin 1972-79 dönemindeki Maoist çizgisinin aslında Marksist-Leninist olduğunu savunabildi ve savunabilmektedir. Bilinen yazılarını kaleme aldığında henüz yalnızca 5-6 yıllık aktif siyasal yaşamı olan İbrahim Kaypakkaya'nın “Maoizm’den etkilenmesi” anlaşılabilir. Yeter ki, onun çizgisinin Maoist olduğu kabul edilsin ve bu çizgi Marksist-Leninist bir çizgi gibi sunulmasın. Ama 1971 devrimci hareketinin deneyiminden yararlanarak ve onun omuzlarına basarak yükselen TKP(M-L) Hareketi'nin “Maoizm’den etkilenmesi” ve hele bu çizginin Marksist-Leninist bir çizgi gibi sunulması, asla anlaşılamaz ve kabul edilemez. Ne yazık ki, yalnızca Birlik Kongresi döneminde değil, bugün bile MLKP içinde, TKP(M-L) Hareketi'nin 1972-79 dönemini Marksist-Leninist görenlerin sayısı hiç de az değildir.
Bu, asla geçmişin belli bir döneminin nasıl değerlendirilmesi gerektiğiyle ilgili bir tarih tartışması değildir. Bu, küçük-burjuva devrimci geçmişimizden, özelde küçük-burjuva demokratizminden ve genelde burjuva dünya görüşünden kesin ve geri dönüşsüz bir tarzda kopup kopmayacağımız sorunu, Marksizm-Leninizm’den derin ve doldurulamaz bir uçurumla ayrılmış olan oportünizm ve revizyonizmi kesin bir biçimde reddedip etmeyeceğimiz sorunudur. MLKP önderliğinin pratiğinin de gösterdiği gibi, geçmişin Maoizmine hoşgörü gösterilmesi, onun Marksizm-Leninizm’le bağdaşabileceğinin savunulması, ardından kaçınılmaz bir biçimde her tür ve renkten oportünizme ve revizyonizme hoşgörü gösterilmesi ve onunla Marksizm-Leninizm arasındaki" duvarların yıkılması" eğilimini daha da güçlendirmiştir. Dolayısıyla, Merkez Komitesi'nin daha Aralık 1995'de, yani Birlik Kongresi'nden yalnızca 15 ay sonra MLKP adına hareket eden bazılarının Sofya'da iki revizyonist partiyle birlikte bir "Yeni Komünist Enternasyonal" kurmaya girişmelerini hoşgörüyle izlemesi, Lenin'in bazı temel konulara ilişkin yaklaşımlarının evrensel düzeyde değil, "yalnızca Rusya için geçerli" olduğu yolundaki aşırı oportünist tezlerin, üstelik Parti yayım organlarında ileri sürülmesini seyretmesi, Abdullah Öcalan adlı hainin yıllardır Marksizm-Leninizm’e, partiye ve Türkiye devrimci hareketine yaptığı düzeysiz saldırı ve hakaretleri "saygılı" bir sessizlikle dinlemesi vb. hiç de rastlansal olaylar değildi.
İşte geçmişin, yani 1980 öncesinin küçük-burjuva devrimci mirasıyla, bir başka deyişle oportünizm ve revizyonizmle göbek bağları tam olarak kesilmediği, tersine bu bağlar kıskançlıkla muhafaza edildiği, hatta giderek başka kılıklar altında yeniden canlandırıldığı ve buna bağlı olarak 1980 sonrasında bu küçük-burjuva temel üzerinde gelişen tasfiyeci savrulmayla tam bir hesaplaşma yaşanmadan birlik yapıldığı içindir ki, bugün buradayız. Lenin, Alman Sosyal-Demokrat İşçi Partisi önderlerinin Lassalle'in Alman İşçileri Ulusal Birliği'yle birleşme konusunda eleştiren Marks'a göndermede bulunurken şöyle diyordu: "Eğer birleşmek zorundaysanız, diye yazıyordu parti liderlerine Marks, hareketin pratik amaçlarını karşılayacak anlaşmalara girin, ama ilkeler konusunda herhangi bir pazarlığa izin vermeyin, teorik 'ödünler' vermeyin." (Ne Yapmalı)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder